15 Temmuz 2016
Sayı: KB 2016/26

Yıkılmayı bekleyen bir iktidar: Dinci-gerici AKP iktidarı
Dinci iktidar dışarıda çark ediyor, içeride azgınlaşıyor
Devletin “çok amaçlı” Suriyeli politikası
Gerçek suçlular, Suriyelileri fırsata çevirenlerdir!
Kürt coğrafyasında katletme ve direnme geleneği
Hurşit Külter nerede?
Ekonomik yıkım saldırısı yaşamın bütününü hedefliyor!
Greif işçisi Eylül için kırmızı çizgilerini belirlemeli!
Kamu Emekçileri Forumu’nun düzenlediği kamp üzerine
Park Termik’te TİS bilmecesi!
NATO Varşova Zirvesi: “Savaşa hazır olun!”
Avrupa’da ve Almanya’da yeni bir döneme doğru
Fransa’da kavga sürüyor ve sürecek
Toplumsal cinsiyet rolleri ve artan gericilik
Yaz sıcağını kavganın ateşine çevirmek için...
Suruç’tan bugüne katliamlar ve korku toplumu
“Demokrasi cephesi” çağrıları üzerine
Suriyelilere vatandaşlık verilmesi üzerine
Cehennemi cennete çevirmek için: Birlik!
Dolmabahçe Direnişi 48. yılında
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Cehennemi cennete çevirmek için: Birlik!

 

“Çukurovam,
Kundağımız, kefen bezimiz

Kanı esmer, yüzü ak.
Sıcağında sabır taşları çatlar,
Çatlamaz ırgadın yüreği.

(Yalnız Değiliz)

Ahmed Arif Çukurova sıcağını ve ırgatını böyle anlatır şiirinde. Şairin bu şiiri yazdığı ‘50’li yıllardan bu yana aslında Çukurova’da değişen tek şey artık daha fazla sanayi ırgatlarının olması ve bununla beraber tarla sıcağının üzerine 20-25 derece sıcaklık ekleyebileceğimiz fabrika sıcaklığıdır…

Çukurova’da yaz geldi mi çoğu insan Toroslara doğru yaylaya gider; bölgede eski bir Yörük geleneğidir. Çoğu insan dediğim, toplumun çoğunluğu değil, geçimini idame ettirmek için fabrikalarda çalışanların dışındaki çoğunluktur. Öyle ki 16.30-00.30 vardiyasına gitmek için sokaklardan servis noktasına doğru yürürken saat 15.00 sularında sanki kent terk edilmiş gibi bir hava vardır. İnsanın içinden ister istemez; “Galiba herkes yaylaya gitti de bir tek işçiler kaldı bu cehennemde” gibi bir düşünce geçiyor.

Bu düşüncelerle beklerken asfalttan çıkan buhar eşliğinde servis geliyor. İşçilerin suratında belirgin bir keyifsizlik hakim, herkes suskun dışarıyı seyrediyor yol boyu. Biraz sonra servis kırmızı ışıkta duruyor. Tam karşımızdaki parkta, ortasında fıskiye olan havuza atlayan sokak köpekleri serinledikten sonra ağaçların altında uzanıyorlar. Yanımdaki işçi acı bir tebessümle bana onları gösteriyor kafasıyla:

“Köpeklerdeki keyfe bak!”

Biraz sonra fabrikanın kapısındayız. Servislerden ardı ardına işçiler iniyor. Sıcağın altında kartlarımızı okutmak için sıraya giriyoruz yüzlercemiz. Kimi sinirli küfrediyor, kimi suskun sigarasını içiyor, kimi yanındaki işçiyle sohbet ediyor:

“Ne bayramı gardaş ya… Çarşıya inecek cesaret mi var; her şey ateş pahası, ancak çocuklara şeker aldık evde oturduk.”

Kapıdaki curcuna bittikten sonra ağır ağır bölümlere dağılıyoruz. Soyunma odasının kapısında sabah vardiyasından çıkan işçilerin, üzerlerini değişmesini bekliyoruz. Çünkü alan yetersiz, ancak 40-45 kişinin sığabileceği bu soyunma odasında 75-80 işçi giyiniyor. Tavanı basık, içerisi havasız, keskin bir ter ve buna karışan bir makine yağı kokusu, ayaklarımızın altı yapış yapış yağ... Vardiyadan çıkan arkadaşlarla selamlaşıyoruz, hepsinin suratları sıcaktan kızarmış ve demir tozunun karartısı kalmış. Demir tozunun bir bölümü akan terle beraber boyunlarında ve sakallarında birikmiş. Ayaklarını sürüye sürüye geliyorlar:

“Öldük gardaş, valla saat 4’ü zor ettik, bu ne sıcaktır öyle ya!”

Giyinenler çıkışa doğru yöneliyor:

“Hadi kolay gelsin size.”

“Eyvallah, iyi istirahatler.”

Ve bizim mesai başlıyor, gürültüler eşliğinde; vinç sesi, demir sesi, makine sesleri, arada boğuk boğuk bağrışmalar. Sanki cephede savaştayız. İçerisi beter sıcak, adeta bir fırının içindeyiz. Galvaniz havuzunun üstünde sıcaklığı gösteren ekran duruyor: 490 derece… Dışarısı 40 derece ise içerisi 60 derece… Arada bir üzerimizdeki fabrikanın tişörtlerini çıkarıp sıkıyoruz. Sırılsıklam ter akıyor işçilerden. Patronların serinlemek için yüzdükleri lüks havuzlarda bu ter var işte! Ter gözümüzü yakıyor, silmek istiyorsun ama ellerin simsiyah demir tozuyla kaplı. Ya da bir bez kullanıyorsun, fakat zaten bir saat sonra o da demir tozu doluyor; yüzünü sildikçe, yapışan demir tozu zımpara gibi suratını aşındırıyor, canın yanıyor. Demir tozuyla beraber demir kancalardan damlayan asit vücudunda sanki binlerce karınca varmış da kemiriyor hissi veriyor. Bu esnada usta başının iğrenç sesi kulaklarını tırmalıyor:

“Hadi acele edin iki saat oldu bir kapağı dolduramadınız…”

İşçiler kendi aralarında küfür etmeye başlıyorlar. Kollar yaradan iltihaplanıyor, bazen kanıyor. Kan! Geçen aylarda çatıdan düşüp ölen işçi geliyor insanın aklına; kulaklarından ve ağzından kan gelmişti. Patronlar bu yaz sıcağında havuz başlarında kan kırmızısı şaraplarını yudumluyor. O şaraba kırmızı rengini veren işte bizim kanımız. O zaman da işçiler böyle küfür etmişti öfkeyle…

Mesai bitiyor, ayaklarımızı sürüye sürüye lavabolara gidiyoruz. Her zamanki gibi sabun bitmiş, suyla temizlenmeye çalışıyoruz. Az önce gündüz vardiyasından çıkan işçilerin görünümünü biz alıyoruz bu sefer, bütün işçiler birbirine benziyor. Ve gece vardiyasına gelen işçilerle selamlaştıktan sonra, yine o leş gibi kokan soyunma odasına giriyoruz. Üzerimizi değiştikten sonra çıkış kapısına doğru yürüyoruz. Arkamızdan bir arkadaşın sesi geliyor;

“Gardaş sabah olur mu?”

Gülümsüyoruz: “Olur olur, hadi gene iyisiniz, güneşi ilk siz göreceksiniz.”

Yorgun argın çıkış kapısına doğru yürüyoruz. Kartları okuttuktan sonra servislere biniyoruz. İşçiler yorgun yorgun homurdanıyor. Biliyoruz bugün bu homurdanmalar yarın çığlığa ve sloganlara dönüşecek. Peki bizim alın terimizle servetlerine servet katıp günlerini gün edenler biliyor mu? Bizim kanımızla beslenen kan emici asalaklar biliyor mu? Bilseler de bilmeseler de bunu somutta görecekler! Biz Çukurova’nın sıcağında yanıyoruz, evet, ama onlar yarın işçilerin yaktığı direniş ateşinde yanacaklar. İşte o zaman onların vücutlarından soğuk terler akacak.

Biz işçilerin tek kurtuluşu fabrikalarımızda birliğimizi kurarak, sınıfa karşı sınıf bakışıyla mücadele etmekten geçer. İşte bunu gerçekleştirdiğimiz zaman ne Çukurova ne de bu ülkenin herhangi bir yeri işçiye cehennem patrona cennet olacak….

Servis gecenin karanlığında ilerlerken bitkin düşen işçiler uyuyor. Biraz sonra servis bir işçiyi indirmek için duruyor. Hışırtıyla beraber gözümü açıyor, etrafıma bakınıyorum ineceğim noktaya varmış mıyım diye. Servisin durduğu yerin karşısındaki bir direğin üstünde bir pul… Sokak lambasından süzülen ışıkla aydınlanan pulun üzerinde bizim özlemimiz yazıyor:

Metal Fırtına Yol Gösteriyor…
İŞÇİLERİN BİRLİĞİ

SERMAYEYİ YENECEK!
METAL İŞÇİLERİ BİRLİĞİ”

Çukurova’dan bir metal işçisi

 
§