14 Eylül 2007 Sayı: 2007/36(36)

  Kızıl Bayrak'tan
   İşçi sınıfı taban örgütlülüğüne dayalı
militan mücadeleye hazırlanmalıdır!
  Abdullah Gül’ün Kürt illeri gezisi üzerine...
Kürt halkına yönelik saldırılar yoğunlaşıyor…
İlerici-devrimci sendika ve kurumlardan tersane işçilerine destek çağrısı:
Tersane işçileri GİSBİR’e yürüdü...
İş cinayetlerine karşı
tek seçenek mücadele!
  DİSK yeniden “Budak”lanıyor!
  Petrol-İş Genel Kurulu...
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Liberal sol için bir pusula ya da islami
demokratik faşizmin işçi sınıfı ile imtihanı/III /
Yüksel Akkaya
  Tersane havzasında mücadelenin ve örgütlenmenin imkanları üzerine
  Termik santral ölüm demektir!
  İstanbul Kent Sempozyumu sekreterlerinden Mücella Yapıcı ile konuştuk...
  Siyonist haydutlar Suriye’yi taciz ediyor!
  Dünyadan...
  Jose Maria Sison’la dayanışmayı yükseltelim!
  Bültenlerden..
  Kadını mahrem ve namahrem kılanlar
heykeldeki çıplaklıktan elbette utanacaktır!
  Ruhi Su: Ezilenlerin gür sesi
  Musa Anter’i ölümünün 15. yılında saygıyla anıyoruz...
  İşgal altındaki topraklarda
kadın olmak!..
  Gülsuyu’nda coşkulu festival!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kadını mahrem ve namahrem kılanlar heykeldeki çıplaklıktan elbette utanacaktır!

1973 yılında iktidara CHP-MSP koalisyonu gelir. Aynı tarihlerde Karaköy’ün orta yerinde Güzel İstanbul isimli bir heykel vardır. CHP-MSP koalisyonunun iktidara gelir gelmez ilk icraatı bu heykeli “törenle” yıkmak olur. Öyle ki, heykeltraş Gürdal Duyar’ın büyük bir özenle yonttuğu, şekil kazandırdığı heykel, tekrar bir taş yığını haline getirilir. Çünkü İstanbul, çıplak bir kadın bedeni ile özdeşleştirilmiştir!

1973’ün üzerinden 34 yıl geçti. Ancak 34 yıl önceki zihniyet değişmek bir yana, ‘80 darbesi sonrası bilinçli ve sistematik olarak derinleştirildi. Ve işte şimdi Antalya’nın Kemer İlçesi’nde “Aşk yağmuru” isimli bir heykel, “Güzel İstanbul” heykeli ile aynı kaderi paylaşmak üzere… Çünkü bu heykelde de bir erkek bir kadının beline sarılmış ve onu yukarıya doğru kaldırıyor. Vücut hatları olabildiğince belirgin ve gerçekçi… “Aşk yağmuru”na şekil veren heykeltraş Zafer Sarı ise doğal olarak isyan ediyor ve “heykeli kaldıracaklarsa, beni de bu ülkeden sürgün etsinler” diyor.

Emeğe, üretime, sanata saygısızlığın ve insana-insani olana yabancılaşmanın örneği olan bu tartışmaların her ikisinde de açık bir siyasi rant kavgası göze çarpıyor. Yani tartışma hiç de yoldan geçip, gözü heykele takılan bir vatandaşın “isyan” etmesinden kaynaklanmıyor. Aksine siyasi rant peşinde koşan birileri, kurban edilecek olan heykeli yoldan geçen vatandaşın gözüne zorla sokuyor. Hem de heykel ile ilgili bir hükmü de çoktan beynine kazımış olarak. Siyasi arenada rant sağlamak hiçbir zaman tek başına siyaset tartışarak başarılamaz. Her siyasal yaklaşım kendini besleyecek bir toplumsal atmosfer ve toplumsal algı yaratmak ister. İşte heykellerin alet edildiği bu kavgada birileri daha fazla iktidar ve daha fazla koltuk sevdasına toplumu adım adım karanlık bir gericilik cenderesine sıkıştırmak istemektedir.

Heykelin Kemer ilçesine dikilmesine ön ayak olarak CHP’li yönetimin yıpratılması için girişilen bu heykel karalama, gerekirse taşlama/taşlatma kavgasının sonuçları ise kendi kapsamını çokça aşıyor. Çünkü kendi erkini bir heykeli yerle bir etmenin altında arayanlar, bunun için koca bir toplumun bilincini dumura uğratmaktan geri durmuyorlar.

AKP Kemer İlçe Başkanı heykele bakınca utandığını söylüyor. Eski CHP belediye başkanı (son seçimlerde ise MHP milletvekili adayı idi), heykelin ailelere ve genç kızlara hakaret niteliği taşıdığını söylüyor. Müstehcen, pornografik olmakla, hatta ahlaki değerlere saldırmakla suçlanan heykel, Kemer yerel yönetimini hedef alan bir dizi açıklama ile beraber karalanıyor.

Peki bir heykeli pornografik yapan, müstehcen kılan nedir? Çıplak olması mı? Yoksa erkek figürün kadın figürüne sarılmış olması mı? AKP ilçe başkanı buz pateni izlerken de aynı utanç duygusuna kapılıyor ve televizyonda kanal değiştiriyor mu? Ya da MHP’nin milletvekili adayı yolda birbirine sarılmış yürüyen çift gördüğünde, bunun da karısına, kızına yapılmış bir hakaret olduğunu mu düşünüyor? Heykelde sorunun erkek figür olmadığı açıklamalardan anlaşılıyor! Peki yıllardır bu ülkede nü çalışan ressamlara saldırılmasının, çıplak kadın heykellerinin un ufak edilmesinin gerisinde ne yatıyor?

Bunu kadına saygı olarak yorumladığımızda, böylesine buram buram küf kokan bir saygı göstergesinin içinde kendimize duyduğumuz öz saygıyı kaybederiz. Bu olsa olsa, kadınların aynı anda mahrem ve namahrem görüldüğü zihniyetin ürünü bir saygı olabilir. Kadın birilerine aittir, bu yüzden mahremdir! Kadın birilerinden gizlenir ve bu yüzden namahremdir. Ama bu; aynı kadında zor yoluyla birleştirilen mahremiyet ve namahrem olma durumu, kadını en fazla cinsel obje olarak görmenin bir göstergesi olabilir. Gördükleri ilk çıplak objeden, ister üç yaşında deniz kenarındaki bir kız çocuğu olsun, ister kara kalem bir tablo, isterse de insan emeği ile biçimlenmiş bir taş, utanç duyarlar!

Bu öylesine bir algıdır ki müstehcenlik, pornografi ve hatta günah bile iktidar eliyle kadın cinsine özgüdür. Bu yüzden türbanlı kızlar otobüs duraklarının arkasında gizli gizli dondurma yemek zorunda kalır. Ya da sanki bir suçlu gibi en ücra koruluklarda çıkarlar ilk randevularına… Bu yüzden kız çocukları daha 7 yaşlarında bacak bacak üstüne atarken dikkat etmeyi ve her etek giydiklerinde, eteği çekiştirmeyi öğrenirler. Ve bu yüzden eğer bir filmde öpüşme sahnesi geçiyorsa, o filmi kalabalıkta izleyen kadınlar kafalarını hep öte tarafa çevirir. Bütün bunlardan çıkartılabilecek tek sonuç; kadına özgü müstehcenliğin kaynağı, gericiliğin kaynağı ile aynıdır. Bir heykeldeki çıplaklığı pornografik bulanlar bugün kadınları zorla örtülerin altına sokanlardır.

‘94’te Melih Gökçek Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olarak tarihe geçen bir icraat gerçekleştirir. Ankara’nın muhtelif yerlerindeki heykellere karşı saldırıya geçen Gökçek, bu heykelleri müstehcen bularak kaldırtır. Kendisine gösterilen tepkiler karşısında Gökçek “içine tüküreyim ben böyle sanatın” der… 11 yıl sonra “Periler ülkesi” isimli heykel, kolu kanadı kırılmış olarak mahkeme kararı ile yerine konur… Heykeltraşı Mehmet Aksoy ise heykeli onarmayı reddeder; “bu kırık onun onurudur!” der…

Türkiye’de heykelciliğin tarihi yazılırken mutlaka bu üç mağdur heykele de yer verilmeli… Hem de sayfalarca… O zaman kimse o yazıya ya da kitaba heykelcilik tarihi diyemez! Çünkü bu üç örnek, eklenebilecek diğerleri ile beraber sözkonusu yazı ya da kitabı Türkiye’de gericiliğin belgesi haline getirecektir.



Burjuva medya kullandığı dille taciz ve tecavüze zemin hazırlıyor!

Gülcan Köse ile ilgili iki hafta arayla burjuva medyada iki ayrı kapsamda haber yer aldı. Bunlardan ilki bir kadının Galata Köprüsü üzerinde gecelikle balık tuttuğu için gözaltına alındığını yazıyordu. İkincisi ise kadının Galata Köprüsü üzerinde tacize uğradığını, ardından gözaltına alındığını ve kadının gözaltındayken de taciz, dayak ve şiddet gibi çeşitli saldırılarla karşı karşıya kaldığını anlatıyordu. Ancak ilki suçlayan, ikincisi ise sözde savunan bu haberlerde kullanılan dil ve üslup sermaye medyasının kadına bakışını gösteriyor.

İlk haber, Gülcan Köse’nin neden Galata Köprüsü’nde balık tutmaya gittiğini açıklamak ile uğraşıyor. Öyle ki haberin hemen başında Köse’nin boşanmış olduğu ve çocuklarının kendisine gösterilmediği belirtiliyor. Bu çabanın arka planında, Gülcan Köse gibi yalnız bir kadının balık tutmaya yalnız gidişine bir gerekçe bulma kaygısı yatıyor. Sanki böyle bir neden bulunamazsa Köse’nin güvenlik güçlerince taciz edilmesi meşrulaşacakmış gibi...

Sonra habere devam ediliyor. Köse’yi gözaltına almak için polislerin geldiği ve ona “bu giysilerle burada duramazsın” denildiği anlatılıyor. Haberi yapan muhabir bu sefer de uzun uzun Köse’nin giysilerinin açık saçık olmadığını, dekolte ile hiç ilgisi olmadığını vb. anlatıyor. Sanki eteğin boyu, yakanın açıklığı tacizi meşrulaştıracakmış gibi bir yaklaşımla Köse’nin ne kadar derli toplu giyindiği üzerinde duruyor.

Ancak bütün bunlara rağmen habere öylesine başlıklar atılıyor ki, sanki birileri içinden “oh olsun” desin isteniyor. “Etekle balık tutmaya giden kadın...”, “dekolteli balıkçıya polis tacizi...”, “mini etekli balıkçı kadınla röntgenciler kapıştı”... İşte bu başlıklar sokak ortasında yürüyen her kadını taciz ve tecavüze uğrama riski ile karşı karşıya bırakıyor!

Kadınları savunmak amacıyla kaleme alınan yazılarda içine düşülen bu kaba ve bilinçli “hatalar”, haberlerin ilgi çekmesi amacıyla yapılıyor ve sonuçları kadınlar açısından oldukça ağır oluyor. Bugün toplumda tacize ve tecavüze uğrayan kadınlar karakolda aynı şeyi yaşamaktan ya da toplum tarafından suçlanmaktan korktukları için seslerini çıkartamıyorlar.

Oysa neden bir kadının sırf canı istedi diye yalnız başına balık tutmaya gidemediğini tartışmak ve hiçbir “ama”lı cümle kurmadan kadınların hangi kılıkla olurlarsa olsunlar tacize uğramalarını mahkum etmek gerekiyor. Aksi halde, taciz ve tecavüzün meşru sayılabileceği durumlar varmış gibi kurulan her “ama”lı cümle, benzer saldırıların yaşanmasına ve bunların gizli kalmasına zemin yaratmaktadır yalnızca. Sermaye medyasının yaptığı da budur.