İçindekiler:

29 Ağustos 2025
Sayı: KB 2025/11

Kriz, işçi hareketi ve engeller
Zorbalık, "Saray entrikaları."
"Yeni süreç" komisyonu ve hayaller
Erdoğan'ın timsah gözyaşları
1 Eylül Dünya Barış Günü
Savaşların gölgesinde 1 Eylül
"Yeni süreç" ve Rojava çıkmazı
Kapitalizmin ve barış mücadelesi
Talan düzeni yoluna devam ediyor
Ormanlar yanıyor, sermaye kazanıyor
Kamu sözleşme sürecinin gösterdikleri
TPI grevi ve zorlukları üzerine
Demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim-2
Engel'in ölümünün 130. yılı
Emperyalizmin paylaşım masası
Soykırımcı küstahlık dorukta
Filistin'de enerji kaynakları
Tianjin zirvesi ve güç dengeleri
Kapitalizm ve iklim çıkmazı
Zengezur Koridoru ve kuşatma
DGB İstanbul yaz kampı
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Sömürgeci / soykırımcı küstahlık dorukta

E. Bahri

 

AKP-MHP rejiminin etkin desteği ile Suriye’nin cihatçı terör örgütleri tarafından işgal edilmesi, İsrail’e hiç olmadığı küstah ve saldırgan tutum alma fırsatı tanıdı. Soykırımcı Netanyahu rejimi o kadar zıvanadan çıktı ki, Suriye’yi kendisine altın tepside sunan Erdoğan-Bahçeli ikilisini bile aşağılayıcı, hakaret dolu ifadelerle anıyor. Bu danışıklı bir dövüş mü, Suriye’nin yağmasından pay kapma kavgasının ürünü mü ya da her ikisi mi? Sebep ne olursa olsun sonuç değişmiyor: Bir kez daha “sözlü kapışma” içine giren Netanyahu-Erdoğan ikilisi, günün sonunda aynı projenin hayata geçirilmesi için çalışıyor. 

Ne var ki, Netanyahu rejimi küstahça ifadelerle Ankara’daki “gönüllü İsrail hizmetkarı” zevatı aşağılarken, siyonistlerin hedeflerine ulaşması için özel çaba harcayan ABD’nin Ankara büyükelçisi Tom Barrack ile Erdoğan arasında “su sızmıyor.” Saray’dan beslenen yandaş medya ise “Ortadoğu’nun sömürge valisi” havalarında konuşan Barrack’a ekran ve sütunlarını açmak için adeta birbiriyle yaşıyor. Zira Trump yönetimi tarafından güncellenen “Büyü Ortadoğu Projesi” kapsamında rol üstlenen Erdoğan-Bahçeli rejimi, “yağmadan pay almak” ve Trump tarafından takdir edilmek için elinden geleni yapıyor. Rejim, bu hedeflerine ulaşma beklentisiyle Washington-Tel Aviv patentli bu projenin başarısı için emre amade olduğunu sergilemekte herhangi bir sakınca görmüyor.

Halklara “Netanyahu-Colani modeli” dayatılıyor

Tel Aviv’deki soykırımcı rejim ile Şam’daki soykırımcı cihatçı terör örgütleri ABD ile İngiltere, Fransa, Almanya gibi emperyalist devletlerin gözdesi. Gazze’de hem bombayla/kurşunla hem aç/susuz bırakarak soykırım yapan Apartheid rejimi, halen kendisine yönelik eleştirilere küstahça yanıtlar veriyor. Zira adı geçen emperyalist devletlere, özellikle ABD’ye sırtını dayamanın kibir ve küstahlığıyla hareket edebiliyor. 

Cihatçı faşistlerin işbaşına getirildiği Suriye’deki tablo, İsrail’dekini tamamlıyor. Tarihleri iğrenç katliamlarla dolu olmasına rağmen işbaşına getirilen HTŞ ile diğer IŞİD, El Kaide artıkları, 8 Aralık’ta Şam’a yerleşir yerleşmez Alevi katliamına başladı, 6-10 Mart’ta ise vahşi bir soykırım yaparak yoluna devam etti. Suriye’yi vahşet çağına itip Alevilerin yanısıra Şiileri, İsmailileri, Dürzileri ve cihatçı zihniyete biat etmeyen diğer halkları katlettiler. Kadınları kaçırdılar, insanların evlerine, işyerlerine, arabalarına, topraklarına el koydular. Kısacası zorbalık ve ölümün kol gezdiği bir Suriye yarattılar. 

Tüm bunların ardından, “Trump, Colani ile yürümeye karar verdi” diye Washington’dan açıklamalar yapıldı. Tom Barrack, HTŞ ve Colani’ye methiyeler dizerken, 10 yıldan beri Suriye’de ABD ile işbirliği yapan PYD/YPG’yi hedef aldı. Aba altından sopa gösterdi. Zira Barrack’ın esas işi Netanyahu rejiminin soykırımına kalkan olmak, İsrail’in güvenliğini sağlamak, bölgede emperyalizme ve siyonizme karşı direnişi imha etmektir. 

“Netanyahu-Colani modeli” bölge devletleri tarafından da “meşru” kabul ediliyor. Bu rejimler destekleniyor, onlarla her alanda işbirliği yapılıyor. Yemen ve İran dışındaki bölge devletlerinin tümü Netanyahu-Colani ikilisinin barbarlıklarını destekliyor. Halkların genellikle edilgen, pasif kaldığı bu koşullarda emperyalist/siyonist güçler halkların direniş iradesini kırabileceklerini var sayıyorlar. 

Soykırım “serbest” direniş “yasak”

Bölgeyi emperyalist/siyonist planlara göre dizayn etmek isteyen ABD ülkeleri parçalıyor, halkları katlediyor, Netanyahu-Colani modelini halklara dayatıyor. Tüm bunları ve daha fazlasını yapıyor: Çünkü ABD planının başka türlü uygulanması mümkün değil. Bunun için ise halkların direniş iradesini kırmayı “stratejik” bir hedef olarak belirlemişler. Direnişin olduğu yerde halkların ABD-İsrail köleliğine uzun süre katlanmaları mümkün değil. Direniş iradesini kırabildiklerinde ise Filistin davasını ortadan kaldırabileceklerini var sayıyorlar. Belirtmek gerekiyor ki, bu konuda ABD-İsrail yalnız değil. Türkiye’den Suudi Arabistan’a, Mısır’dan Birleşik Arap Emirlikleri’ne, Ürdün’den Katar’a kadar bölgedeki tüm Amerikancı rejimler direniş iradesinin kırılması için birlikte çalışıyor. 

Soykırımcıların el üstünde tutulduğu yerde, ABD-İsrail barbarlığına karşı direnme cüreti gösteren Lübnan Hizbullah’ı “baş hedef” ilan edildi. ABD-İsrail saldırılarında ağır kayıplar veren parti ne teslim oldu ne direnişten vaz geçti. İsrail’in kara saldırısına karşı olağan üstü bir direniş göstererek Tel Aviv’deki soykırımcı çeteyi ateşkes istemeye mecbur bıraktı. Bu direniş iradesi kırılmadan ABD planının başarıya ulaşması mümkün görünmüyor. Savaşla direniş iradesini kıramadılar. Şimdi Lübnan’ı iç savaşa sürükleyerek bu hedeflerine ulaşmak istiyorlar. 

Trump’la Suudi Arabistan’daki kuklası Muhammed bin Selman, Lübnan’daki işbirlikçilerini sahaya sürdüler. Lübnan hükümeti, Hizbullah ve Emel Hareketi’nin meclisteki temsilcilerinin kesin olarak reddetmesine rağmen, Hizbullah’ın silahsızlandırılması yönünde karar aldı. Kararın yürürlüğe girmesi için Bakanlar Kurulu’nda onaylanması gerekiyordu. Ancak Hizbullah ve Emel Hareketi’ne bağlı bakanlar toplantıyı boykot etti. Lübnan yasaların göre bu durumda karar alınmaz. Ancak buna rağmen Nevvaf Selam başkanlığındaki hükümet kararı onayladı. Hizbullah’la anlaşarak Cumhurbaşkanı seçilen Josef Avn da hükümetin suçuna ortak oldu. 

Bu kararın Lübnan’da iç savaş fitilini ateşleme riski oluşturabileceğini tüm taraflar biliyor. Zira ABD ve İsrail savaş ve saldırganlıkla ulaşamadıkları hedeflerini, Lübnanlıları birbirine kırdırarak gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Buna rağmen kararın alınması, iradesini başka güçlere teslim eden siyasi figürlerin ülkeler ve halklar için ne kadar tehlikeli olabileceğini göstermesi bakımında ibretliktir. 

“İşgalin olduğu yerde direniş meşru bir haktır!” 

Hizbullah hem hareketin lideri Naim Kasım tarafından yapılan açılama ile hem de parlamentodaki grubu üzerinden (Lübnan’daki en kalabalık grup) hükümeti bu yönde bir karar almaması için uyardı. Bu konuda pek çok görüşme yapıldı. Buna rağmen Nevvaf Selam-Josef Avn ikilisi ABD-Suudi baskıları karşısında diz çökerek Lübnan’a ve halklarına karşı büyük bir ihanet anlamına gelen karara imza attılar. 

Tüm çabalara rağmen “silahsızlandırma” kararının alınmasına tepki gösteren Hizbullah, silahları teslim etmenin söz konusu bile olmayacağını ilan etti. İşgalin olduğu yerde direnişin hem meşru bir hak hem siyasi, ahlaki, dini bir sorumluluk olduğunu kabul eden Hizbullah, kararın “yok hükmünde” olduğunu vurguladı. “Onursuz yaşamak ya da savaş” arasında tercih yapmaya zorlandıklarında tereddütsüz bir şekilde ikincisini seçeceklerini, zorbalar önünde diz çökmektense savaşarak ölmeyi yeğleyeceklerini pek çok kez dile getiren Hizbullah liderleri, bu duruşlarında yalnız değiller. Şiilerin ezici bir çoğunluğu ile direnişten yana olan tüm Lübnanlılar da bu kanıyı paylaşıyor.

Tel Aviv ve Şam’daki iki soykırımcı rejim arasında kalan Lübnan’da direniş hareketine silah bırak demek, “cellada boynunu uzat” demekten başka bir anlam taşımaz. Her iki rejimin ırkı-mezhepçi olduğu ve direnen Şii’leri tamamen ortadan kaldırmak istedikleri kimse için bir sır değil. Bu gerçeği sadece Hizbullah değil, Lübnan’daki çocuklar bile biliyor. Bu koşullarda direniş elbette silah bırakmayacak. Mecbur kalırsa sonuna kadar tüm güç ve imkanlarıyla savaşacaktır.

Soykırımcı sömürgecilerin bu kadar küstahlaştığı yerde ilerici-devrimci güçler ve bölge halklarının emperyalizme, siyonizme ve bunlarla işbirliği yapan gerici rejimlere karşı mücadeleyi yükseltmeleri hayati bir önem taşıyor. Bu mücadelenin Filistin ve Lübnan başta olmak üzere, direnen tüm güçlerle enternasyonal dayanışmayı esas alması gerektiği ise aşikardır.