ARSIVANA SAYFA
 
24 Mart '01
SYKB SAYI: 01
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Yükselme eğilimindeki kitle hareketinin imkanları ve sorunları
Ölümüne direnişin ilk şehidi: Cengiz Soydaş
Bedeller daha da ağırlaşmadan...
Direnişimiz ve dönemin sınıflar mücadelesi
'Yeni ölümler istemiyoruz!'
Sermayenin azgınlaşan saldırıları ve Emek Platformu
Sermayenin azgınlaşan saldırıları ve Emek Platformu’nun “eylem takvimi”
Kocaeli mitingi: 5 bin kişilik işçi-emekçi eylemi
İTÜ’de herşeye rağmen yemek boykotu 4. haftasını doldurdu
Newroz’un gösterdikleri
Newroz ulusal uyanışın ve direnişin simgesidir!
Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği
Düzenin krizi ve devrimci sınıf alternatifi
Kadın sorunu
Son gelişmeler ve İmralı çizgisi
Bedeller daha da ağırlaşmadan...
Emperyalistler Balkanlar’da yeni bir savaşın önünü açıyor
PKK-DÇS’nin açıklaması: Cejna Newroz piroz be!
Daewoo’da sınıflar savaşı
Uluslararası hareket
Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!
“Bu süreçten biz de, partimiz de alnı açık başı dik çıkacağız!..”
“Ulusal program aldatmaca”
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

Marksizm kadının aile ve toplumdaki yeri konusundaki
yerleşik inançları kökünden yıkmıştır...


Son gelişmeler ve İmralı çizgisi

H. Fırat
(3 Şubat ‘01 tarihli bir konferansın özel bir bölümüdür...)


İmralı kafasının boşa çıkan umutları

İmralı çizgisinin utanç verici bir iflas yaşadığını, bunun PKK’yı büyük bir açmaza düşürdüğünü ve bazı yeni arayışlara yönelttiğini söyledim. Buna konuyu fazlaca dağıtmadan biraz daha yakından bakalım.

Biz direnişi bırakır, temel taleplerimizi terkeder, ikincil taleplerimizi de yumuşatır, devletin kabul edebileceği sınırlara çekersek eğer, devlet de yumuşar ve sorunun bu dar sınırlar içerisinde de olsa belli tavizlerle bir şeye bağlanmasına razı olur, diye düşünüyor, bunu umuyordu İmralı teslimiyet kafası. Abdullah Öcalan’dan öte, onun teslimiyet ve tasfiye çizgisini körü körüne izleyen PKK’nın hesabı ve tüm umudu buydu.

Bu gericiliği ölçüsünde hayalci olan hesabın bu kadar kolay yapılmasının gerisinde ise geçmişin bazı verilerinin yanlış bir değerlendirmesi vardı. Özgürlük mücadelesinin bütün gücü ve görkemiyle sürdüğü bir dönemde ve bu mücadelenin doğrudan basıncı altında, devlet ve düzen bünyesinde Kürtlere bir takım tavizler verilmesi gerektiğine ilişkin ciddi eğilimler ortaya çıkabilmişti. ‘91-92 yıllarında, ki Kürt hareketinin gelişmesini az-çok devrimci bir çizgide güçlü bir biçimde sürdürdüğü bir dönemdi bu, bizzat düzenin kendi bünyesinde güçlü bir siyasal çözümcü eğilim vardı. Cumhuriyet dönemi inkarcılığının sonuç vermediği gibi sonuçta bugünkü durumu yarattığını; bu anlamız ve yararsız tutumu artık terketmek ve Kürtlere bir şeyler tanımak gerektiğini; 12 Eylül’ün aşırı baskıcı ve yasakçı politikalarının böyle ters tepkileri ayrıca şiddetlendirdiğini ve PKK’nın başını çektiği patlamayı hızlandırdığını söyleyenler, bu ve benzer argümanları Kürtlere bazı haklar tanınması gerektiğine dayanak yapan, mevcut yangının başka türlü söndürülemeyeceğini savunanlr vardı.

Bunu başta Özal olmak üzere bazı politikacılar üzerinden, TÜSİAD’ın bazı söylemleri üzerinden, basının bazı kalemleri üzerinden, Sabancı üzerinden, Odalar Birliği üzerinden, bir dizi başka odak üzerinden görmek ve izlemek mümkündü. Bu aslında bizzat Amerikan emperyalizmi tarafından dillendirilen ve kendi yandaşları tarafından propaganda edilen bir eğilimdi.

Hafızasında tüm bunlar fazlasıyla yer etmiş İmralı kafası sandı ki, biz gelinen noktada bu verilebilir tavizlere uygun bir perspektif ortaya koyarsak, düzen de bunun gereklerini kendi cephesinden yerine getirir, geçmiş dönemin de gösterdiği gibi zaten buna bir yatkınlık da var. Kaldı ki, düzenin bir kesimi bir tür siyasal çözümü savunurken, diğer bir kesimi de; elbette bazı haklar tanınabilir, ama önce ezelim, gerekirse ancak bundan sonra bunlar yapılır demiyorlar mıydı zaten? Eh, biz de ezilmeyi, teslimiyeti, yenilgiyi kabul edersek, bu iş hiç değilse bu sınırlar içinde olacak zannetti teslimiyet ve tasfiye kafası. Nitekim Öcalan, gerillayı sınır dışına çeken “tarihi” kararı, söylem olarak olmasa bile mantık olarak özünde tam da böyle gerekçelendirdi.

Halbuki, devlet ve düzen bünyesinde Kürt halkına kırıntılar biçiminde de olsa bir takım tavizler verilmesi eğilimini yaratan temel etken, tam da direnişin gücü ve devrimci bir doğrultuda ilerleme iradesiydi. Devrimin yolunu kesmek için reforma razı oluyordu burjuvazinin bazı kesimleri. Ama devrimci çizgiyi terkettiğiniz, yenilgiyi kabul ettiğiniz, utanç verici bir teslimiyet çizgisine kaydığınız bir durumda, artık o umduğunuz kırıntıları üstelik sizi muhatap alarak niye versinler ki? Bu durumda düzen cephesi kendi içinde bir bütün olarak kenetlenir ve sizi sonuna kadar ezmeye bakar, en ufak bir taviz görüntüsü oluşturmamaya özen gösterir. Ve ancak bundan sonradır ki, burjuvazi, sorunun yeni bir birikimi mayalamasını engellemek, dolayısıyla geleceğin yeni devrimci patlamalarını bloke etmek istiyorsa, Kürt halkını belli kırıntılarla tatmin edi yatıştırma yoluna gidebilir.

Burada en hafif deyimle, kaba bir hesap yanlışı, temel önemde bir değerlendirme hatası var. Hesap yanlışı derken hiç de Abdullan Öcalan üzerinden konuşmuyorum. Onun gerçekten ne durumda olduğunu ya da onun tercihlerinin gerisinde ne gibi saiklerin bulunduğunu bir yana koyarak, bütün bunları bir siyasal parti olarak PKK üzerinden söylüyorum. PKK’nın kendisi, İmralı’da ortaya konulan çizgiyi benimserse eğer, bir takım şeylerin elde edilebileceğini zannetti, ciddi ciddi buna inandı. Ama olaylar bunun olamayacağını büyük hayal kırıklıkları eşliğinde gösterdi.

Biz daha İmralı teslimiyetinin ilk anlarından itibaren, bunun sonunun hüsran olduğunu tüm açıklığı ile vurgulamıştık. Siz devrimde ısrar ettiğiniz zaman ve ısrar ettiğiniz ölçüde, evet, içlerinden hiç değilse bir kesim reforma yandaştı, zira bu durumda reform onlar için devrimin yolunu kesmenin bir imkanıydı. Ama kendinizin devrimi bu denli kaba bir biçimde terkettiği ve yenilgiyi bir biçimde kabul ettiği bir durumda, bizzat kendinizin tutup ilke ve değerlerinizi böylesine köklü bir revizyondan geçirdiğiniz bir durumda, size o kırıntılar da verilmeyecektir, bundan kuşkunuz olmasın, demiştik.

Ulusal sorun ancak proletarya devrimi tabanı üzerinde çözülebilir

Elbette söylediklerimiz bundan ibaret değildi. Ulusal sorun, ezilen bir ulusun en doğal ve meşru istemi olan ulusal özgürlük ve eşitlik istemi, ulusal hak kırıntılarıyla çözülebilir bir sorun değil. Bugün bu kırıntıları veren yarın ortaya çıkan yeni koşullara bağlı olarak onları geri de alır. Dünya tarihinin bir çok örneği bunu göstermektedir. Ya da, karşı yönden, bu kırıntıya bir dönem için razı olanlar, çok geçmeden ek şeyler de isteyecektir. Böyle olunca da, biraz erken ya da geç, çatışma kaçınılmaz bir biçimde kendini yeniden gösterecektir. Bu sorun köklü bir biçimde çözülmedikçe (ki bunu da ancak bir toplumsal devrim, proletarya devrimi başarabilir), tarih içerisinde kaçınılmaz biçimde kendini döne döne üretecektir, üretiyor da. 20. yüzyıl tarihi rta yerde duruyor; buna ister İrlanda’dan ister Filistin’den bakın, ister Balkanlar’dan ister Güney Kürdistan’dan bakın, yaşananlar bu açıdan son derece açıktır ve öğreticidir.

Balkanlar’da ve bazı eski Sovyet cumhuriyetleri bünyesinde yaşanan trajik olaylar ortadır. 20. yüzyıl tarihinin bize bu konuda net bir biçimde gösterdiği şudur; ulusal sorunun çözülüp yatıştığı ve giderek sorun olmaktan çıktığı dönemler, tam da toplumsal bir devrimle çözüldüğü ve devrimin yeni bir toplumun, sosyalizmin inşası çizgisini sürdürebildiği dönemler olmuştur. Devrimle köklü bir çözüme kavuşturulmadığı sürece bu sorun zaten varlığını şu veya bu biçimde hep sürdürüyor. Sorunun devrimle çözülmesi de yetmiyor; yeniden kendini göstermemesi için devrimin sürekliliğini koruması, yeni bir toplumun inşası doğrultusunda başarılı gelişmesini sürdürmesi gerekiyor. Devrimin yozlaştığı ve geriye dönüş süreci içine giridiği dönemlerde, bir dizi başka sorunun olduğu gibi bu sorunun da temelleri yeniden oluşmaya ve olgunlaşmaya başlıyor. Sınıflaşma süreci bu sorunu doğası gereği yeniden üretiyor. Bu tarihsel veri de, sorunun ancak proletarya devrimi ve sosyalizmin kuruluşuyla çözülebilirliğinin tersten bir doğrulamasından başka bir şey değildir.

Ulusal sorunun gidip son tahlilde proletarya devrimi sorununa bağlanması, proletarya devrimi çözümüne bağlanması bundan dolayıdır. Ulusal sorun, kendi sınırları içinde ele alındığında, elbette demokratik siyasal bir sorun; teorik olarak ele alındığında, tüm öteki demokratik siyasal sorunlar gibi, bu sorunun da kapitalizm içerisinde çözülebilirliğini düşünmek mümkün.

Ama bütün bir 20. yüzyıl tarihi bize gösteriyor ve marksist bilim tartışılmaz bir biçimde kanıtlıyor ki; bu meselenin temelinde, her türlü eşitsizliği ve baskıyı doğası gereği döne döne yeniden üreten burjuva sınıf egemenliği sistemi, onun dayandığı özel mülkiyet düzeni var. Bu temel ortadan kaldırılmadığı sürece; şu veya bu biçimde zaman zaman yatıştırılsa bile, bir süre için bir ölçüde tatmin edici gibi görünen bir çözüme kavuşturulsa bile, bazen de şiddet kullanılarak ezilip bir dönem için küllense bile, bu sorun kaçınılmaz olarak kendini döne döne yeniden üretir.

Özetle, İmralı’nın teslimiyet çizgisine saldırırken, teslim oldunuz diye size umduğunuz kırıntılar verilmeyecektir, diyorduk; ama bunun olacağı varsayılsa bile, Kürt sorunu hiç de bu kırıntılarla çözülmüş olmayacak, olsa olsa sadece bir süre için belki biraz yatışacaktır, diye de ekliyorduk.

Düzen cephesinde “çatlak” var mı?

Son birbuçuk yıllık sürece bakıyoruz. Devletin geldiği nokta şudur; devlet hiçbir tavize yanaşmıyor. Devleti temsil gücü ve yeteneği olan hükmedici irade, somutta ordu ve MGK üzerinden söylüyorum bunu. Türk burjuvazisi bünyesinde çatlaklar ya da bazı farklı eğilimler yok mudur, bunu bir yana koyuyorum.

TÜSİAD yöneticilerinden biri, Bülent Eczacıbaşı geçenlerde, bir Kürtçe televizyon olsa ne olur ki, diyor yakınma havası içinde. Ama bunu derken gerçekte bir politika mı savunuyor, yoksa son birkaç yıldır adet haline getirildiği gibi, göstermelik “demokrasi yandaşı TÜSİAD” mesajlarıyla, tüm bu pisliğin ve zulmün sorumluluğundan mı kaçılıyor böylece, bu da ayrı bir yanı. Neticede topluma hitabeden temel propaganda aygıtları onların elinde ya da denetiminde, tekelci basın, adı üzerinde tekelci burjuvazinin basını bu. Ama bakıyoruz, her konuda olduğu gibi Kürt sorununda da Genelkurmay çizgisi neyi gerektiriyorsa ona uygun bir davranış çizgisi içersinde hareket ediyor bu basın.

Dolayısıyla bir vesileyle edilmiş bir çift demagojik söz TÜSİAD imajını, dolayısıyla TÜSİAD şahsında tekelci burjuvazi imajını boyamaktan, onun gerçek konumunu ve sorumluluğunu gizlemekten başka bir anlam ifade etmiyor. Arada bir parmak bal çalıyorlar orta yere, birileri de ciddi ciddi alıp günlerce, haftalarca onu yalıyor. Özgür Politika’da çıkan yazılara bakın, utanç verici değerlendirmelerle karşılaşırsınız. Bir ucunda TÜSİAD, öteki ucunda Türkiye devrimci hareketi olan “demokrasi güçleri”nden sözediyor bazıları ciddi ciddi ve bunlar hep de gazetenin vitrinindeki adamlar oluyor. Bir değerlendirme ancak bu denli temelden yoksun, ancak bu kadar gerici, hayalci ve ciddiyetten yoksun olabilir. Üstelik katliam döneminde yazıldı böyle yazılar ve sırf Bülent Ezacıbaşı bir vesileyle böyle bir laf ettiği için.

Hatırlanacaktır, aynı TÜSİAD bir “Demokratikleşme Raporu” da yayınladı, tam da Susurluk pisliğine karşı kitle hareketinin geliştiği bir sırada. Ama bu bir sis bombasıydı, bununla zihinler bulandı, TÜSİAD bazı hamkafalar nezdinde demokrasi yanlısı bir imaj edindi. Susurluk pisliğinin arkasındaki toplumsal sınıfı böylece gözlerden gizlemeye çalıştı. Oysa bütün kanlı, kirli ve karanlık işler ve ilişkiler TÜSİAD düzeni için, bu düzeni ayakta tutmak için uygulanıyor. Bütün bu baskı ve zulüm, katliam ve işkence, İMF-TÜSİAD reçeteleri engelsizce uygulansın, sömürü programları kolayca hayata geçsin diyedir. Ama adamlar akıllı, durumu iyi idare ediyorlar. ‘87 Ocak ayında yayınlanan bu sözde “Demokratikleşme Raporu”, hemen ardından rafa kaldırıldı doğal olarak, bir daha da gören duyan olmadı.

Dolayısıyla, bir TÜSİAD mensubunun Kürtçe televizyon üzerine ettiği bir çift lafa ufak “çatlak” demenin de bir olanağı yok, bunu bir çatlak saysanız bile zerre kadar bir değeri yok. Kürt halkının özgürlük ve eşitlik isteminin boğulması pahasına Kürtçe televizyon ve birkaç başka kırıntı.... Kaldı ki, bu türden birkaç gözboyayıcı makyaja AB ile ilişkilerden dolayı ihtiyaçları da var, bu da sorunun ayrı bir yanı.

İç çatlaklar bahsinde MİT’in de yakın dönemde bir çıkışı var ve söylenenler çok ilginç olduğu kadar ibretliktir de. Abdullah Öcalan kastedilerek, birbuçuk yıldır elimizde, biz bu adamı niye kullanmıyoruz, diye soruyor ve yakınıyor, MİT’in tepesindeki adam. Doğal olarak bu da Abdullah Öcalan’ın kişiliği üzerinde ağır şaibe yaratan bir söylem oluyor. Söylenen şeyin nesnel mantığı özünde şu: Kürtlere Kürtçe televizyon türünden birkaç hak kırıntısı tanırsak, İmralı çizgisiyle girilen yeni yola ilişkin hayaller de böylece güç kazanır ve dolayısıyla Abdullah Öcalan’ın hareket üzerindeki otoritesi de sürer. Bu durumda hareketi düzen içerisinde teslim almak ve giderek tümden bitirmek kolaylaşır. Bunun niye yapılmadığını anlayamadığını söylüyor MİT’in tepesindek adam. Hiçbir şey vermemekle, kendisinden gereğince yararlanmak varken Abdullah Öcalan’ı da sıkıntıya sokuyor, otoritesini tehlikeye düşürüyor, böylece Kürt hareketinde yeni devrimci arayışların yolunu düzlüyorsunuz, demeye gelen bir söylem bu.

MİT bu konuda çok haksız da sayılmaz. Nitekim şimdi Öcalan çizgisi bir takım noktalarda fiilen aşılıyor. Kürt basını belli bakımlardan eski söylemlerine döndü, temel ulusal istemleri bir biçimde yeniden dillendiren bir eğilim var. Bu İmralı çizgisinden fiili bir uzaklaşma eğiliminden başka bir şey değil.

Tutarsız olan PKK’dır

Bugün devlet Kürt sorununda hiçbir tavize, küçük kırıntılar vermeye yanaşmadığı gibi, PKK’yı tümden bitirmek istiyor. Şu sıralar Kürt basınında üzerine büyük gürültüler koparılan “Güney harekatı”nın gerisinde de bu var. PKK’nın oradaki askeri güçlerini ezip tümden bitirmek istiyorlar. Devlet bu konuda kuşkusuz kendi cephesinden tutarlıdır; ortada Genelkurmay’ın net bir değerlendirmesi var, dağda tek bir silahlı adam kalmayıncaya kadar “terörle mücadele” kararlılıkla sürdürülecektir, deniliyor bu değerlendirmede. Uygulama bu değerlendirme ile tutarlıdır.

Tutarsız olan tümüyle PKK’dır. PKK İmralı çizgisi çerçevesinde ortaya bir yeni program ve strateji koyduğu iddiasında. Ama siyasal mücadele bir oyun değildir ve bunu en iyi bilenlerden birinin de PKK olması beklenirdi. Karşınızda sınıf ve devlet olarak deneyimli muhataplarınız var; attığınız her adımı ona göre değerlendirme gücüne ve yeteneğine fazlasıyla sahipler. Hem tüm temel ulusal hak ve istemlerden vazgeçildiğini söylemek, bunun için örgüt isimlerini değiştirmek yoluna giderek Kürdistan kavramını bile terketmek; ama hem de kendi tabanına yönelik söylemde tüm bunları eski hedeflere ulaşmanın yeni yol ve yöntemleri olarak sunmak, bir tutarsızlık ve ciddiyetsizlik örneğidir. Bu da sorunun bir başka yanıdır.

Abdullah Öcalan PKK’ya umut aşılamak ve tabanı yatıştırmak için, ilk bir yılda şunlar, ilk üç yılda şunlar, ilk beş yılda da bunlar diyor son zamanlarda. Biliyorsunuz daha önce bazı sonuçlara ulaşmak için aylardan, sonra mevsimlerden söz edilirdi; şimdi artık birkaç yıllık zaman dilimleri veriliyor, temelsiz umutlar sonu belirsiz yıllara yayılıyor ve Kürt kitlesi şimdi de bunlarla aldatılıp oyalanıyor. Abdullah Öcalan tabanı yatıştırmak ve yarattığı dayanaksız hayaller konusunda zaman kazanmak için söylüyor bunları. Ama izleyicileri alıp ciddi ciddi propagandasını yapıyorlar bunun, bu kısmi tavizleri alırsak arkasını da şöyle getiririz, zamanla temel ulusal haklarımıza da şöyle kavuşuruz diyorlar.
Ama, yinelemek gerekir, siyasal mücadele bir oyun değil, böyle kabalıkları ve ciddiyetsizlikleri kaldırmıyor. Karşı taraf sizin kendi kitlenizi bununla motive ettiğinizi, bununla donattığınızı görünce, öyle mi deyip sizi tümden ezme yoluna gidiyor. Bir Kürtçe televizyona bile katlanamaz bir noktada hareket etmelerinin gerisinde bunlar var aynı zamanda. Nitekim, Genelkurmay’ın Aralık başında, tam da Nice Zirvesi ile aynı günlerde, kamuoyuna açıkladığı değerlendirmede, bunlar “terörün yeni taktikleri” olarak açıkça ifade de ediliyor. PKK’nın hangi hesaplarla hareket ettiğini, siyasallaşmayla neyi hedeflediğini açık ve net bir biçimde tespit ediyor ve izlediği katı çizgiyi bununla ilişkilendiriyor.

Teslimiyetçi çizgiyle, taviz politikasıyla oyun oynanmaz. Ya gerçekten teslim olursunuz, teslim olduğunuz gücün insafına sığınırsınız, ya da böyle işleri idare ederek, bir takım oyunlarla güya karşı tarafı belli noktalardan gerileterek mesafe katedebileceğinizi sanırsanız, sadece kendinizi aldatmış olursunuz ve ortaya bugünkü durum ve açmazlar çıkar. Devlet cephesinden de ortaya neredeyse 12 Eylül dönemini hatırlatan tutumlara dönmek çıkar. Kürtçe türküler ve yayınlar savaşın en sert bir şekilde sürdüğü bir sırada bile engellenemiyordu, şimdi yer yer yasaklanıyor ya da toplatılıyor. Karşı tarafın da eli armut toplamıyor ki, onların da sürekli düşünen ve değerlendirme yapan kurumları var, üstelik sizinkiyle kıyaslanmayacak güç ve olanaklarla. Sizden çok büyük bir deneyime sahipler ve herşeyi sizden daha dikatli izliyorlar, daha iyi değerlendiriyorlar. Bütün bunları Genelkurmay’ın 7 Aralık’ta yayınladığı metin üzerinden somut olarak görmek mümkün. PKK’nın taktikleri ve hesapları sıralandıktan sonra, “son PKK’lı terörist” yokedilene ya da teslim alınana kadar bu savaş tam bir kararlılıkla sürdürülecektir, deniliyor bu açıklamada. İşte İmralı çizgisine angaje olmuş PKK’nın büyük açmaı bu.

Gerçekler dayanaksız hayalleri günden güne yıkıyor

Kürt kitlesi İmralı çizgisine ikna edilirken; Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek istiyor, bunun için de aslında bir yumuşama dönemi ve demokratikleşme süreci yaşamak istiyor, ama bizim radikal ulusal istemlerimiz ve buna dayalı mücadelemiz devletin esnemesini zora sokuyor, atacağı demokratik adımları engelliyor deniliyordu, değerlendirme böyle idi. Öcalan, ordu aslında 28 Şubat’ta bir demokrasi çıkışı yapmıştır, ben bunu zamanında görüp yanıt veremediğim için kendimi sorumlu hissediyorum diyordu. Türk ordusunu demokrasi mücadelesinin dinamiği ve öncü gücü ilan etmişti, İmralı savunmalarında. Gerillanın silahlı mücadeyi durdurması ve Türkiye sınırları dışına çekilmesi kararı da benzer biçimde gerekçelendirilmişti. Böylece Türkiye’de bir iç barış, yumuşama ve demokratikleşme süreci başlayacaktı, bu arada Kürt sorunu çözüm koşullarına kavuşacaktı, güya.

Katı gerçeklerin bir başka türlü olduğu bugün net bir biçimde ortaya çıkmış bulunuyor. Ne Türkiye Avrupa Birliği’ne girebileceğine inanıyor, ne de Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi almak gibi bir sorunu var. Dolayısıyla, Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye demokratikleşme gibi bir sorunu da yok Türk devletinin. Yumuşama diye de bir sorunu yok. Türk burjuvazisi ve devleti olayların nereye gittiğini çok iyi biliyor. F tipi hücreleri topluma boşuna dayatmıyor ki, F tipini hayata geçirmek için bu kanlı katliamları boşuna yapmıyor ki. Olayların mantığı, Türkiye’deki süreçlerin mantığı bunu gerektiriyor. Katliamı tahlil eden değerlendirmelerimizde, Türkiye’nin gerçekte nereye doğru gittiğini ayrıntılı olarak ortaya koymuş bulunuyoruz, burada bu konuda yinelemelere girmek gerekli değil.

Bugünün Türkiye’sinde peşpeşe İMF reçeteleri uygulanıyor ve bunun ne anlama geldiğini, hangi sosyal-siyasal sorunları ve sonuçları ürettiğini ise herkes biliyor. Bugün Türkiye servet-sefalet kutuplaşmasında dünyanın en kötü dört ülkesinden biridir ve bu uçurum giderek derinleşiyor. Böyle bir ülkede hangi yumuşama neye göre olacak? Eğer gerçekten yoksulluğa karşı, işsizliğe karşı, sefalete karşı, kültürsüzleşmeye karşı kitleler seslerini çıkarmazlarsa, bütün bunlara kuzu kuzu boyun eğerlerse, kuşkusuz belki mesele de kalmaz. Kimsenin durduk yerde kan akıtmak, cezaevlerine binlerce insan tıkmak diye bir sorunu yok.

Ama bu bir sınıfsal ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor. Bu çelişkilerin olduğu ve sürekli keskinleştiği bir yerde, işçi sınıfı ve emekçilerin kuzu kuzu boyun eğmesinin de imkanı yok. Burjuvazi de bunu biliyor ve bekliyor olmalı ki, devletin tahkimatını bütün gücü ve hızıyla sürdürüyor. Toplumda ciddi sosyal sorunlar varsa, bunların ifadesi çelişkiler sürekli keskinleşiyorsa, bu sorunlar ve çelişkiler herkesin iradesinden bağımsız olarak sosyal çatışma üretir. Buna karşı egemen sınıfın tavrı ise, her zaman olduğu gibi, baskı altına almak ve ezmekten başka bir şey olamaz. Tıpkı bugünün Türkiye’sinde herkesin çıplak gözle izlemekte olduğu gibi. Dolayısıyla, rejimin yöneliminde bir demokratikleşme, bir yumuşama sözkonusu değildir, olamaz da. Ortada bunun sosyo-ekonomik koşulları yok. Tüm göstergeler bunun tersinin oğru olduğunu gösteriyor.

Bu sonuçlarını Kürt sorunu üzerinden de gösteriyor. Burjuvazinin genel bir yumuşama yönelimi, dolayısıyla bunun içerisinde Kürt sorununa ilişkin bir yumuşama, belli tavizlerle sorunu yatıştırma tutumu yok ortada. Bu net bir biçimde açığa çıkmış durumda. Bugün bunun İmralı süreciyle yaratılan hayallere büyük darbeler vurduğu, Kürt kitlesinde giderek kendini hissettiren bir hoşnutsuzluğu mayaladığı da bir gerçek. Dış görüntüye hiçbir biçimde aldanmamak gerekir. Başlangıçta Kürt kitlesi gerçekten gelişmelerin olumlu seyredeceği iyimserliği içindeydi. Böyle bir iyimserlik PKK tarafından sistematik biçimde pompalanıyordu ve PKK’ya o güne kadar duyulan güven buna inanmayı kolaylaştırıyordu. Kürtler pompalanan bu hayallere bir biçimde inanmak da istedi, buna ihtiyacı da vardı. Kirli savaşın acurren;ır sonuçları ve mücadelenin yükü kadar, yıllardır sürdürülen “siyasal çözüm” çizgisinin yarattığı yorgunluk ve bıkkınlık da bunu zorluyordu.

Ama aradan geçen zaman devletin yönelimlerine gitgide daha çok açıklık getirdi. Ve bu kitle düşünebilen, politik bakışı olan bir kitle. Genelkurmay şahsında devletin katı tutumunu görüyor ve doğal olarak sorguluyor. Bu sorgulamanın kendisi aynı zamanda bu ülkede direnişi sürdüren devrimci güçlere bir sempati de üretiyor. Direnişin yankısı PKK’dan önce Kürt kitlesinde kendini gösterdi ve bu bir rastlantı değil. PKK’nın aldığı tavrın gerisinde aynı zamanda bu taban basıncı var. Yanısıra, hep söyleye geldiğimiz gibi, tabanda kendini göstermiş bulunan sorgulamayı bloke etmek, denetimden çıkmasını engellemek kaygısı var.

PKK’nın bunda ne ölçüde ve ne zamana kadar başarılı olacağı ayrı bir sorun. Ama gelişmelerin yönü ve gücü, Kürt emekçi kitlelerinin Türkiye’nin genel işçi ve emekçi hareketine günden güne daha çok yakınlaşacağını göstermektedir. Son zindan çatışması karşısında gösterilen ilgi ve sempati de bunun bir belirtisidir.



Emperyalizmin ve burjuva gericiliğinin gerici boğazlaşmalar içinde birbirine kırdırttığı Balkan halkları yeni bir trajedi ile yüzyüze...

Emperyalistler Balkanlar’da
yeni bir savaşın önünü açıyor...

M. Dicle

Balkanlar, halkların içiçe yaşadığı zengin bir etnik yapıya sahiptir. Özellikle eski Yugoslavya Federasyonu topraklarında bu içiçelik daha da barizdir. Ancak Balkanlar’ın bu yapısı özellikle son 150 yıllık tarih içinde egemenlerin çıkarları için uğursuz bir işlev görmüş ve defalarca halkların birbirine kırdırtılmasına vesile edilmiştir. Öylesine ki, 20. yüzyılın uluslararası siyaset diline “Balkanlaştırma” bir kavram olarak yerleşmiştir ve halkları bölüp parçalayarak birbirine kırdırtma anlamına gelmektedir.

İkinci paylaşım savaşı sırasında Balkan halkları, Hitler Almanya’sının emperyalist işgal güçlerine ve onlarla işbirliği halindeki monaşist/faşist yönetimlere karşı yiğitçe omuz omuza savaşmışlar, Kızıl Ordu’nun da katkılarıyla sonuçta parlak bir zafer kazanmışlardır. Bu, özellikle son on yıldır emperyalistler ve onlarla işbirliği halindeki gerici-şoven burjuvazi tarafından biribirine acımasızca kırdırtılan Yugoslavya halkları için geçerlidir. Yugoslavya’da ulusal kurtuluş ve halk devriminin zaferi, halklar arasında özgürlüğe ve eşitliğe dayalı gönüllü bir birliğin de koşullarını hazırlamıştır. Devrimin çok geçmeden girdiği bozulma sürecine rağmen, halklar 40 yılı aşkın bir süre kardeşçe yaşayabilmişlerdir. Bu, devrim sürecinin, emperyalizme ve gericiliğe karşı omuz omuza savaşmanın halklar arasında nasıl da sağlm bir birlik temeli yarattığının bir göstergesi sayılmalıdır.

Yugoslavya’nın batı kapitalizmiyle entegrasyona girmesiyle beraber ulusal-etnik ayrılıklar yeniden körüklenmiş ve onlarca yıl süren kardeşlik bağları zaman içinde erozyona uğramıştır. ‘89 yıkılışı sonrasında emperyalizmin Yugoslavya’yı parçalanma sürecine sokması ise, dünün kardeş halkları arasında kanlı boğazlaşmalar dönemini başlatmıştır.
Halkların birbirine boğazlatılması süreci, Yugoslavya Federasyonu’nun dağılması ve bölgenin emperyalist güçlerin askeri, siyasi ve ekonomik işgaline uğramasıyla sonuçlandı. Bosna-Hersek, Makedonya ve Kosova, boğazlaşmanın en yoğun yaşandığı bölgeler oldu ve bugün onbinlerce NATO askerinin kuşatması altında tutulmaktadır. ABD emperyalizminin bölgedeki çıkarlarına ters düşen Sırbistan ise, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu NATO ittifakının hunharca sadırısına maruz kalarak tahrip edildi.

Emperyalistler her müdahaleyi, “Balkanlar’da barışı tesis etmek ve ulusal baskıya maruz kalan halkların haklarını güvencelemek” ikiyüzlülüğüyle gerekçelendirmişlerdir. Oysa ulusal baskıyı yeniden ve yeniden üreten bizzat emperyalist-kapitalist sistemin kendisidir. Bu tür askeri müdahaleler, ya emperyalist hegemonyayı tesis etmek için, ya da emperyalistler arasındaki çatışmanın bir sonucu olarak gündeme gelmektedir. Her müdahale beraberinde savaşı getirmekte ve büyük acılar çeken bölge halkları olmaktadır.
Emperyalist güçlerin Balkanlar’ı işgal etmesinden sonra, çatışma ve savaşlar hiç bitmemiştir. Kosova’yı kurtarmak adına Yugoslavya’nın tahrip edilmesinin üzerinden henüz iki yıl geçmeden, Makedonya birlikleri ile Arnavut milisler arasında çatışmalar başlamıştır. Dolayısıyla, ne “ulusal hakların güvence altına alınması”, ne herhangi bir sorunun çözülmesi sözkonusudur. Tersine, Balkanlar bir barut fıçısı haline getirilmiştir.
Sırbistan’da ABD emperyalizminin uşağı bir hükümetin “sivil” darbeyle iktidara taşınmasından sonra, bölge tümüyle emperyalist güçlerin denetimine girmiştir. Bu denetim altında başlayan ve gittikçe yayılan çatışmaların, emperyalistler arası çıkar çatışmalarından bağımsız olmadığı, sergilenen tutumlardan rahatlıkla anlaşılmaktadır. Arnavut milislerin NATO denetimindeki bölgelerde ağır silahlarla donanarak rahatça dolaşmaları yeterince açıklayıcıdır.

Çatışmaların yayılma eğilimi gösterdiği bir süreçte, KFOR müdahale etmeyeceğini açıklıyor. Makedonya yönetimi BM’den müdahale istiyor, ancak karşılık bulamıyor. ABD Bosna-Hersek’ten 800 askerini çekme kararı alıyor. Aynı günler Kosova’yı Sırbistan’dan ayıran 5 km’lik bölge Sırp güçlerine açılıyor. ABD Arnavut milislerin saldırısını sözde kınarken, Washington Post gazetesi övücü haberler yayınlıyor. Savaşı yayma planını açıklayan sözde Ulusal Kurtuluş Ordusu ve destekçileri ise, ABD’den yardım alacaklarından emin açıklamalar yapıyorlar.

Makedonya NATO ve AB’den yardım istiyor. İsmail Cem Makedon Dışişleri Bakanı’nı Ankara’ya davet edip destek açıklaması yapıyor. Türk sermaye devleti kendince bölgede etkin olma çabasında. Ancak emperyalistlerin paylaşım sofrasında uşaklara kırıntıdan başka bir pay düşmüyor.

Makedonya’daki en önemli gelişme ise, Almanya’nın bu ülkeye Leopar tanklarını sevketmiş olması ve 400 askerini çatışma bölgesine doğru kaydırmasıdır. Bu gelişmeler, emperyalist odaklar arasında bölge üzerinden etkinlik kurma yarışına işaret ediyor.

Kosovalı Arnavutlar başlangıçta Sırbistan’ın baskılarına karşı haklı bir mücadele başlatmışlardı. Süreç içerisinde inisiyatifi ele geçiren emperyalizmin beslemesi gerici-milliyetçi güçler (UÇK), bu haklı tepkiyi gerici büyük Arnavutluk hayallerine bağladılar ve emperyalistlerin Balkanlar’a müdahalesinin ve hakimiyetinin bir imkanı haline getirdiler. Emperyalizmden çözüm bekler hale sokulan Arnavutlar, Kosova’nın işgaliyle sonuçlanan bir savaşa alet oldular.

Sorunun ana kaynaklarından biri bizzat emperyalizm olduğu halde, bu çatışmada taraflar yine emperyalistlerden medet umuyorlar. Kurbanlar cellatlarından kurtuluş bekliyorlar.

Tek çözüm yolu, Balkan halkalarının emperyalizme ve yerli uşaklarına karşı ortak savaşım yürütmesidir. Tarihsel deneyimler, başka çıkış yolu olmadığını göstermekle kalmamış, bunun olanaklı tek çözüm olduğunu da somut olarak göstermiştir.