03 Eylül 2005
Sayı: 2005/35 (35)


  Kızıl Bayrak'tan
  Ters tepen oyunlar ve büyüyen korkular
  Genelkurmay Başkanı'nın 30 Ağustos açıklamaları üzerine
   İncirlik yürüyüşü
  İncirlik yürüyüşü ve destek eylemleri
  Batman'da 20 bin kişi Hasan İş'i uğurladı
Özelleştirme tekelleşmeye hizmet ediyor
Kamuda toplu görüşme oyunu bitti
  Demokratikleşme paketlerinden yeni saldırılar çıkıyor
  Ekim Gençliği; Yeni döneme güçlü bir başlangıç için!
  TİSK:Sendikaya dost(!), işçi sınıfına düşman!
  "Sen 'sen' ol" ihanete geçit verme
  Ümraniye İşçi Kurultayı faaliyetlerinden...
  Küçükçekmece İşçi Kurultayı çalışmaları
  Sınıf çalışmasının sorunları ve kurultay çalışması
  Irak işgalindeki başarısızlık gizlenemiyor
  İşgalciler Irak'ı kaosa sürüklüyor

  Filistin direnişini bitirme planları tutmayacak

  Dünya Katolik Gençlik Günü ve gösterdikleri
  AKP H ükümeti "ucuz konut" adı altında emekçileri kandırıyor
  Türkiye'de aydın olmak!
  İçi boşaltılan kavramlar: Savaş ve barış!
  Düzene mahkum olmaktansa düzenin mahkumu olmak yeğdir
  Genç komünistlerin deneyimlerinden
  Bültenlerden / GOP İşçi Bülteni
  Emniyet gençleri "sevmeye" çağırıyor...
  İspanya'nın kızıl karanfili; Garcia Lorca
  Basından: Savaş bitiyor / Y. Türker
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Düzene mahkum olmaktansa düzenin mahkumu olmak yeğdir!

A. Eylül

İlyada bir savaş destanıdır. Ancak tüm destan boyunca Homeros, Ares'e yakıştırdığı sıfatlarla savaşa lanet yağdırır. Günümüzde süren savaşların ne kadarı destansı bilinmez ama, bu savaşların ve çığırtkanlarının herbiri daha ağır yakıştırmaları hakediyor, bu kesin.

Mehmet Tarhan ile birlikte, uzunca bir dönemdir gündeme oturan vicdani red kavramı, özünde bu yakıştırmaların eylemsel bir dışavurumudur. Ancak açık ki Mehmet Tarhan'dan önce (1989'lardan beri) olduğu gibi, sonra da benzer tepkiler görülecektir. Tam da bu yüzden Mehmet Tarhan'ın bu kadar çok gündemde kalmasının ve desteklenmesinin ardında yatanın emperyalist-kapitalist dünyaya duyulan tepkinin kendisiyle ilişkili olduğunu görebilmek gerekir. Mehmet Tarhan'ın anti-militarizme bir çağrı ve eşcinsel kimliğin toplumda kabulüne yönelik bir çabanın ötesinde bir niyet taşıyıp taşımamasından bağımsız, vicdani red olgusu ve düzen cephesinden bu konuya karşı takınılan tahammülsüz tutum, sözkonusu ilişkiyi açıkça dışavurmuş oldu.

Dünyanın birçok köşesinde ilan edilmiş edilmemiş, açık ya da örtülü savaşlar yaşanıyor ve artık savaşların gerekçeleri üzerine tartışabilmek için anlamlı bir birikime ihtiyaç duyulmuyor. Emperyalist savaşların yarattığı yaşam koşulları ve bu koşulların geniş kitleler üzerindeki etkisi ise, halihazırda düzenin bu tür savaşlara hazırlıklı olma işlevi ile donattığı militarist örgütlenmelere karşı bir tepkiyi doğuruyor. Doğallığında bir kişi ortaya çıkıp, “ben bu evrensel düzenin gerici kurumlarından birinin parçası olmayı reddediyorum” deyince ve büyük oranda bu sözel ifadeye uygun bir tutum içerisine girerek, düzenin baskı ve zor aygıtlarından nasibini alınca, yaşamın her anında farklı biçimlerle de olsa aynı baskı ve zor koşulları altında yaşamak zorunluluğu olan geniş kitlelerce destekleniyor ve olumlanıyor.

Kapitalist düzen içerisinde ordunun birçok misyonu vardır. Ancak kaba bir tasnife gidildiğinde öncelikle ordunun bir işgal aygıtı olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Çağa uyum çabasından, yürüttüğü hazırlıklara kadar, hayalet düşmanlara diş bileyişinden, bu düşmanlara meydan okuyuşuna kadar, attığı her adım gerek savunmak gerek saldırmak amaçlı olsun parçası bulunduğu devletin emperyalist-kapitalist dünyadaki yerini korumak/geliştirmek adına atılmış adımlardır.

Diğer yandansa ordu, Türkiye tarihinden de rahatlıkla takip edilebileceği gibi, organı olduğu devletin içteki egemenliğinin mutlak koruyucusudur. Dolayısıyla o devlet düzeninin devamlılığı da ondan sorulacaktır. Bilinen darbelerin ordu mensuplarının algılarındaki meşruluğu tam da buradan gelir. Devlet düzenine karşı girişilmiş irili ufaklı herhangi bir mücadele ordunun görev alanı içerisine girmektedir.

Ordunun misyonuna kısaca değindikten sonra Mehmet Tarhan ile beraber gelişen sürece dönersek, başka bir nokta daha dikkati çekmektedir. Ordu ile devletin mutlak egemenliği arasındaki ayrılmaz bağın vicdani red hakkı savunucuları cephesinden ne denli kavrandığından bağımsız, devlet cephesinden yeterince kavrandığı çok açıktır. Zira sürecin başından bu yana devlet tarafından tek bir geri adım atılmamıştır. Aksine Mehmet Tarhan'ın tutumu devletin mutlak egemenliğine öylesine büyük bir saldırı olarak algılanmıştır ki, her türlü fiili ve hukuki baskı uygulamasından çekinilmemiştir. Mehmet Tarhan'ın yargılanma gerekçesi olarak göze çarpan “emre itaatsizlik” açık bir biçimde devletin, ordunun misyonunun zedelenmesinden duyduğu endişeyi dışavurmaktadır. Amaç açık ki, ileride atılacak başka muhalif adımların önünü kesecek sert müdahalelerde bulunmak ve egemenin kim olduğunu dosta düşmana göstermektir. Bu yolla atılmış son adımsa, Mehmet Tarhan'ın 4 yıl ağır hapis cezasına mahkum edilmesi olmuştur.

Hukukta vicdani red müessesesi

Türkiye, vicdani reddin bir hak olduğunu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile beraber kabul etmiştir. Bu sözleşmenin 4/3-b maddesi 1954 yılında imzalanmıştır. Buna karşın, vicdani reddi savunmanın bir suç olmayacağına ilişkin ilk karara ancak Aralık 1997'de rastlanabilmektedir.

Yargı kurumlarının gülünç yorumlamaları sonucunda bu hakkın kapsamı kadınlara ve askerliğini yapmış erkeklere daraltılmıştır. Ve askerliğini yapar konumdaki yahut henüz asker olmamış erkeklerin bu hakkı savunması suç kabul edilmeye devam etmiştir. Hukuksal açıdan bu uygulamanın anayasaya aykırı bir dizi yanı olduğu açıkça ortadadır. Kanun önünde eşitlik, hakların özünün sınırlandırılamaması, hakların tüm vatandaşlara uygulanması vb. Ancak bu noktada hukuki açıklamalardan öte mantık ile ilgili yorumlamalara girilmelidir. Çünkü ortada üzerine söz söylemeye dahi gerek olmayan bir mantıksızlık mevcuttur. Bir hakkı fiili olarak kullanamadıktan sonra o hakkın mevcudiyeti nasıl bir anlam ifade edebilir ki?

Vicdani red bir haksa, dileyen insan dilediği yer ve zamanda bu hakkı kullanabilmelidir. Öbür türlü hak olarak tariflenen vicdani red değil, “vicdani reddin hak olduğunu ifade etmek” olur. Ve böyle bir hükme yasa metinlerinde özel olarak ihtiyaç yoktur. Zira zaten düşünce suçu ile ilgili aynı mantıksızlıkla düzenlenmiş bir madde vardır. Düşünmek değil, düşündüğünü yapmak suçtur! Bu açıdan vicdani red hakkının varolduğunu düşünmek ve söylemek suç değilse, ancak buna dayanarak askerlik yapmaktan kaçınmak suçsa, bu emre itaatsizlikle beraber bir düşünce suçunu da beraberinde getirir. Bu durumda yargı kurumları yine yanlış bir ceza vermiştir.

Sonuç itibariyle burjuva hukuk bir kez daha minareye uygun bir kılıf geçirmek kaygısına dahi düşmemiştir, sadece gücünü göstermeyi tercih etmiştir. Ve sermaye devleti Mehmet Tarhan vesilesiyle bir kez daha egemenliğini ispat etmenin türlü yollarını denemiştir. Mehmet Tarhan sermaye devletine karşı yürütülen mücadelenin toplamında bir simge değildir elbette, ancak düzenin irili ufaklı her türlü muhalif ses karşısında nasıl paniğe kapıldığının açığa çıkmasında bir araç olmuştur.

Şunu bir kez daha vurgulamak gerekiyor, kısa ya da uzun dönemli ordu mensubu olmayı reddetmek salt vicdani bir karşı koyuş değil, aynı zamanda emperyalist-kapitalist dünyaya cephe almak olmalıdır. Çünkü açık ki, günümüzde herhangi bir barış anlaşmasıyla bitirilemeyecek ve her saat başı şiddetlenen bir savaş vardır ve bu savaşta doğru cephede asker olmak şarttır. Doğru cephenin düzenin ordusu olmadığı ise çok açıktır. Zira onun düşmanı dünyanın tüm ezilen halkları ve işçi-emekçileridir. Bu açıdan böylesi bir kurumun parçası olmayı vicdanen reddetmek, salt böylesi bir kuruma karşı çelik bir iradeyle savaşmakla anlamlı olacaktır.