“Yeni süreç” ve Rojava çıkmazı
A. Engin Yılmaz
İktidar tarafından “terörsüz Türkiye” olarak tanımlanan “yeni süreç”, çeşitli aşamalardan geçerek mecliste kurulan Komisyon ile yeni bir evreye taşınmış oldu. İsminin ve işlevinin ne olması gerektiği üzerine tartışılan ve çözüm araçlarından biri kabul edilen Komisyon’un kurulması için DEM ile Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş arasında yoğun bir görüşme trafiği gerçekleşti. Kürt hareketi koşulsuz olarak attığı geri adımlarla, Türk sermaye devleti için Kürt reformu gerçekleştirmesi konusunda uygun koşullar yarattığını ileri sürüyor. Dolayısıyla devletten “demokratik entegrasyon yasalarının çıkartılması”nı talep ediyor ve “çözüm” için hukuki güvence istiyor. “Sürecin tek taraflı ve sadece bizim atacağımız adımlarla ilerlemeyeceği bilinmelidir” uyarısı eşliğinde devleti adım atmaya çağırıyor.
Erdoğan, “bir müzakerenin, bir pazarlığın, bir al ver sürecinin neticesi olmadı“ğını iddia ettiği “terörsüz Türkiye projesi”ni, “Büyük ve güçlü Türkiye’nin şafağı söküyor” diyerek yüceltmiş, “ilk adım olarak TBMM’de bir Komisyon kuracak, sürecin yasal ihtiyaçlarını konuşmaya başlayacağız” demişti. Kurulan Komisyon ile devlet de bir adım atmış oldu. Kürt hareketi bu gelişmeleri, “Önder Apo’nun barış ve demokratik toplum manifestosu temelinde Kürt tarafı, teorik, felsefi ve stratejik büyük değişimlere imza attı” olarak sunuyor.
Erdoğan TÜGVA Yaz Okulları Finali Programı’nda yaptığı konuşmada da, “Terörsüz Türkiye” hedefinde “Milletimizin hasretini çektiği büyük ve güçlü Türkiye’ye kavuşmamıza çok az kaldı. Zulümle, krizle, çatışmayla boğuşan coğrafyamızda barış rüzgarlarının esmesine inanın çok az kaldı. ... terörün olmadığı; her metrekaresinde huzurun, güvenliğin, refahın, kardeşliğin egemen olduğu bir Türkiye” müjdesi vermişti. Fakat arada aylar geçmesine rağmen, Komisyon’un kurulması dışında çizilen pembe tabloya ilişkin hiçbir veri bulunmuyor. Buna rağmen taraflar, sorunun çözüleceğine ilişkin sahte umut ve hayaller yaymaya, vaatlerde bulunmaya devam ediyorlar.
Bu arada, sürecin seyrine etkide bulunabilecek, Suriye ve dolayısıyla Rojava’da tarafların umut ve beklentilerini gölgede bırakabilecek gelişmeler yaşanıyor. Özellikle Türk devletinin temel ulusal güvenlik kaygısı ilan ettiği Rojava’nın statüsü sorunu, planlamaya uygun olarak ilerlediği iddia edilen “yeni süreç”in akıbetini belirleme potansiyeli taşıyor. Öte taraftan Kürt hareketi, son olarak Cemil Bayık üzerinden, “Atacağımız tek taraflı adımlar bitmiştir. Gerisi iktidarın-devletin adım atmasına kalmıştır. Şimdi onu bekliyoruz” diyerek, sürecin bu noktada tıkanabileceğine dikkat çekiyor. “Türkiye’de Kürt sorununu çözmek isteyen adını koyar. Şimdiye kadar adını koyma yoktur. ‘Terörsüz Türkiye’ var” diyen Bayık, “Türkiye’de Kürtleri kabul edecekler ve düşmanlıktan vazgeçeceklerse Suriye’de neden Kürtlerin yıkım ve tasfiyesine bu kadar yoğunlaşmışlar” biçiminde haklı bir soru sorarak, devletin sorunu çözmeye istekli olmadığını söylemiş oluyor.
Gelişmelerin nereye evrileceği, “yeni süreç”in hangi ihtiyaçların ürünü olarak gündeme geldiğiyle çok yakından ilgilidir. Bahçeli’nin çıkışıyla başlayan sürecin, dinci-faşist iktidar tarafından biri iç diğeri dış olmak üzere iki temel hedefi olduğu, hemen herkesçe paylaşılan bir olgudur. Sürecin içe dönük hedefinin “iç cepheyi tahkim etmek” olduğunu söyleyen ve sorunu “terörsüz Türkiye” olarak tanımlayan; dış hedefini ise ABD-İsrail ikilisinin Ortadoğu’ya yeni bir düzen getirme çabasının verdiği korkuyla belirleyen bir iktidarla yüz yüzeyiz. Bu nedenle Rojava’nın tasfiyesi üzerinden “yeni” bir Kürt politikası geliştirmek zorunda kalan bir rejimin, Kürt sorununda çözüm eksenli adımlar atması olanaklı değil.
Dolayısıyla olup bitenlerin, Kürt sorununu “barış ve demokrasi” temelinde çözmek iddiasıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Çözmek bir yana, dinci-faşist rejim onu kısmi reformlara tabi tutmak yeteneği ve isteğine de sahip değildir. İktidara geldiği günden itibaren her türlü hak ve özgürlüğe saldırarak sınırsız bir diktatörlük kurmak peşinde koşan ve kurmuş bulunduğu keyfi baskı rejimini pekiştirmek isteyen, burjuva muhalefete bile soluk aldırmayan dinci-faşist iktidar, Kürtlere hangi temel haklarını verebilir ki? Kürt sorununun, Türk burjuvazisi ve devletiyle uzlaşarak ve bu temel üzerinde devlet ve toplumla bütünleşerek çözülebileceği hayallerini yaymak, Kürt hareketinin trajedisidir.
Suriye’de kaos, Rojava’da belirsizlik!
Emperyalistlerin ve gerici devletlerin müdahalesine sahne olan ve HTŞ çetelerine teslim edilen Suriye’de ve Rojava’da yaşanan gelişmeler, Suriye halklarının yanı sıra Kürt hareketi ve halkı aleyhine rahatsız edici işaretlerle doludur. Şeriatçı katillerden oluşan HTŞ’nin, önce Alevileri ardından Hristiyan ve Süryanileri hedef alan kanlı saldırılar zincirinin yeni halkası, Dürzilere yönelik katliam oldu. Bu durum Suriye’deki kaosu-belirsizliği gösterdiği gibi, Rojava Kürtlerinde de kendilerinin de hedef haline gelebileceği kaygılarına neden oldu. Tüm dünyanın gözleri önünde sergilenen bu pervasız katliamların ABD ve batılı emperyalistlere rağmen gerçekleşmesi olası görünmüyor. ABD’nin Türkiye büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın açıklamaları, katliamlara göz yumulduğunun, yanı sıra Türkiye’nin çıkarlarını gözeten bir politika izlendiğinin kanıtı niteliğindedir. Barrack’ın önerdiği “Osmanlı Millet Sistemi” modeli ise Türk devletinin “yeni Osmanlıcılık” hayalinin okşanmasıdır.
Ayrıca Barrack, SDG’yi “Sonsuza kadar bebek bakıcısı ve ara bulucu olarak burada kalmayacağız” türünden rencide edici sözlerle tehdit etmiştir. “Kürtlere devlet sözü vermedik”, “YPG PKK’dir ya da türevidir”, “tek devlet, tek bayrak, tek ordu” açıklamaları ile de ABD’nin Türk devletinin ve HTŞ’nin yanında durduğunu ilan etmiştir. Böylece Rojava Kürtlerini bir açmazla yüz yüze bırakmıştır. ABD ve batılı müttefiklerin yanı sıra Suriye’nin cihatçı rejimi ve Türk devleti, Rojava’da özerk yapı ve federasyon gibi çözümleri kabul etmeyecekleri konusunda hiç değilse bu aşamada anlaşmış görünüyorlar. Suriye Dışişler Bakanlığı ABD İşler Daire Başkanı Kuteybe el-İdlibi de, Rudaw’a verdiği röportajda, hem Suriye hükümetinin hem de ABD yönetiminin “ordu içinde ordu, devlet içinde devlet olmaz temel ilkesi üzerinde hemfikir oldukları”nı duyurdu.
Halihazırda Suriye ve Rojava’da tercihini Türk devletinin çıkarlarını gözeterek yapan ABD’nin, Türkiye ve Şam rejimini kendisi ile İsrail’in ekseninde birleştirdiği ve İran’a karşı konumlandırabildiği bir durumda, önceliğini Kürtlerden yana yapması için bir neden görünmüyor. İç kamuoyunu aldatmaya ve emperyalistler arasındaki çatlaklardan yararlanmaya dönük zaman zaman ABD ve İsrail karşıtı şovlar sergilese de, Ortadoğu’da ABD-NATO’nun tetikçisi ve İsrail’in örtülü müttefiki olan Türkiye, neden tercih edilmesin ki? Dolayısıyla sürecin nasıl ilerleyeceğini belirleyecek olan, Kürt hareketi ve dinci faşist rejim değil, asıl olarak emperyalist güç odaklarıdır.
HTŞ ile birlikte türlü kirli oyunların içinde olan Türkiye, efendilerinin tutumunda aldığı destekle de, kazanımları korumak isteyen Rojava Özerk Yönetimini, Hakan Fidan üzerinden “Kendi güvenliğimiz tehdit altına girerse askeri seçeneği devreye sokarız” sözleriyle tehdit ediyor. SDG’ye askeri yapısını dağıtmasını ve enerji kaynakları ile sınır kapılarını HTŞ yönetimine devretmesini dayatıyor. Bahçeli ise “PYD/YPG terör örgütünün Siyonist tuzağa kapılmadan, maksimalist heveslere aldanmadan 27 Şubat İmralı çağrısına müzahir hareket etmesi de en azından kendi hayrına olacaktır” tehditleri savuruyor. MGK’nın yayınladığı bildirgede de Rojava hedef alınıyor.
Tüm bu gelişmeler, Rojava kazanımını korumak isteyen Kürt hareketini önemli zorluklar ve açmazlarla karşı karşıya bırakmış bulunuyor. Bağımsız bir konumu olmayan ve düştüğü denizde yılana sarılmış bulunan SDG ve Özerk Yönetim’in mevcut durum karşısında nasıl bir tutum ortaya koyacağı az çok bellidir. Bunun da sürmekte olan “yeni süreç” ve Suriye’deki gelişmeler üzerinde etkide bulunacağı muhakkaktır. Dolayısıyla “yeni süreç”te söz konusu olan, Kürt sorununun ulusal eşitlik ve özgürlük temelinde çözülmesi değil fakat Kürt hareketi ve halkının özlemlerinin istismar edilmesi, Türk burjuvazisi ve emperyalistlerin çıkarlarına dolgu malzemesi yapılmasıdır.
Batılı emperyalistlerin ve Türkiye başta olmak üzere gerici bölge devletlerinin dillerinden düşürmedikleri Suriye’nin “birliği, huzuru, kapsayıcılığı ve demokrasisi”ni inşa etme iddiası ise iğrenç bir yalandır. Sözü edilen “kapsayıcı birlik ve demokrasi”, yuları birden fazla güç odağının elinde olan, Suriye halklarını temsil etmeyen, ideolojik dokusu nedeniyle Alevilere, Dürzilere, Hristiyanlara, Kürtlere, hatta laik Sünnilere kin ve düşmanlık duyan, bunu da katliamlarla kanıtlamış bulunan çağdışı şeriatçı çetelerle mi sağlanacaktır? Ayrıca İngiltere, ABD ve diğer batılı emperyalistlerin yanı sıra İsrail ve Türkiye gibi gerici devletlerin müdahale ettiği hangi ülkede demokrasi ve huzur sağlanabilmiştir ki?
Sonuç olarak, bir mayın tarlasına dönüşen Suriye’de Kürtler başta olmak üzere Suriye halklarını daha büyük acılar bekliyor. Krizler, savaşlar ve faşizmin yükselişiyle belirlenen bir dünya ve bölge tablosu içinde, Ortadoğu’da halkların eşitliğe ve özgürlüğe dayalı kardeşçe birliğini ancak laik, demokratik ve devrimci bir program sağlayabilir. Ortadoğu halklarını yaşadıkları acı ve yıkımdan ancak böyle bir program kurtarabilir. Bunun dışında emperyalistlerin ve gerici devletlerin bölge halklarına dayattığı her seçenek, büyük bir sosyal yıkım ve acılar, gerici savaş ve boğazlaşmalar demektir.
|