17 Kasım 2006 Sayı: 2006/45 (45)
  Kızıl Bayrak'tan
   İstanbul İşçi Kurultayı... Devrimci sınıf çizgisinde kararlı ve soluklu bir çalışmanın belirgin başarısı!
  Nitelik ve nicelik olarak güçlü bir devrimci sınıf hareketi etkinliği!
  KHK temsilcisi’nin Kurultay’da yaptığı konuşma...
  Kurultay’a gelen mesajlardan...
Sınıf bilinçli işçiler İstanbul İşçi Kurultayı’nı değerlendiriyor...
Burjuva ideolojik egemenliğe karşı mücadele ve sınıf hareketi
İşçi sınıfının toplumsal konumu ve tarihsel devrimci misyonu (Orta Sayfa)
 Kürt sorununun çözümünde boş hayaller
  Susurluk düzeninin mahkemesi Susurlukçu Sedat Bucak’ı akladı
  Asgari ücret hakkı için sesimizi yükseltelim!
  Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu 3. Toplantısı Sonuç Bildirgesi:
  ODTÜ’de soruşturma saldırısına karşı “Arkadaşıma Dokunma!” kampanyası
  Enosis, Taksim, milliyetçilik ve Kıbrıs: AB yolunda engel mi? - Yüksel Akkaya
  Amerikan rejimi Irak konusundan politika değişikliği arayışında…
  Emperyalist-kapitalist düzenin efendileri siyonistlerin suç ortaklarıdır!
  “Medeniyetler buluşması” mı, emperyalist saldırganlığa hizmet mi?
  Ateşkes süreci... M. Can Yüce
  Sözkonusu olan ticarettir! - Mumia Abu-Jamal
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Kürt sorununun çözümünde boş hayaller

Son açıklamaları Abdullah Öcalan’ın bu kez de Mandela olma hayalleriyle meşgul olduğunu gösteriyor. Avukatlarıyla gerçekleştirdiği son görüşmesinde Mehmet Ağar’ın yakın zaman önce söylediklerini değerlendiren Öcalan, “eğer samimiyse ve devamını getirirse Mehmet Ağar’ın Türkiye’nin De Clerk’i olabileceğini” ifade ediyor. Bilindiği gibi, Frederik de Clerk Güney Afrika’daki ırkçı beyaz yönetimin son başkanıydı. Siyah halkın yürüttüğü mücadelenin sertleşip yayılması üzerine, emperyalistlerin de telkinleriyle uzlaşma politikası izlemeye yönelmiş ve ırkçılık karşıtı mücadelenin sembollerinden Mandela’yı cezaevinden salıvermişti. Mandela bir süre sonra Güney Afrika’nın Cumhurbaşkanı seçilmişti. Kürt sorunu çerçevesinde Türkiye’de bir De Clerk’in ortaya çıkabilmesi için bir Mandela da olmalı. Mehmet Ağar’ın De Clerk olma potansiyeli taşıdığını düşünen Öcalan kendisine de Mandela rolü biçmeye hazırlanıyor gibi.

Bilindiği gibi, Güney Afrika, 1994’e kadar farklı ırkların politik, ekonomik, sosyal ve hukuki bakımdan keskin çizgilerle birbirinden ayrıldığı apartheid sistemi’nin 1994’e kadar sözde hukukunun temelini oluşturduğu bir ülke. Dünya üzerinde ayakta kalan tek keskin ırk ayrımcılığı sistemi apartheid idi. Bu en koyu baskı sistemine karşı, ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan siyahi halk, kökleri 1960’lı yıllara kadar giden, 70’li ve 80’li yıllarda ise doruğuna çıkan bir mücadele verdi. ANC’nin lideri Nelson Mandela, onlarca yıl boyunca zalim rejimin büyük siyasi hasımlarını kapattığı Robben Island ada cezaevinde bir hücrede yattı. Mücadele, 80’li yıllarda Güney Afrika işçi hareketinin yükselmesiyle birlikte yeni bir ivme kazandı. Sınıf hareketinin bu yükselişi, 1986 yılında siyahi işçileri çatısı altında toplayan COSATU’nun (Congress of South African Trade Unions-Güney Afrika İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurulmasını sağladı.

80’li yıllar sonunda yükselen uluslararası dayanışmanın da basıncı altında apartheid rejimi 90’lı yılların başında çözüldü. Cezaevinden salıverilen Mandela 1994’te yapılan ilk seçimlerde cumhurbaşkanı seçildi. Bugün ANC hala siyahi halkın ezici çoğunluğunun desteği ile iktidarda.

Başlangıçta muhalefet yıllarında Marksist çizgiden belli ölçüde etkilenen bu hareket, zaman içinde ondan giderek uzaklaştı. Kapitalist-emperyalist “meşruiyet” çizgisine oturdu. Sistemin içine sindirebileceği bir kıvama geldi. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun dağılmasının sonucu olarak devrim ve sosyalizm korkusu hafifleyen rejim, ANC’yi düzen legalitesi içine çekmekte duraksamadı. Beyaz azınlık rejiminin seçimle iktidardan uzaklaşması ve ANC önderliğinde bir hükümetin işbaşına gelmesi, kuşkusuz ki, Güney Afrika halkı açısından sınırlı da olsa bir kazanımdı. Herşeye rağmen bu sonuç, yıllarca verilen mücadelenin ve ödenen onca bedelin ürünüydü. Irkçı rejim, yerini çoğunluktaki siyahilerin iktidarına bırakmıştı. Fakat kapitalizm yerinde duruyordu, ona hiç dokunulmadı. Bu, aslında siyahi halka zulmeden ırkçılığın da temel kaynağıydı. Gerçekte, ANC iktidarına verilen onay da kapitalizme dokunulmaması üzerineydi.

Bugün apartheid rejimi siyasi ve hukuki olarak sona ermekle birlikte, ilk seçimlerden on yılı aşkın bir süredir, siyahi çoğunluğun sefalet içindeki yaşamı devam ediyor. WOSA’nın (Güney Afrika İşçi Örgütü) lideri Neville Alexander bu durumu şu çarpıcı ifadelerle anlatıyor:

“…Bizim eskiden apartheidci kapitalist sistem adını verdiğimiz sistem, yerini apartheid-sonrası kapitalist sisteme bıraktı. Kararları verenlerin jargonu değişti (herkes ırkı önemsemez ve ırkçılık karşıtı oluverdi), orta sınıftan birkaç bin siyah insan rüşvet trenine bindi, bunlar yerleşik (beyaz) elitlerin saflarına davet ediliyorlar, ama devletin doğası temelde değişmedi...”

Bütün kapitalist ülkelerde gördüğümüz o bildik tablo burada da egemen. Örneğin, anımsanacaktır, bu yılın Mayıs ayı içinde sokaklara dökülen Güney Afrikalı işçiler, işsizler ve yoksul halk, işçi kıyımlarına, yoksulluğa karşı genel grev yaptı. Ülkenin birçok kentinde etkili olan genel grev, hayatın durmasına neden oldu. Başkent Cape Town’da ise miting hükümet tarafından yasaklanmıştı. Gerekçe; bir hafta önce düzenlenen eyleme polisin saldırması ve yaşanan olaylardı.

Grevin çağrısını yapan COSATU Konfederasyonu Genel Sekreteri Zwelinzima Vavi, on binden fazla emekçinin katıldığı Johannesburg Mitingi’nde şöyle sesleniyordu:

“Irkçı rejime karşı mücadele ettiğimiz günlerde, yoksulluk, işsizlik, düşük maaşlar ön plandaydı, şimdi geriledi. Biz bu ülkede, demokrasi için savaştık. İnsanlar açlıktan ölürken, demokrasi nerede? Herkese, ayrımsız daha iyi bir yaşam sloganı, hükümetin temel vaatlerindendi. Peki, bu şimdi nerede?”

Yoksulluk, işsizlik gibi en temel sorunlar çözülmemiş, düşük ücretle yoğun sömürü sürüyor...

Irkçı rejimin baskıları biçim değiştirerek bugün ANC tarafından uygulanıyor, mitingler yasaklanıyor, emekçilere saldırılıyor. Tüm bunların kaynağının kapitalizm olduğu tartışmasız bir gerçek.

Öcalan’ın pek imrendiği Güney Afrika örneği, kapitalizm ve onun bütün kurumları yok edilmedikçe hiçbir kazanımın kalıcı olmadığını göstermektedir.

Burada öncelikle belirtelim ki, Öcalan’ın Mehmet Ağar şahsında bir De Clerk arayışına, onun kişisel tercihi olarak bakılamaz. O, herhangi bir kişi değil, kendi şahsında belli bir sınıfın iradesini ve tercihini ortaya koyacak konumda olan bir parti lideri ve Kürt hareketinde olumsuz anlamda önemli yeri olan bir politik şahsiyettir. Onun Güney Afrika modeli kapitalist bir ülke arayışının arkasında son tahlilde Kürt burjuvazisinin iradesi ve tercihi yatmaktadır. Açıktır ki bu tercih, Kürt burjuvazisinin Kürt sorunundaki konumuna ve çıkarlarına uygun düşmektedir. Zira Kürt burjuvazisi, Türk burjuvazisi ile güçlü ve kopmaz iktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel bağlara sahiptir. Kürt burjuvazisinin ulusal soruna ilişkin hassasiyeti, Kürt dili ve kültürünün tanınması sınırlarının ötesine hiçbir zaman geçmemiştir. Bu çerçevede o, kurulu düzen temelleri üzerinde ve emperyalist sistem içerisinde bir çözümden yanadır. Onun mevcut iktisadi-sosyal sisteme, bu sistem üzerinde yükselen sınıf egemenliğine ve bu egemenliğin dayandığı emperyalizme karşı da herhangi bir açık itirazı yoktur.

Kürt hareketi, Kürt burjuvazisinin denetimine girdiğinden, bir diğer ifadeyle, devrim düşüncesinden ve dolayısıyla hedefinden koptuğundan bu yana dikkatini sistem-içi manevralara yoğunlaştırmaktadır. İmralı’dan beri onun değişmez davranış çizgisi, emperyalist dünya sisteminin ve Türkiye’nin kurulu düzeninin efendilerine temel sorunlara yaklaşım üzerinden güven vermektir. Bunun bir sonucu olarak, devrim, devrimci sınıf mücadelesi kategorik olarak reddedilmektedir. Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisi olumlanmakta, Avrupa türü demokrasi kutsanmaktadır. Sorun, salt devletin etki alanını demokratik özgürlükler lehine bir parça sınırlanmak olarak görülmektedir.

Kürt hareketinin Ağar şahsında De Clerk arayışında da düzenin temellerine dokunacak herhangi bir şey yoktur. Fakat 80 yıllık inkârcı politikanın yükünü omuzlarında taşıyan ve Kürt hareketine karşı geleneksel olarak ezme ve sindirme politikası izleyen Türk burjuvazisi adına ordusuyla ve hükümetiyle ülkeyi yönetenler, kurulu toplumsal ve siyasal düzenin temellerine dokunmayan iğreti bir çözüme bile öyle kolay yanaşmayacaklardır. Ayrıca belirtelim ki, resmi düzen siyasetinin düzenle barışmaya pek hevesli bu yeni kimliği kendi legalitesi içine almasında zorlanmasının gerisinde, onyıllarca süren imha, inkâr ve asimilasyon politikalarının ve son 20 yılın kirli savaş döneminden beslenen aşırı gerici-şoven birikimin yanısıra, bölgesel bir karakteri olan ve çözümü bölge ölçeğinde gündemde bulunan Kürt sorunun kontrolü zor potansiyel dinamiklerinden duyulan korkular vardır. Belki Kürt sorunu bölgesel değil de salt Türkiye’ye özgü bir sorun olsaydı, bu kadar ılımlı bir çizgiye gelmiş bir Kürt hareketi ile işler başka türlü olabilirdi. Öcalan’ın da Güney Afrika modelini düşlerken, gözden kaçırdığı temel önemdeki fark da budur.

Yaşanan gelişmeler, döne döne sistem içi güçlerin Kürt sorunu dahil hiçbir sorunu çözemeyeceğini gösteriyor. Zira onlar sorunun kaynağıdırlar. Yapılması gereken ise, kuşkusuz ki, emperyalist sistemi aşmayı ve kurulu toplumsal düzeni yıkmayı hedefleyen, bu çerçevede tüm milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle ortak bir devrimci mücadele hattında bütünleşmeyi sağlamaktır. Olmadık hayallerin işçi sınıfına, emekçilere ve Kürt halkına kazandıracağı hiçbir şey yoktur.