17 Kasım 2006 Sayı: 2006/45 (45)
  Kızıl Bayrak'tan
   İstanbul İşçi Kurultayı... Devrimci sınıf çizgisinde kararlı ve soluklu bir çalışmanın belirgin başarısı!
  Nitelik ve nicelik olarak güçlü bir devrimci sınıf hareketi etkinliği!
  KHK temsilcisi’nin Kurultay’da yaptığı konuşma...
  Kurultay’a gelen mesajlardan...
Sınıf bilinçli işçiler İstanbul İşçi Kurultayı’nı değerlendiriyor...
Burjuva ideolojik egemenliğe karşı mücadele ve sınıf hareketi
İşçi sınıfının toplumsal konumu ve tarihsel devrimci misyonu (Orta Sayfa)
 Kürt sorununun çözümünde boş hayaller
  Susurluk düzeninin mahkemesi Susurlukçu Sedat Bucak’ı akladı
  Asgari ücret hakkı için sesimizi yükseltelim!
  Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu 3. Toplantısı Sonuç Bildirgesi:
  ODTÜ’de soruşturma saldırısına karşı “Arkadaşıma Dokunma!” kampanyası
  Enosis, Taksim, milliyetçilik ve Kıbrıs: AB yolunda engel mi? - Yüksel Akkaya
  Amerikan rejimi Irak konusundan politika değişikliği arayışında…
  Emperyalist-kapitalist düzenin efendileri siyonistlerin suç ortaklarıdır!
  “Medeniyetler buluşması” mı, emperyalist saldırganlığa hizmet mi?
  Ateşkes süreci... M. Can Yüce
  Sözkonusu olan ticarettir! - Mumia Abu-Jamal
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ateşkes süreci...

M. Can Yüce

Bilindiği gibi, İmralı Partisi PKK/Kongra-Gel, 1 Ekim’den geçerli olmak üzere bir “Ateşkes süreci” başlattığını ilan etti. O günden bu yana bu konu, Kuzey’deki tartışmaların, politik etkinliklerin ve gündemin en önemli konusu haline geldi. Ülkemizdeki politik dinamiklerin dikkatleri bu konu üzerinde odaklandırılıyor, ilgi ve enerjisi bu noktaya yöneltiliyor. Halkın önüne konulan gündem bu ve bunun başarısı için her çevrenin, “sivil toplum kuruluşlarının” çaba göstermesi gerektiği tekrar tekrar vurgulanıyor… Tabii bugün ilan edilen ateşkesin üzerine oturtulduğu tarihsel süreç, ideolojik ve politik çerçeve gözlerden kaçırtılarak… Şantaj ve blöf yöntemleri kullanmayı ihmal etmeyen İmralı Partisi, kısa bir süre önce bu sürecin ne zamana kadar devam edeceğini de açıklamış bulunuyor: Öcalan, hükümete seslenerek bu sürece Mayıs 2007 tarihine kadar olumlu yanıt verilmesi gerektiğini, tersi durumda olabileceklerden sorumlu olmayacağını, PKK’nin de artık kendisini dinlemeyeceğini belirtti…

Öncelikle bazı kavramlara yeniden açıklık getirmek gerekir. Savaş, silah belli bir politik programa ulaşmak için başvurulan temel bir araçtır. Savaşın, “politikanın şiddet araçlarıyla devamı” biçiminden tanımlanması da bundandır. Politik bir programa oturmayan bir savaşın cinayet olduğu da bilinmektedir. Politik etki, yaptırım ve sonuç almanın en temel etkeni de savunulan politik programın kendisidir. Politik hedef ve amaçlardaki tutarlı kararlılık, politik etki yapmada, politik caydırıcılıkta ve sonuç almada en temel etkendir. Tutarlı ve kararlı politik bir program olmadan hangi araç ve yöntem kullanılırsa kullanılsın, politik etkide bulunmak, sonuç almak, dahası ciddiye alınmak mümkün değildir.

Kuşkusuz politik programın tek başına varlığı da politik etki yaratmada, politik sonuç almada, bir güç olarak hesaba alınmak için yeterli değildir. Tutarlı ve samimi bir politik program kadar bunun ağırlığına denk düşen mücadele araç ve yöntemlerinin de belli bir stratejik çerçeve ve taktik anlayış içinde kullanılması zorunludur. Politik program ve bunun ağırlığına denk bir pratik mücadele çizgisi, politikada güç haline gelmenin, ciddiye alınmanın, hesaba katılmanın, politik etki yaratmanın, politik sonuç almanın olmazsa olmaz koşullarıdır. Bu ikisi birden bir bütün olarak yoksa, yapılan şeye, halkın deyimiyle, “havanda su dövmek” denir!

Ateşkes, savaş sürecinde belli politik hedefler, politik hesaplar veya soluklanmak için başvurulan bir yöntem… Bu türden bir ateşkes ya tarafların anlaşmasıyla sonuçlanarak “barış”a dönüşür ve savaş biter; ya da bu “mola” dönemi sonuçlandırılarak savaşa devam edilir. Genel anlamda ateşkesin anlamı budur ve bu süreçte tarafların konumu, tutumu, kendi politik programı ve taktikleri açısından durumu tartışılabilir! Yani taraflar açısından ateşkes kararının anlamı, getirip götürdükleri ve bunun daha sonraki süreçler üzerindeki etkisi ayrı bir tartışma konusudur.

Ateşkes bir taktik olarak sunuluyorsa, bunun hangi stratejik çizgi ve politik hedeflere oturduğu, bundan beklenilen sonuçların neler olduğu çok iyi ortaya konulmak durumundadır.

Yok, ateşkes politik çözülmenin bir işaretiyse, ya da politik programın terkinde bir adım imasını veriyorsa, o zaman, bunu, genel anlamdaki bir yaklaşımı ateşkes kategorisi içinde değerlendirmek doğru olmaz. Bu genel tanımlar bağlamında yapılanlara ve söylenenlere bakıldığında, çok kaba bir yanıltma ve saptırma sürecinin yürütülmekte olduğu görülecektir.

Yüzeyde ve nesnel politik gelişmeler bağlamında bakıldığında İmralı öncesi “ateşkesler” ile sonrası “ateşkesler” arasında ortak noktalar kadar kimi farklılıklar da göze çarpmaktadır. “Ateşkesler” sözcüğünü tırnak içinde verdik, çünkü bunların gerçek anlamda, ya da yukarda çerçevesini çizdiğimiz anlamda ateşkes ile ad dışında ortak noktalarının az olduğunu vurgulamak durumundayız.

Bilindiği gibi, 1988 yılında M. Ali Birand ile yapılan röportajda Öcalan, kimi adımlar atılması karşılığında ateşkes ilan edebileceğini, silahlı mücadeleye tümden son verebileceğini belirtmişti. Bu yaklaşım devletin ve onun gerçek yönetici kadrosunun dikkatinden kaçmamıştı. Bu yaklaşım politik bir program ve stratejiye mi dayanıyordu, yoksa belirlenen ve resmen savunulan politik program ve stratejiden dramatik bir kopuşu, onu terk edişi mi anlatıyordu? Başka bir ifadeyle, belli bir politik kararlılığı, kendine güveni ve gücü mü yansıtıyordu; yoksa politik çözülmeyi, zaafiyeti ve güçsüzlüğü mü? O zaman bu soruların yanıtları net değildi, ama zaafiyet yanı daha ağır basıyordu… Bugünden bakıldığında, daha doğru bir deyişle İmralı sürecinin ortaya çıkardığı gerçekler ışığında bakıldığında şu çok rahatlıkla söylenebilir:

O zaman dile getirilen ateşkes, siyasal çözüm sözleri, tutarlı ve kararlı bir politik programa, bunu uygulama stratejisine ve devrimci bir taktik anlayışa oturmuyordu. Bu sözler ve bu doğrultuda atılan adımlar, parti programında belirtilen çizgiden, hedef ve amaçlardan dramatik bir kopuş anlamına geliyor, hiçbir devrimci stratejik ve taktik kaygıya oturmayan devlet ve düzenle uzlaşma, daha doğrusu onun tarafından kabul görme, kabul edilme nihai amacına oturuyordu. Bu, bir zaaf ve çözülme işaretiydi ve pratikte temsil edilen gerilla ve halk gücü ne olursa olsun politik bir değer ifade etmiyordu, politik bir caydırıcılık da içermiyordu… Kısacası teslimiyetçi bir anlayış ve ruhhali, politik olarak ciddiye alınmayı değil, politik çözülme ve çürüme sürecine alınmayı gerektirirdi. TC de bunu yaptı…

Şu önemli bir sorudur:

1993 tarihinden sonra sayısız kez “ateşkes” ilan edildi. Her ilan edilişten sonra sayısız kez tehditler savruldu. Ama bunların hiçbiri ciddiye alınmadı, ne doğrudan ne de dolaylı olarak… Tersine alay konusu oldu, hep tartışma dışı tutuldu…

Peki, neden?

Bu sorunun yanıtları üzerinde hiç duruldu mu? Bu yaklaşımın iç mantığı, politik anlamı ve gerekçeleri özeleştirel bir bakışla tartışıldı mı?

Hayır!

Sadece TC’nin yaklaşımı ve mantığı propaganda üslubuyla eleştirildi, bütün sorumluluk ona yüklendi… Evet, TC’nin yaklaşımı esneme yeteneği olmayan bir çizgiye, inkar ve imha sistemine oturuyordu. Bunun bilinmeyen veya anlaşılmayan bir yanı yok. Burada önemli olan yapısı, çizgisi ve politikası bu olan bir devlet karşısında senin politik programından ödün vermeden kararlı ve inandırıcı bir taktik anlayışa sahip olmandır. Böyle bir devlet “sözle ikna olmam, seni ezer geçerim” diyor! Peki, sen ne yapacaksın? Onu ikna etmek için yerlere mi kapanacaksın, yerlerde mi sürüneceksin? “Bizi kabul ederseniz bu kadar güçlenirsiniz, Ortadoğu’da büyük bir güç olursunuz, devletin bütünlüğünü de korursunuz” laflarıyla onu ikna edeceğinizi mi sanıyorsunuz? Burada pazarlanan, kabul edilmek, yani teslimiyet ve bunun onlara vereceği güç ve güç potansiyelinin kendisidir! Bu durumda içi boş tehditlerin blöf değeri bile olabilir mi? Teslimiyetin bir pazarlık değeri, ikna etkisi olabilir mi?

İmralı öncesinde ilan edilen “ateşkesler”, söz düzeyinde, resmi anlamda henüz terk ve reddedilmeyen bir programa ve stratejiye dayanıyor izlenimini veriyordu. Çünkü bağımsızlık, federasyon gibi hedefler, silahlı mücadelenin temel mücadele olduğu anlayışı henüz terkedilmemişti. TC’nin bütünlüğü savunulmuyordu. Dolayısıyla yanılsamalı olarak “ateşkesler”in bir taktik olarak algılanmasına yol açabiliyordu… Ama İmralı süreciyle birlikte parti programının bir hayal olduğu ilan edildi, Kürdistan kavram olarak terkedildi, TC’nin bizim ortak devletimiz olduğu, Misak-ı Milli’nin ortak vatanımız olduğu, Kürt sorununun bir kültürel kırıntılar sorunu olduğu, silahlı mücadele devrinin kapandığı, onun yerine yasal demokratik mücadele yönteminin esas olduğu biçiminde yeni bir teslimiyet ve tasfiye programı ilan edildi… Bu “yeni” çizginin bir gereği olarak gerillanın silahsızlandırılması süreci başlatıldı. 2 Ağustos 1999 tarihinde silahlı mücadele teorik olarak reddedildi, bunun bir gereği olarak gerillanın sınırların ötesine çektirilmesi gerektiği belirtildi ve bu pratikte uygulandı. Bu, bir ateşkes değil, silahlara veda, bir daha silahları kullanmama, silahları toprağa gömme hareketiydi… Bunda samimi olduklarını kanıtlamak için adına “Barış grupları” denilen iki teslimiyet grubu gönderildi. Ama devlet, teslimiyeti ciddiye almadı, her teslimiyet adımını yeni teslimiyetler için bir basamak olarak kullandı. Gerillanın tümden ve pratik olarak silahsızlandırılması için devletin af ya da buna yakın bir yasal düzenlemeyi yapması gerekiyordu. Ancak bu konuda da en küçük bir adım dahi atmadı. Bu, aynı zamanda politik bir program ve askeri bir stratejiden yoksun bırakılmış gerillanın “dağa mahkûm adam ve kadınlar” konumuna getirilmesi demekti. Yani İmralı savunmaları, bunun politik program ve silahlı mücadeleye ilişkin yönleri, 2 Ağustos kararı ve uygulaması, pratik olarak bunun nasıl alındığı, 7. Kongre kararları ve bu dönemin belgeleri, uygulamaları tartışılmadan kavram olarak bir ateşkesten söz etmek, politik anlamı bir yana en azından ahlaki değildir!

2004 yazına kadar bu süreç devam etti. Sonra birden bire “ateşkes”i bozmaktan söz eder oldular. Oysa o güne kadar uyguladıkları bir ateşkes süreci değil, silahlara veda süreciydi. Ama düzene kabul edilmedikleri için ellerinde silah vardı. Tek kaygıları kendilerini kabul ettirmek idi; dün de öyleydi, bugün de öyle…

Bu sürecin arka planı bir yana, sorulması gereken şu: 1 Ekim’den önce süren çatışma süreci ve ilan edilen “ateşkes”in politik hedefi nedir? Ne bekliyorsunuz, ne umuyorsunuz?

Halk ve gerçek yurtseverler açısından bu sorular tartışılmadan, bu soruların yanıtları doğru bir tarzda verilmeden körü körüne bu süreci alkışlamak baltayı kendi kafasına ve ayağına vurmaktan başka bir şey değildir!

Açık ki ortada Kürt halkının stratejik hedeflerine bağlanmış bir savaş olmadığı gibi, bunun hizmetinde herhangi bir ateşkes taktiği veya süreci de yok! İmralı partisinin tek kaygısı kendisini bu düzene kabul ettirmek!

Peki, bu politik sürecin aleti olmak, buna güç vermek yurtseverlik mi, özgürlük mücadelesi mi?