ARSIVANA SAYFA
 
24 Mart '01
SYKB SAYI: 01
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Yükselme eğilimindeki kitle hareketinin imkanları ve sorunları
Ölümüne direnişin ilk şehidi: Cengiz Soydaş
Bedeller daha da ağırlaşmadan...
Direnişimiz ve dönemin sınıflar mücadelesi
'Yeni ölümler istemiyoruz!'
Sermayenin azgınlaşan saldırıları ve Emek Platformu
Sermayenin azgınlaşan saldırıları ve Emek Platformu’nun “eylem takvimi”
Kocaeli mitingi: 5 bin kişilik işçi-emekçi eylemi
İTÜ’de herşeye rağmen yemek boykotu 4. haftasını doldurdu
Newroz’un gösterdikleri
Newroz ulusal uyanışın ve direnişin simgesidir!
Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği
Düzenin krizi ve devrimci sınıf alternatifi
Kadın sorunu
Son gelişmeler ve İmralı çizgisi
Emperyalistler Balkanlar’da yeni bir savaşın önünü açıyor
PKK-DÇS’nin açıklaması: Cejna Newroz piroz be!
Daewoo’da sınıflar savaşı
Uluslararası hareket
Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!
“Bu süreçten biz de, partimiz de alnı açık başı dik çıkacağız!..”
“Ulusal program aldatmaca”
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

“Yoksulluğun Küreselleşmesi” kitabının yazarı
Türkiye’deki gelişmeleri değerlendirdi

“Ulusal Program bir aldatmaca”


(...) Prof. Chossudovsky, Türkiye’de yaşanan ekonomik krizi ve ülkenin karşı karşıya kalacağı tehlikeleri Cumhuriyet’e değerlendirerek IMF politikalarının kurbanı olan Kore ve Brezilya’daki gelişmeleri anlattı.

- Geçen kasım ayında ekonomisi sallanan Türkiye'nin IMF güdümlü ekonomi programı çöktü. Son olarak IMF'den kasım ayında 7.5 milyar dolar kredi alınmıştı. Bu kredi ekonominin düzelmesini sağlayacaktı, ancak 3 ay sonra devalüasyon oldu. Alınan krediler sizce nereye gidiyor?

- Türkiye’de yaşanan para krizi, Güney Kore ve Brezilya gibi ülkelerde de yaşandı. Esasında IMF bu krizleri tetikliyor. Şöyle bir düşünün, geçen kasım ayında IMF, ülke ekonomisinin düze çıkması için 7.5 milyar dolar kredi verdi. Ancak bu para, ekonominin doğrultulması yerine spekülatörlerin cebine gitti. Ulusal para birimine yönelik büyük ölçekli operasyonlar için vadeli işlemler piyasası kullanılıyor. Spekülatörler piyasaya, büyük miktarda sahip olmadıkları Türk Lirası satıyorlar. Merkez Barkası paranın değerini korumaya çalışıyor. Ancak spekülatörler çok büyük nakit kaynakları kontrol ediyorlar ve para birimlerini istikrarsızlaştırıyorlar. Türkiye’de de aynı şey yaşandı. Eminim, George Soros da bu operasyondan milyarlar kazandı. Türkiye’nin milyarlarca dolarlık döviz rezervleri, spekülatölerin eline geçti. Türkiye ise hiç kullanmadığı krediyi faiziyle ödemek zorunda bırakılıyor.

- 'IMF'zede ülkelerden olan Türkiye'nin artık ulusal bir ekonomi programı uygulayacağı söyleniyor. Geçen günlerde acil önlemler paketi açıklandı. Bu önlemler çerçevesinde sizce Türkiye’nin uygulayacağı ‘Ulusal Program’ nasıl olur?

- Açıklanan önlemler, IMF programlarının devamı. Uygulanacağı söylenen Ulusal Program ise bir aldatmacadan ibaret. Bu, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) klasik jargonu. Ulusal Program bir kamuflaj. Çeşitli ülkelerde uygulanan bu tarz programlar, IMF’nin işine geliyor, çünkü program başarısız olduğunda fonu suçlayamıyorsunuz. Ancak arka planda hep IMF var.

- Dünya Bankası’nda başkan yardımcısı olan Kemal Derviş, Türkiye’nin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı olarak göreve başladı. Kemal Derviş'e 'kurtarıcı' gözüyle bakılıyor. Sizce Derviş, Türkiye'nin kurtarıcısı olabilir mi?

- Eğer Güney Kore ve Brezilya’da yaşananlara bakarsanız, Türkiye’deki gelişmeler bunların bir kopyası. Öncelikle IMF programını uygulayan kişiler atanıyor. Bu başarısız olduğunda ekonomideki kilit noktalara eski IMF ve Dünya Bankası yetkilileri yerleştiriliyor. Bu kişilerin görüşme masasına oturduklarında ülke çıkarlarını savundukları konusunda şüphelerim var. Bu tıpkı insanın kendi kendisiyle müzakere etmesine benzer. Brezilya’da daha da ilginci, ünlü para spekülatörü George Soros’un çalışanı, ekonomi bakanı olarak göreve getirilmişti.

- Türk bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılmasının, ekonominin toparlanmasında öncelikli ele alınması gereken sorun olduğu belirtiliyor. IMF programları uygulayan diğer ülkelerdeki bankacılık sektörünü değerlendirir misiniz?

- Kore’de bankacılık sistemindeki gelişmeler, Türkiye’de yaşananlara çok benziyor. Sizdeki Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu (BDDK) benzeri, Kore’de de bankaları denetleyen bir komite var. Bu komiteye Merrill Lynch, JP Morgan gibi şirketler danışmanlık yapıyorlar. Komite ülkedeki özel bankaları önce kamulaştırıyor, sonra da bu bankalar ‘mezat’a çıkarılıp yabancı finans devlerine yok pahasına satılıyor. Korea First Bank ve Seul Bank, Kore’nin en büyük iki özel bankasıydı. Artık sahipleri yabancılar. Benzer gelişmeler Türkiye’de de yaşanacak. Yabancılar, Türk bankacılık sistemini kontrol edecekler.

- O halde BDDK vasıtasıyla Türkiye’deki özel bankalar yabancıların eline mi geçecek? Böyle bir gelişme reel sektörü nasıl etkiler?

- Türkiye’de daha çok özel banka batacak, ayrıca bunların büyükleri yabancılar tarafından alınacak. Bu nedenle bu kurulu kontrol edecek bir demokratik yapı oluşturulmalı. Oluşturulmadığı takdirde bankalar yabancıların kontrolüne geçecek ve bu da sanayinizi, üretiminizi direkt olarak etkileyecek. Örneğin Hyundai, Daewoo gibi büyük Kore şirketleri, Batılı kreditörlerin kontrolüne geçti. IMF programları, Türkiye’deki sermayeyi de tehdit ediyor. Türk iş çevreleri de IMF programına karşı olmalılar.

- Türkiye ekonomisi nasıl düze çıkabilir?

- Türkiye gibi gelişmekte olan pek çok ülke, Batı tarafından yeniden koloni haline getirilmeye çalışılıyor. IMF’yi ülkenizden kovmazsanız Avrupa Birliği üyesi olmaktan ziyade ya AB’nin ya da Wall Street’in sömürgesi olursunuz. IMF programları ülkenizi mezata çıkarıyor. Ülkede gerek işçi, gerekse sermaye kesimine zarar veriyor. Tüm kesimler bu programları reddedip IMF’yi kapı dışarı etmeli. IMF politikaları doğrultusunda hareket eden ve destekleyen politikacıları sorgulamalısınız. Çünkü bu kişiler ülkeye zarar veren kurumlarla işbirliği yapıyor.

(Cumhuriyet/20 Mart ‘01)



Fanteziler her yerde...

Ergin Yıldızoğlu

Egemenliğini, serbest piyasa ve küreselleşmeyle ülkeye refah getireceğini anlatarak sürdüren oligarşik koalisyon (hükümetler gibi temsilcileri değil gerçek güçleri kastediyorum) için ağrılı bir süreç başladı. Yönetilenler, kendilerini kandırılmış hissediyorlar; ya, yeni arayışlara yönelirlerse?

Bu ağrıyla yaşayabilmek için olsa gerek, gerçekliği anlamlandırma süreçlerimizi belirleyen simgesel/ ideolojik ortamda, mantar gibi yeni fanteziler türemeye başladı. Kartel medyasına şöyle bir bakmak yeterli: “Ulusal program yapıyoruz”, “Önce piyasalara güven vermek gerekir”, “Kemal Derviş ne kadar da farklı!”

Ulusal Program olur mu?

Kimilerine göre, ulusal devlet önemini yitirirken ulusal program olmaz. Ben başka bir açıdan yaklaşacağım: Ulus nasıl bir şey ki, bunu ifade eden bir ulusal program olsun? Ulus insanlardan oluşuyor, ama, homojen bir yapısı yok. Dünya klasmanında varsılı var, dünya klasmanında yoksulu... Kimi rantiye kimi sanayici... Kimi süper market sahibi, kimi bakkal... İşçisi de var, iş takipçisi dolar milyoneri, köşe yazarı da... Daha geçenlerde bu ülkenin yüzde 70’i, yüzde 5’ine çalışıyor denmiyor muydu? Şimdi bu kadar farklı beklentileri birden ifade edecek bir program, fanteziden öte ne olabilir? Yine de “ulusal programa” yaklaşmanın iki yolu olabilir: Birincisi, ulusu oluşturan nüfusun çoğunluğunun, yüzde 70’in gereksinimlerine öncelik verebilirsiniz. Bunun için bu gereksinimleri, yüzde 70’e sormanız gerekir. Üstelik bu çağdaş, demkratik bir tutum olacaktır. İkincisi, ülke varlığının çoğunluğunu elinde tutan, yüzde 5’in gereksinimlerine öncelik verebilirsiniz. Ne de olsa bunların varlığı ekonominin kaderini belirlemiyor mu? İşte size iki ulusal program olasılığı. Biri demokratik, diğeri... Karar sizin diyemiyorum, çünkü karar yalnızca birincisini seçerseniz sizin. İkincisini seçerseniz karar başkalarına ait...

Neden önce piyasalara güven vermek gereksin?

12 Eylül -IMF- Özal projesinden beri ülkeyi yönetenler hep piyasaların gereksinimine öncelik verdiler, hatta hükümet programları, mali piyasaların gereksinimlerine göre şekillendi; piyasalar özgürleştirildi, ülke halkının, eğitim, sağlık, kamu hizmetleri vb. gibi gereksinimleri ihmal edildi, üstelik de piyasanın dinamiklerine uymaya zorlandılar ve geldik bugüne. Şimdi tekrar piyasaların gereksinimlerine öncelik verilirse, tabii piyasalar rahatlar, ama ekonominin yapısal (üretkenliğe, gelir dağılımına ilişkin) sorunları hafiflemeden, yüzde 70 ile yüzde 5 arasındaki denge değişmeden kalır, krizi yaratan süreçleri yeniden üreten, uluslararası bağlantılar korunmuş olur. Üstelik, bu yaklaşım, 1980’den bu yana uygulamaya konan politikaları da aklamış olmayacak mı?

Ülkenin mutfağında pişmeyen bir kurtarıcı olur mu?

Aslında bu safça bir soru. Önce kimin kurtarılacağı konusunda anlaşmak, sonra da “Kurtarıcı diye bir şey olur mu” diye sormak gerekiyor. Ama biz saflığımızı koruyarak devam edelim. Ülkenin mutfağında pişmiş olmak, bu ülkenin sınıflar matrisinin süzgecinden geçmek, iktidarı temsil eder hale gelmek demek. Burada kendi aklı ve ülkenin sınıflar matrisinden geçmiş bir projesi, bir meşruiyet kaygısı olan bir lider tipi var. Bir nebze bile olsa, burada demokratik süreçlerden söz edilebilir. Halen, karşımızda, böyle biri yok. Aksine, ülke mutfağından değil, hegemonik bir ülke tarafından, çok sıkı denetlenen bir uluslararası kurumda şekillenmiş biri var. Gelmesiyle birlikte de hegemonik ülkenin elinin, ülke yönetimine dirseklerine kadar gömülmesi de bir şeylere işaret etmiyor mu? Karşımızdaki, asılda, kendine destek verenlerin, kaynak sağlayanların çiziği çerçevenin dışına çıkması mümkün olmayan bir lider tipidir. Bu çerçeveyi çizenlere bakınca da, bugünkü krizin kaynaklarıyla karşılaşıyoruz. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun, Kemal Derviş, bir kurtarıcı değil, krizin bir semptomu olmaktan öteye geçemeyecek olan bir uygulayıcı.

***

Ülkeyi yönetenler, yönetemiyorlar ama, sol da ülke siyasetinde bir çözüm sunamamanın, iktidarsızlığının ağrısını yaşıyor. Onun da değişmek yerine, bu ağrıya katlanmasına yardım eden fantezileri var. Örneğin: Bari çarpık olmayan bir kapitalizm olsa ülkede. Ne yazık ki kapitalizm 17. yüzyıldan bu yana tek ve küresel bir süreç. Temel bileşenleri, sürece önce başlayanların özelliklerine göre biçimlendi. Daha sonra gelenlerse var olana göre biçimlendiler. Evet, kimine karpuz -merkezdekiler-, kimine kelek -çevredekiler-, bu sistem de zaten ancak böyle işler? Ya alış ya da değiştirmeye çalış! Belli ki sol, bir süredir, alışmaya başlamış. İktidarsızlığın açtığı boşluğa bir başkasının adını yazmaya hazırlanıyor gibi bir hali var: “Derviş hiç olmazsa, iktidardaki tükenmiş, hatta ‘maganda’ kadrolardan farklı, çağdaş bir adam.” Ama öbür politikacılar da çağdaş! Onlar da “post-Özal” döneminin ürünleri değil mi? Kimileri son model, kimileri elden geçirilmiş, “Karaoğlan” gibi çağa uydurulmuş kadrolar. Diğer bir deyişle, onlar da en az Derviş kadar bu çağın semptomları. Üstelik sırada daha ne çağdaş politikacı adayları var, bir elinde her antakılmaya hazır bir solcu maskesiyle dolaşan...
Evet, fanteziler her yerde. Her fantezi gibi bunlar da yaşandıkça, yaşayanl

arda düş kırıklığı, aldatılmışlık, hatta bir iğrenme duygusu yaratacaklar. Ama bu arada birilerinin siyasi, ekonomik ayrıcalıkları, jeopolitik çıkarları korunmuş, egemenlikleri biraz daha pekişmiş olacak...

(Cumhuriyet/21 Mart 2001)