“Alaska”: Emperyalizmin paylaşım masası
A. Vedat Ceylan
“Emperyalizm, halkların kaderini kendi çıkarları için pazarlık masalarına yatırır; barış söylemi, yeni paylaşım savaşlarının üstünü örtmekten başka bir şey değildir.”
V. İ. Lenin
Alaska, emperyalist güçlerin tarih boyunca karşı karşıya geldiği özel bir coğrafyadır. Öncesinde Çarlık Rusya’sına ait olan Alaska, 1867’de 7,2 milyon dolara (bugünkü karşılığı yaklaşık 100 milyon dolar) Amerika Birleşik Devletleri’ne satıldı. Bu bölge, daha sonra Soğuk Savaş boyunca Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin askeri üsleriyle tahkim edilmiş, bugün ise Arktik bölgesine açılan stratejik kapı olarak yeniden dünya siyasetinin merkezine oturmuştur.
15 Ağustos 2025’te Alaska’nın Anchorage şehrinde yapılan ve ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i bir araya getiren zirve, “barış” ve “diplomasi” söylemleriyle sunulmuş olsa da gerçekte iki emperyalist kampın kendi çıkarları uğruna yürüttüğü pazarlığın bir yansımasıydı.
Zirve sonrasında tarafların dile getirdiği “önemli ilerleme kaydedildi ancak anlaşmaya varılamadı” açıklamaları, emperyalist diplomasinin özünü bir kez daha ifşa etti. Zirvede kat edilen “ilerleme” ise barışa dönük değil, emperyalistlerin yeniden paylaşım hesaplarına dayanıyordu.
Trump’la Putin’in yaklaşık üç saat süren görüşmesinde, önden belirtildiği gibi Ukrayna Savaşı temel mesele olarak öne çıktı.
Tarafların farklı ifadelerle dile getirdiği görüşler, aslında çelişkinin derinliğini ortaya koymaktadır. Trump, “haftada binlerce insanın öldüğünü” belirterek ateşkesin sağlanması gerektiğini vurguladı; Putin ise Ukrayna krizinin “kök nedenleri” ortadan kaldırılmadan kalıcı çözüme ulaşılamayacağını dile getirdi.
Bu kök nedenler ifadesi, Moskova’nın haklı olarak kendi güvenlik taleplerini öne çıkarmasının yansımasıydı. Böylelikle zirve, “barışın peşinde” teması altında aslında iki emperyalist gücün çıkarlarının örtüşmediğini ve çatışmanın temel nedenlerinin hâlâ ortada durduğunu gösterdi.
Alaska zirvesinin dikkat çekici boyutlarından biri, görüşmeden hemen önce Avrupa’dan gelen çıkışlardı. Berlin’de düzenlenen bir toplantıda, Almanya Başbakanı Friedrich Merz’in ev sahipliğinde bir araya gelen Avrupalı liderler, Trump’a, Putin’le görüşmelerde uyulması gereken beş koşul sundular.
Bu koşullar arasında Ukrayna’nın masada yer alması, görüşmelerin ancak ateşkes sonrasında başlaması, Kiev’e güvenlik garantilerinin sağlanması ve silah “yardımlarının” kesintisiz devam etmesi yer alıyordu. Bu şartlar, Avrupa emperyalizminin Ukrayna üzerinden yürütülen hesaplaşmada dışlanmamak, kendi çıkarlarını ABD-Rusya pazarlıklarının gölgesinde bırakmamak için geliştirdiği diplomatik bir manevraydı. Merz’in açıklamalarında “Toprak meseleleri konuşulabilir ama toprak devri asla tanınmayacak” vurgusu ise, aslında hukuki kılıflarla maskelenmiş bir siyasi çıkmazı işaret ediyordu.
Washington’un bu çıkışa verdiği yanıt, iki yüzlü diplomasiye tipik bir örnektir. Trump, Avrupalı müttefiklerinin önerilerini “yararlı” ve “harika” olarak tanımladı; fakat asıl önceliği kendi ajandasıydı. ABD’nin stratejik çizgisi, Ukrayna meselesinde Avrupa ile eşgüdüm görüntüsü verse de belirleyici kararları kendi eliyle alma ve süreci kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeyi esas alıyordu.
Avrupa’nın “koşullar” adı altında yaptığı çıkış, bu yüzden Trump için bir yük değil, görüşmelerde elini güçlendiren bir unsur sayıldı.
Moskova’dan gelen karşılık ise, emperyalist diplomasinin dilinden çok daha sertti. Putin, yeni silah kontrol anlaşmaları ihtimalini gündeme getirerek uzlaşmacı bir çerçeve çizmeye çalışsa da Rusya Savunma Bakanlığı ve 1995 yılında KGB’nin devamı olarak kurulan Rusya Federasyonu Federal Güvenlik Servisi (FSB) aynı gün yaptıkları açıklamada Ukrayna’nın 750 kilometre menzilli “Sapsan” balistik füzelerinin üretim programının tamamen imha edildiğini duyurdu. Pavlograd, Shostka ve Dnipro’daki üretim tesislerine düzenlenen saldırılar sonucunda programın sıfırlandığı, üretim altyapısının tamamen yok edildiği bildirildi. Bu operasyonun zamanlaması tesadüf değildir; Avrupa’dan gelen “koşullar” açıklamasına doğrudan bir mesaj niteliği taşımaktadır. Moskova’nın mesajı netti: “Ukrayna’ya sağladığınız destekleri boşa çıkarırız, hangi güvenlik garantilerini verirseniz verin, onları askeri gücümüzle geçersiz kılacağız.”
Bu noktada Almanya’nın rolü ayrıca dikkat çekmektedir. “Sapsan” programına Almanya’nın en azından finansal düzeyde katkıda bulunduğu ortaya çıkmıştır. Merz ve Bundeswehr (Alman Ordusu) Tümgenerali Christian Freuding’in, Ukrayna’ya uzun menzilli silah sağlanmasının Taurus füzelerinin teslimi yerine “yerinde üretim” projeleriyle telafi edilebileceğini dile getirdikleri biliniyordu. Dolayısıyla Moskova’nın imha açıklaması yalnızca Kiev’e değil, Berlin’e de doğrudan bir yanıt niteliği taşımaktadır. Avrupa’nın “beş koşulu” böylelikle masada daha dile getirilmeden sahada berhava edilmiş oldu. Bu arada Putin’i ABD’ye davet eden Trump’ın da bu koşulları dikkate aldığı söylenemez.
Bütün bu gelişmeler, Alaska zirvesinin aslında yalnızca iki taraf arasında değil, üç büyük blok arasında bir hesaplaşmaya sahne olduğunu gösteriyor. ABD ve Rusya, Ukrayna merkezli güç mücadelesinde doğrudan pazarlık yaparken, Avrupa ise bu pazarlığın dışında kalmamak için koşullar ileri sürmekte; ancak sahadaki gerçeklik, bu koşulları geçersiz kılmaktadır. Böylelikle Alaska’nın tarihsel olarak temsil ettiği simgesel anlam günümüze de taşınmış oldu: Emperyalistlerin pazarlık masasında coğrafyaların, halkların ve geleceğin alınıp satıldığı bir platform.
Zirvenin ardından verilen mesajlar, bu çelişkili durumu perdelemeye yetmedi. Putin, görüşmeleri “yapıcı ve faydalı” diye nitelendirirken, Trump ise “büyük ilerleme kaydettik” açıklamasını yaptı.
Ancak Trump’ın aynı anda dile getirdiği “Anlaşma sağlanana kadar anlaşma yoktur” ifadesi, emperyalist diplomasinin gerçek yüzünü ortaya koymuştur. Tarafların “ilerleme” vurgusu, yalnızca kendi kamuoylarını ve uluslararası “izleyicileri” oyalamaya yönelik bir taktik gibi görünüyor. Gerçekte ortada çözümsüzlük vardır ve bu çözümsüzlük, halkların barışı açısından değil, sermaye sınıflarının yeni çıkar hesapları açısından sürdürülmektedir. Zirvenin ardından planlanan ortak öğle yemeğinin iptal edilmesi bile, diplomatik nezaketin arkasındaki anlaşmazlıkların somut göstergesi olarak değerlendirildi.
Alaska zirvesi, emperyalist güçlerin barış üretmediğini, yalnızca kendi çıkarlarının gerektirdiği yeni paylaşım alanları için pazarlık yaptıklarını bir kez daha kanıtlamıştır. Trump ve Putin’in kırmızı halı üzerindeki yan yana görüntüsü, Avrupa liderlerinin koşul açıklamaları, Rusya’nın Ukrayna’daki füze programını imha duyurusu… Tüm bu gelişmeler halklar açısından tek bir anlama gelmektedir: Emperyalistlerin masasında barış yoktur, yalnızca savaşın ve sömürünün yeni biçimleri vardır.
Sonuç olarak, Alaska’daki buluşma emperyalist diplomasinin çelişkilerini bütün açıklığıyla sergilemiştir. “İlerleme” açıklamalarıyla örtülmeye çalışılan çözümsüzlük, aslında emperyalist sistemin yapısal karakteridir. ABD, Rusya ve Avrupa kendi çıkarlarını güvence altına almak için masaya oturmakta; fakat halkların güvenliği ve barışı bu hesaplarda hiçbir şekilde yer almamaktadır. Ukrayna, ülkesi ve halkıyla birlikte birkez daha pazarlık nesnesine indirgenmiş, emperyalist güçlerin nüfuz mücadelesinde bir koz olarak kullanılmıştır.
Alaska zirvesi, emperyalizmin halklara barış değil, yeni savaşların koşullarını dayattığı bir örnek olarak yaşandı. Rosa Luxemburg’un ifadesiyle, “Gerçek barış, emperyalistlerin masasında değil; halkların kendi mücadelesinde doğar”. Bugün için soyut bir çağrı gibi görünse de bu tespit, savaşsız bir dünyaya ulaşmanın yolunu gösteriyor. Tarihsel deneyimlerin de gösterdiği üzere, barış ancak dünya halklarının, işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesiyle somut bir gerçekliğe dönüşebilir.
|