31 Ocak'04
Sayı: 2004 (18)


  Kızıl Bayrak'tan
  ABD gezisinin ardındaki gerçekler
  NATO zirvesi Haziran'da İstanbul'da toplanıyor!..
  "Gizli" İncirlik kararının gösterdikleri
  Sermayenin kriz korkusu
  Suçlu "beyaz felaket" değil kapitalizmdir!
  Kâr düzeninin kar sefaleti
  Gençlik alanlarda...
  TMMOB Genel Kurulları yapılıyor...
  Kamu Reformu ve Kürt hareketinde liberal beklentiler
  Yerel seçimler ve sosyal-reformist solun aldatıcı manevraları
  Saldırılar, yerel seçimler ve devrimci görevler
  Toprağın Belediyeleştirilmesi ve Belediye Sosyalizmi
  Bir sosyal-reformistin düzen içi arayışları
  Osmanlı'nın çeteci-katliamcı geleneği kokuşmuş burjuva cumhuriyetle sürüyor
  İşgal karşıtı direniş güçleniyor!
  Siyonistler kan ve yolsuzluk içinde yüzüyor...
  Emperyalist Davos Zirvesi'nin emekçiler ve ezilen halklar için anlamı
  Çürüyen kapitalizmin ruhu Davos
  Dünya Sosyal Formu'nun ardından...
  Bültenlerden...
  Kalıcı olan sadece çıkarlar
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Kalıcı olan sadece çıkarlar

ABD’deki Binghampton Üniversitesi Profesörü James Petras, geçtiğimiz günlerde Türkiye’deydi. Türkçe’de yayımlanmış “Küreselleşme ve Direniş” adlı bir kitabı ve pek çok makalesi bulunan Marksist akademisyen Petras, özellikle Latin Amerika üzerine çalışmalarıyla tanınıyor. ABD’nin uluslararası iktisadi ve siyasi yönelimleriyle ilgili pek çok çalışması da bulunan Petras, Radikal’in sorularını yanıtladı.

Neo-liberalizm, dünyanın iktisadi çehresini değiştirdi. ABD de gerek askeri, gerekse iktisadi bakımdan neredeyse tek belirleyici güç haline geldi. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Herşeyden önce, ABD’nin genel projesini anlamamız lazım. Bu, üç temel noktada ele alınabilir: Dünya pazarına hâkim olmak, özelleştirmeler gibi süreçlerle temel üretici kaynakları ele geçirmek ve enerji kaynaklarını olabildiğince denetimi altında bulundurmak.

Bugün ABD’nin en büyük yatırımları Asya’da bulunuyor. Bunu Kuzey Amerika takip ediyor. Ardından Avrupa geliyor. Dördüncü büyük yatırım alanı Ortadoğu ve nihayet Latin Amerika. Bu bölgelerin her biri ABD açısından kendine özgü önemler taşıyor.

ABD, Ortadoğu’da esas olarak petrole ve İsrail’i bölgede hâkim güç haline getirmeye odaklanmış durumda. Asya’da ise ihracat platformları inşası açısından büyük fırsatlar olduğunu düşünüyor. Bir yandan tarımsal ürünler ihraacatına yönelirken, diğer taraftan da ucuz emek sömürüsünü hedefliyor.
Ancak çok bahsedilmeyen bir başka alan daha var; Çin ve Japonya gibi Asya ülkelerinin dış ticaret fazlaları hazine bonosu ve diğer yatırım araçlarıyla ABD’ye getiriliyor ve böylelikle ABD’nin dış ticaret açığı belli ölçülerde dengeleniyor. Anlayacağınız, ABD emperyalizminin tek tek bölgelere göre çeşitlenen çıkarlarının ve yaklaşımlarının oluşturduğu çok karmaşık bir tabloyla karşı karşıyayız.

Asya’ya baktığınızda ise, bir yandan Kuzey Kore üzerinden Çin’le askeri bir zıtlaşmaya gidilirken, diğer taraftan kapitalist ilişkilerin gelişimine dayanarak Çin yutulmaya çalışılıyor. Aslında bu, Beyaz Saray’da var olan piyasa emperyalizmi ile askeri emperyalizm arasındaki çatışmanın da göstergelerinden biri olarak ele alınabilir. Elbette Asya açısından konuşulduğunda, piyasa emperyalistleri çok daha güçlü bir konumdadır. Beyaz Saray’daki askeri emperyalistler, mesela Wolfowitz, Rumsfeld, Cheney, Perle, Asya konusunda ağırlık sahibi değil...

Sözünü ettiğiniz ‘Beyaz Saray içi çatışma’yı biraz açabilir misiniz?

Emperyalist ABD devlet yapısı içinde hem birlikte çalışan, hem de birbiriyle çelişkiler yaşayan iki hizip var. Bunlardan biri devleti müdahale ve fetih aracı olarak görüyor ve ekonomik genişlemenin bunun üzerinden gerçekleşeceğini düşünüyor; diğeri ise, ekonomik genişlemeyi esas alırken askeri gücü bir destek olarak algılıyor. Bunlar daha çok diplomatik, ekonomik stratejiler belirleyen, gerginlik yaratmakta fayda görmeyen unsurlar.

“İyi emperyalistler”, “kötü emperyalistler” diye bir ayrıma mı gidiyorsunuz?
Elbette hayır. Ona bakarsanız, piyasacı emperyalistler 10 yıl, 20 yıl boyunca Latin Amerika’da kendi planlarını uygulayarak tüm bir kıtanın yüzlerce milyar dolar yoksullaşmasına sebep oldular, büyük ekonomik krizlere yol açtılar, ekonomik sömürü sürecinde işler denetimlerinden çıkınca yeniden askerleri başa getirdiler. Onlar genişleme döneminde askeri müdahale aracılığıyla yaratılan bir istikrarı tercih etmiyor. Bu dönemlerin sonuçları onları siyasi rejimlerin dışına ittiğinde, yani IMF durumu idare edemediği zamanlarda, yeni tip rejim arayışlarına giriyor ve Pentagon’a, faşist kanada başvuruyorlar. Örneğin Eliot Abraham, Ortadoğu danışmanıdır ve 1970’li yıllarda Latin Amerika’da 300 bin kişinin öldürüldüğü dönemde Latin Amerika’dan sorumlu bakan yardımcılığı görevini yapmıştır. Siyonisttir, Yahudilerin saf ırk oldu¤una inanır, bu konuda bir kitabı dahi vardır. İşte bugün bu adamlar Ortadoğu politikalarını belirlemektedir ve Orta Amerika’daki kan gölünden de sorumlu olan kişiler yine bunlardır.

Sizin uzmanlık alanınıza dönersek, Latin Amerika’da vaziyet ne merkezde?

Latin Amerika’da emperyalizm yanlısı liberal rejimler hızla gözden düşüyor. Seçimle işbaşına gelmiş olsalar bile, kısa zamanda bütün kredilerini yitiriyor. Sanchez de Lozado, bir yıl önce seçildi, bir yıl sonra halk onu devirdi. Toledo yüzde 70 destekle iktidara geldi, şimdi onu destekleyenlerin oranı sadece yüzde 8.

Bu anlamda, söz konusu ülkelerde reform denen kurumsal dönüşümleri gerçekleştirerek, ABD için su, elektrik, petrol gibi stratejik sektörlerde uzun vadeli ve geniş ölçekli yatırımlar yapma imkânı yaratacak bir istikrarı sağlamak mümkün görünmüyor. Bu projeleri yaşama geçirmeye çalışan tüm hükümetler hızla inandırıcılığını kaybedip alaşağı oluyor.

Peki, İşçi Partisi’nin (PT) son seçimlerden zaferle çıktığı Brezilya’da durumu nasıl görüyorsunuz?

Ne yazık ki, emperyalizm için geçtiğimiz yıl en büyük zafer Brezilya’da yaşandı. İşçi Partisi (PT) hükümeti, tüm güney yarıkürede neo-liberalizmin en büyük destek üssü haline geldi. Latin Amerika’nın en büyük ülkesi olarak Latin Amerika Serbest Ticaret Bölgesi’ne entegrasyon sürecini başlattı. Lula’nın temel eleştirisi, ABD’nin yeterince serbest bir pazar olmadığı yönünde. Bu çok büyük bir yenilgi, çünkü 53 milyon insanımız değişim için oy vermişti. Belki devrim için değil ama köklü reformlar, gelir dağılımı adaleti için oy verdiler. Oysa geçtiğimiz yıl daha fazla köylü öldürüldü, Bush’a daha fazla destek verildi, vs.

Ortadoğu için konuşacak olursak, sizce gelişmeler nereye doğru evriliyor?

Ortadoğu üzerine de Asya’ya benzer bir çatışma yaşanıyor. Bir yanda gerici Arap liderleri ve İsrail’le işbirliği içindeki piyasa emperyalistleri, diğer yanda ise, bölge üzerine esas söz sahibi olan ve militaristlerden, Siyonistlerden ve köktenci Hıristiyanlardan oluşan askeri emperyalizm yanlıları bulunuyor. Bunlar sürekli askeri çözümler dayatmak istiyor. Petrol kaynaklarına el koymak, yatırım yapmak yerine bölgeyi yeniden sömürgeleştirmek gibi niyetleri var. Bu istikamette, Arap ulusunu iyice parçalamak istiyorlar.

Mesela Irak’ı üç parçaya, üç ‘mini-devlet’e bölmeyi hedefliyorlar: Kürt mini-devleti, Şii mini-devleti ve Sünni mini-devleti... Böylelikle bu üç parçayı sömürgeleştirmek çok daha kolay olacak. Irak’ta uygulanan model Kosova modelidir. Bu modeli Afganistan, Irak, İran, Suriye ve diğerlerinde de gündeme getirmek gibi bir eğilim bulunuyordu. Ne var ki, Irak’taki umulmadık direniş söz konusu yönelime geçici olarak darbe vurdu. Ve Militarist-Siyonist ittifak, bu anlamda, yeni savaşlar başlatma inisiyatifini geçici olarak yitirdi.

Evet. Bugün, PKK dahil olmak üzere bazı ‘ulusal’ hareketler değişik roller oynuyor. Kosova’daki duruma benzer bir durum var. PKK bugün aslında ‘ilerici, demokratik bir emperyalizm’den söz ediyor. Onlara göre bu, ‘Türk emperyalizmi’nden daha ilerici. Böylelikle son derece oportünist bir noktaya savruluyorlar. Ve bir noktayı unutuyorlar: Emperyalizmin kalıcı müttefikleri yoktur, kalıcı çıkarları vardır. Bir gün Türkiye ile, bir gün Kürtlerle bir başka gün de diğerleriyle müttefik olabilirler... (HAKAN GÜLSEVEN, Radikal, 24/01/2004)



Averney: Bu duvara ve
bütün duvarlara karşıyım

Şu anda 500 buldozer İsrail’in en büyük ulusal projesini gerçekleştirmek için çalışıyor. Bu proje uyarınca, duvarlar, devriye güzergahları, siperler, elektronik çitler Filistin bölgesine inşa ediliyor. Duvar ve çitin henüz yüzde 20’si tamamlandı.

İsrailli barış aktivisti Uri Averney, Küresel BAK’ın cumartesi günkü panelinde Türkiyeli savaş karşıtlarını duvarı durdurmak için dayanışmaya çağırdı. (...)

Duvar hayatı imkansızlaştırdı

Averney, işgale karşı intihar eylemleri çoğalınca büyük bir korku oluştuğunu ve bu korkunun duvar fikrini ortaya attığını açıkladı. “Ben bu duvara da her türlü duvara da karşıyım. Üstelik bizdeki duvar sınırda değil, Filistin bölgelerinin içine kadar giriyor.”

“Duvar bazen 8 metre yükseklikte ve aşılmaz. Bazen ise elektronik çit şeklinde. 60 metre genişliğinde dev bir yılan gibi ilerliyor. Bazı Filistin köylerini topraklarından ayırıyor. Tarlalarına gidemiyorlar. Bazen ölülerini bile gömemiyorlar. Bu gayri insani bir durumdur.”

Duvar, hayatı öylesine etkiliyor ki, Averney, “kontrol noktalarında saatlerce bekleyebilirsiniz” diyor ve ekliyor: “Nöbetçinin insafına kalmış. Hamile kadınlar orada doğuruyor. Çocukları ölüyor. Bazen bir köyden öbürüne gitmeniz imkansız oluyor. Tabi normal yaşam, ekonomik faaliyet olanaksız hale geliyor.”

İsrail hükümeti duvarın her bir kilometresi için 2 milyon dolar harcıyor. Sharon hükümeti halkın gözlerinden uzakta sınırları yeniden çiziyor.

Yeşil hat - Silindi ve yeniden doğdu

İsrailli barış örgütü Gush Shalom’un Duvar (The Wall) broşürü “1967 savaşından sonra, İsrail hükümeti ‘Yeşil hat’ olarak bilinen savaş öncesi sınırları silmek için hızla işe giriştiği”ni yazıyor. “1967’den bu yana, İsrail sömürgeleştirme sürecinde 1 milyon dönüm Filistin toprağına el koydu.”

Broşüre göre; İsrail halkı duvarın bir güvenlik projesi olduğuna inanmaya devam ededursun gerçek tamamen farklıdır. Sharon ve yerleşimciler duvarı Doğuya, Filistin topraklarına doğru itiyorlar.

Güvenlik efsanesi: Duvar canlı bombaları önleyecek

Duvar planlanan ikinci aşamada bazı noktalarda 20 km kadar Filistin bölgelerine giriyor. Bu bölüm tamamlandığında, 400 bin Filistinli kendini duvarın batısında bulacak.

Böylece Filistinliler topraklarının yüzde 25’ini kaybedecek. Ama bu oran hikayenin tamamını anlatmıyor. Bu yüzde 25, Filistinliler’in verimli topraklarının yüzde 80’i ve Filistin su kaynaklarının yüzde 65’i anlamına geliyor.

Broşür, “Sharon planının başlıca unsurlarından biri Doğu bariyeri” diyor. “Duvarın bu bölümüyle İsrail Filistinliler’in dış dünyayla ilişkilerini kontrol altında tutacaktır. Yani yeryüzünün bir buçuk milyon insanlı en büyük hapishanesi.

Doğu duvarı duvarın son parçası. Proje sonuçta, Yeşil hattın iki katı, yani 700 km olacak... 500 bin Filistinli yeşil hatla duvar arasında kıstırılacak. Batı Yakası’nın (West Bank) yüzde 55’i de facto İsrail’e eklenecek. (BİA, 26/01/2004)

(Uri Avnery İsrailli barış aktivisti, gazeteci,
yazar ve eski milletvekilidir...)