6 Kasım 2015
Sayı: KB 2015/41

Seçim oyununun kazananı sermaye düzeni oldu
Parlamenter hayaller ve iki sonuç
Seçimlerin ardından...
Patronlar: Önümüz açıldı
Düzenin seçim oyununda ayak oyunları
MGK: Devlet terörünün “yasal” koordinatörü
Basına baskı özgürlüğü dağıtıyor
G20 Zirvesi için lüks oteller ve gözaltı merkezi
Şakran’da Ankara Katliamı’na öfke
“Kazanana kadar direneceğiz”
“Taleplerimiz kabul edilene kadar fabrika önündeyiz”
MİB ‘Metal Fırtınası Sempozyumu’ düzenliyor
‘Kaleler düşerken’ yazısına cevap!
1 Kasım seçimleri
"Buz kırılmış, yol açılmıştır!"
Ekim Devrimi yol göstermeye devam ediyor!
Hegemonya krizi derinleşiyor
Mültecilik üzerine bir deneme!
Dış basında 1 Kasım değerlendirmeleri
Üniversite çalışmasında pratik bir deneyim üzerine
Kapitalizmin gençlere gelecek vaadi: İşsizlik
Devrimci Gençlik Birliği Türkiye Meclisi Sonuç Bildirgesi
Kadının tarihsel ezilmişliğinin ve köleliğinin en zorlu halkası: Din
Kadın cinayetleri devam ediyor
Kadınlar ve yağmurlar - K. Ehram
Devlet hapishanelerde daha da saldırganlaşıyor
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kadınlar ve yağmurlar

K. Ehram

 

Arap yarım adasından Babil’e, Mezopotamya bozkırlarından Hint Okyanusu'na kadar esen bir rüzgârın peşinden sürüklediği ve ancak insanlığın mazhar olabildiği bir takım acıları yüklenmiş bulutlar… Bu bulutlar her mevsim soğuğun ve fırtınanın habercisi gibi dolaşırlar diyarlar boyu. Uğradığı her köye yabancı, fakat yine de misafirperver karşılanan bir gezgin misali, nereden gelip nereye gittikleri hiç belli olmadan. Konargöçer kabileler nasıl katar katar yol alırsa, öyle dingin öyle kararlı aşarlar mavi çölün kurağını. Öyle mahzundurlar…

Yağmur çalıyor kapıyı. Biraz mavi, biraz asabi… Yağacak belli ki, kararlı. Yağacak yağmasına fakat, önce beklemesi var. Zamanın, bir fidan büyütür gibi ağır ağır akışı sonunda ağaçtan meyve düşercesine ani kırılıverecek saatler ortasından. Beklemek zorunda şimdi yağmur. Yağsa kıyamet kopacak. Yağsa kıyamet… Yağsa…

Siyah bir pelerin gibi örtülürken gecenin üzerine karanlık, saydam bir adım beliriyor yıldız gölgelerinin arasından. Bu adımlar onun. Yedi annenin mirasını, yedi kurbanın kanını taşıyor damarlarında.

Ev sessiz. Katlanmış çamaşırları, yıkanmış bulaşıkları ve tarifi imkânsız bir boşluğu bırakarak ardında çıkıp gitmiş belli ki çoktan. Bu terk ediş sırasında yapayalnız olduğu ürkek bakışlarının duvara bıraktığı izlerden belli. Zaten hayatı boyunca hep yalnızdı. Oysa bedeninde mor yanardağlar gibi sızlayan volkanlar kadar kalabalıktı içi. Çocukluğu, çocuk olduğu kadar öksüzlüğü vardı. Böylece sonu her zaman belirsiz bir yolculuk olduğunun sırrına eremeden hayatın ve bir damla bile içemeden sihirli suyundan bin türlü güzelliğin, gidiyordu işte. Ağlayan üç yaşında bir çocuk kalıyordu ardında, kim bilir hangi el kucaklarında anasının ne kadar da hayırsız bir kadın olduğunu beynine nakış gibi işleyen zehirli sözlerin tesiriyle büyüyecek.

Anası… Ah bilmiyorsun küçüğüm, bir gece yarısı yağmur çalarken kapıyı, baban beyninden vurdu ananı. Senin kokuna doyamadan düşüverdi yere zayıf düşmüş bedeni ince bir gül dalı gibi. Seni alıp götürdüler, görme diye. Görmedin. Belki de hiç soramayacaksın; nereye gider bu bulutlar?

Fakat yüklendikleri acıların yüce dağlar ardında uzun süre beklemiş çığlar gibi derinden ve sessiz büyümekte olduğu ve bir gün öylesine ani ve gür bir çağlayan gibi içinden boşanıvereceği zaman kollanır ellerini göğe kaldırmış kadınlar tarafından. Bir adak adanırken yolculuğun en tehlikeli durağına varılır, yani artık geri dönülemeyecek o noktaya…

Yağmur çalıyor kapıyı. Israrcı, sağanak… Bir çığlık gibi yırtıyor evlerin çatılarına kar olup birikmiş sessizliği. Yarım ay çizilirken üç bin yılın gecesinde gök kubbe üzerine, eskimiş bir cümbüşün ezgisi ile durmadan raks eden bir Çingene biraz daha kırmızı katıyor gecenin tuvaline.

Sokak tenha, yollar boş. Karanlıkta yolları kesişen iki gölgeden yalnızca biri galip gelmiş. Avuçlarında parçalanmış son kadehten dökülen, bedeni üzerine ölü bir hayvanın ağırlığınca leş gibi serilmiş adamın saçlarından damlıyor. Saçları arasında cam kırıkları ile cismi insana benzeyen, ismi ise bilinmeyen mahlûkun havaya karışan nefesi bir sis olup çöküyor sokağın üzerine. Bu sisler arasından işte böylece solup gidiyor çingenenin gülü.

Dişleri yerine sanki birer çivi çakılmış ve yanakları yerine sanki üç dağların engebesi kazınmış katil için fazla narin bir kurbandın sen kızım. Cümbüş bir daha çalınmamacasına yere düşmeden evvel, kızının ardından kalan bir babanın beton gibi katı sessizliği içinde titreşen ellerin gölgesi düştü şimdi Arnavut kaldırımlarına, cümbüşün sahibinin aklından geçirdiği son soru göğe asılı duran yarım ayın köşesine asılı kaldı.

Bir uzun hava gibi dinlersiniz onların uğultulu fısıldayışlarını. Uzaktan, çok uzaktan geçen bir gemiyi seyre dalar gibi izlersiniz onların semaha durur gibi ahenk içinde döne döne yol alışlarını. Sanki içinizden bir parça da onlarla birlikte ağır ağır uzaklaşır.

Yağmur çalıyor kapıyı. Çok beklemiş, fakat yorulmamış bir yolcu gibi vakur… Çıplak bir beden, hareketsiz, yerde yatıyor. Tüm bu hareketsizlik için fazla hareketli etraftaki gölgeler. Biri sigara yakıyor, biri deklanşöre basıyor. Kendilerine biçilen sefil yaşamın süresi daha dolmadı, kan kokan nefesleri henüz sonuncusunu bulmadı. Çıplak beden, hareketsiz, yerde yatmaya devam ediyor. Silah tutan elleri hafif açık kalmış, avuç içleri terli. Düşmanla yüzleşen bir savaşçının gergin cesareti ile hareketsiz ama dipdiri bir ten, bir can, bir canan… Düzlüğe indiğinde avlanan vahşi bir dağ kekliği gibi uzanıyor yerde yıldızları kendine evindar eden o esmer, o yiğit kadın.

Sol bacağından kan sızıyor, sanki bir beden değil insanlığın açık yarası kanıyor. Vicdan gibi, bir parça ekmek gibi, bir dala yeni konmuş kuş gibi bir şeyler aynı anda inciniyor. Hırçınlaşıyor uykusunda bebek, huysuzlanıyor. Durgun denizlerin dipleri bulanıyor, sular birbirine karışıyor. Sus oluyor sonra uzak bir evin bir odasında titrek yanan lamba, gecenin karanlığına karışıyor sönmez denilen ışığı. Aynı anda bin yürek, bin kafa, on bin yumruk aydınlanıyor o bir nefeslik ışığın akıyla. Kin kesiyor acı, kor kesiyor su, buz kesiyor ateş! Bıçak oluyor, mavzer oluyor öfke, anaların zılgıtlarında. Bir tilili çekiliyor ki hey dost, yankısı Munzur doruklarında, Ege kıyılarında, Çukurova’nın uçsuz bucaksız düzlüklerinde, sarp Hemşin yamaçlarında! Ekin oluyor Van, Van oluyor Muş’tan Bitlis’ten son trenle gelen kara haber…

Ne kadar isteseniz de artık tutmak için çok geç kaldığınız bir el gibi usulca bırakıverirsiniz boşluğa eskimemiş bir sevdanın son kalıntılarını. Şimdi yola düşmek zamanıdır, bulutlar ve çılgınlar için. Duracak vakit yoktur, kalmamıştır saatlerde kum, damlaya damlaya tükenmiştir kan, saçları rüzgârlı, sırtları kamçılı, kimisi karınları bebeli kadınlar için. Arkasında bir ana, bir baba, bir dost, bir kardeş, bir yar bırakan kadınlar… Yaşamak için savaşan kadınların öyküsü tıpkı yağmur gibi, bu sancılı, bu efsunlu kervanın içindeki gizde yol alır. Şimdi dile gelmemiş bir vedanın son deminde bir kadın rüzgarlara karışır…

 

 

 

 

‘10 ayda 346 kadın öldürüldü!’

 

Umut Vakfı, kadın cinayetlerine ilişkin olarak yaptığı açıklamada, son 10 ayda 346 kadının öldürüldüğünü belirtti.

Açıklamaya göre 2014 yılındaki ilgili vakalarda 306 kadın ve onları korumaya çalışan yakınlarıyla birlikte 314 kişi öldürüldü, 136 kadın ve yakını yaralandı. Bu yıl ise ilk 10 ayda 268’i tabanca, tüfek, bıçak gibi çeşitli silahlarla olmak üzere 345 vakada toplam 346 kadın ve aile fertleri öldürüldü, bir kısmı ağır olmak üzere 73 kadın yaralandı. Toplam 46 koca, eski koca veya sevgili de eşini veya sevgilisini öldürdükten sonra aynı silahla intihar etti, intihar girişiminde bulunan bir koca yaralandı. Bir kısmı ağır yaralanan kadınların daha sonra ölüp ölmediği bilinmiyor.

 
§