Burjuva medya Başbakanın ABD gezisine tarihi önem atfediyor, ancak bu atfını açıklamakta zorlanıyor. Özellikle Bush ile görüşme gündeminin içeriği ortaya konulduğunda, medyanın bu gündeme ilişkin göndermelerinin hiçbir gerçeklik payı taşımadığı daha net ortaya çıkıyor.
Gezinin değilse bile, Bush ile görüşmenin iki ana gündeminden biri olan Irak konusunda yeni tek bir söz edilmediği, aylardır her fırsatta yinelenen Irakın toprak bütünlüğünden yanayız, PKK terörüne göz yummayacağız tekerlemesini bu kez de Tayyipin yüzüne karşı tekrarladıkları görülüyor. Aynı gündem çerçevesinde Erdoğanın Türkmen sorununu gündeme getirmesi beklenirken konuyu Bush açıyor, ancak tam tersi bir noktadan. Türkmenlerin haklarını savunmaktan söz edenleri, onların hak taleplerini baskı altına almakla görevlendiriyor. Irak ve büyük Ortadoğu konusunda ise, ABDnin ek taleplerde bulunmasına bile ihtiyaç kalmıyor. Erdoğan, kullandığı köprü tabirine tam tamına uygun biçimde, Türk devleti adına ülkeyi ABD#146;nin ayakları altına serme niyet ve çabalarını anlatıyor.
İkinci gündem maddesi olan Kıbrıs konusunda da ABDnin farklı bir tutumu ortaya çıkmış değil. Aslında ABD dünyanın her yerindeki her türlü sorunu çözmeye hevesli olmakla birlikte, çözüm için el attığı onlarca sorundan edindiği tecrübelerle, Türkiyenin Kıbrıs ve AB sorunlarının çözümü için araya girmesinin çözümsüzlükten başka bir şey üretmeyeceğinin bilincinde. Türkiyenin AB üyeliğinden çıkar umduğu için de, araya girerek işi daha da zora sokmak istemiyor. Böyle olunca da, Erdoğanın Kıbrıs için arabulucu teklifi, kolaylaştırıcı formülüyle geçiştiriliyor. Dolayısıyla, ikinci ana gündem maddesi konusunda da, ne tarihi ve ne de önemli addedilebilecek herhangi bir sonuç yok.
Ancak, sadece dışarıya yansıyan görüşmelerde bir yenilik bulunmadığını, görüşmenin bu çerçevede tarihi olmak bir yana güncel bir önem dahi taşımadığını söylemek gerekiyor. Oysa Erdoğanın ABDye verdiği sözler, tarihi değilse bile son derece önemli ve riskli özelliklere sahip bulunuyor. Erdoğan açık ki herşeyi 15 dakikalık Oval Ofis şovunda söylemiş değil. Aynı şekilde, ABD de kendi isteklerini bu şov sırasında sıralamadı. Ziyaretin asıl görüşmeleri, asıl pazarlıkları tümüyle Oval Ofis dışında gerçekleşti. Erdoğanın ekibindeki bürokratlar muhataplarıyla gündemdeki konuları görüşüp kararlaştırırken, medya ordusu Erdoğanın peşinde dolaşıp, başkan Bushun karşısında nasıl bacak bacak üstüne attığından, bayan Erdoğan ve gelininin şıklığındn, Erdoğana nasıl fahri doktora ve cesaret ödülü verildiğinden, başbakanın nasıl başarılı bir diplomasi yürüttüğünden dem vuruyordu. Oysa daha dün, aynı Erdoğanın şeri suçlarıyla türbanın kışkırtıcılığı üzerine son derece kışkırtıcı yayınlar yapan da aynı burjuva medya idi. Şimdi, cebindeki MGK kararlarıyla Beyaz Sarayda huzura kabul edilince, birden kymete bindi. Türk burjuvazisinin ve ABD emperyalizminin gözdesi haline gelenlerin, Türk medyası tarafından abartılı övgülere mazhar edilmemesi mümkün değil elbette.
Erdoğan, gezi gündemi konusundaki asıl açılımlarını, Bush görüşmesi öncesi konuşmalarında dile getirmiş bulunuyordu. Biri Musevi topluluğunun, diğeri bir Hıristiyan okulunun şov nitelikli ödüllendirmeleri bir yana bırakılırsa; ağırlığını Türk-Amerikan iş çevrelerinden kabuller ve ağırlamalarla, ABD Ticaret Bakanı, Hazine Bakanı ve İMF Başkanı gibi gerçekten önemli görevlilerle buluşmaların oluşturduğu bir görüşmeler trafiği, gezinin asıl programını oluşturuyordu. Ve elbette, ABDnin talepler listesi de asıl bu görüşmelerde dayatılmıştı. Elbette bu görüşmelere ilişkin hiçbir bilgi kırıntısı sızdırılmadı kamuoyuna. Tam da bu gizlilik yüzünden, söz konusu görüşmelerde önemli konuların ele alındığını, ve yine tehlikeli anlaşmalara imza atıldığını öngörmek gerekiyo. Gezi sürecindeki çeşitli görüşme ve konuşmalar sırasında dile getirilenler ile ABD basınında tartışılanlar da, böyle bir öngörü için fazlasıyla veri sunuyor.
ABD basınında, Büyük Ortadoğu projesinde Türkiyeye biçilen rol işleniyor. Bu rolün nasıl bir uşaklık, maşalık, piyonluğu ifade ettiği artık çok iyi biliniyor. ABD ne zaman birine bir rol biçse, bunun, elini sokmaktan kaçındığı bir ateşi kurcalamak için maşalık rolü olduğu, tüm dünyaca bilinen bir gerçeklik. Fakat Büyük Ortadoğu projesinde Türkiyeye biçilen ve Türk devletinin çoktan gönüllü olduğu rolün, maşalığın ötesinde anlam ve görevler içerdiği de anlaşılıyor. Bunu anlamak için, Erdoğanın ABD gezisi sırasında kimi toplantılarda yaptığı konuşmaların satır aralarını okuyabilmek gerekiyor. Erdoğan, Türkiyenin bölgenin stratejik kaynaklarına ulaşmada emperyalizme köprülük yapabileceğikritik ifadeleriyle birlikte, yine emperyalizmin İslam dünyasını yola getirmede Türkiyeyi paravan olarak kullanabileceği anlamına gelen sözler sarfetmiş bulunuyor.
Büyük Ortadoğu projesinin hedef ülkeleri, büyük oranda Müslüman toplumların yaşadığı topraklar konumunda. Ortadoğu hemen tümüyle, Kafkasyadan Orta Asyaya uzanan bölge ise büyük oranda Müslüman halkların yaşadığı bir coğrafya. Dolayısıyla, projenin hayata geçirilmesinde Türkiye sadece emperyalizmin işgal ordularını bölgeye ulaştıracak bir köprü olmayacak. Aynı zamanda Müslümanlık ve Asyalılık özellikleriyle, bölge devletlerinin proje konusunda iknası için taşeronluk yapabilecek. Emperyalizmin gönüllü propagandistliğini üstlenebilecek. Zaten bu yönde bir faaliyete çoktan başlamış durumda.
ABD gezisi sırasında dile getirilen kimi yeni görüntülü görüşler, aslında aylar öncesinden başlatılan ve halen sürdürülen faaliyetlerin açılımlarından başka bir şey değil. Türkiye-Suriye, Türkiye-İran ilişkileri bu kapsamdadır. Ve bu ilişkiler sürecinde, söz konusu kapsam gizlenmiş de değildir. İlişkilerin ABD emperyalizminin çıkarlarına hizmet kapsamındaki anlamı sadece diplomatik ifadelerle süslenmiş, ancak bu işin özünü karartma yönünde bir etki yaratmamıştır. Böyle bir amacı bulunmadığı da söylenebilir. Çünkü hükümet yetkilileri başta olmak üzere, Türk devleti cephesinden söz konusu rol, gizleme-saklama şöyle dursun, övünç vesilesi edilmektedir. ABD gezisi sırasında Erdoğan bunu, Türkiyenin stratejik öneminin, eski coğrafi konum anlamından çok farklılatığı, kültürel-sosyal-dini özelliklerinin ön plana çıktığı, tarzında ifade ediyor. Yani, müslüman ülkeleri fethetmek istiyorsanız müslüman bir Truva atına sahip olmanız gerekiyor, biz buna gönüllüyüz demeye getiriyor.
ABDnin gönlünde, bu atı hem Büyük Ortadoğuya hem ABye sürme hesabı yattığı biliniyor. Ancak ABnin kapılarını bir Truva atına açmak istemediği de görülüyor. Bu bu kadar açık olduğu halde, Erdoğanın ABDye, Kıbrıs ve Kıbrıs üzerinden AB için ilgili ülkelere baskı yapması talebi götürmesi oldukça garip bir tutum. Nitekim ABD, bu garipliğe ortak olmaktansa kendi arabuluculuğunun yararlı olmayacağını Türk tarafına açıklamayı tercih etmiş bulunuyor. Bush Erdoğanın talebini, sadece, dost ülkelerin (İngiltereyi kastederek) olumlu oy kullanmalarının süreci hızlandırabileceği yönünde bir mesaj vermekle karşılamış oldu. Bunun ötesinde bir girişimin sadece tepkiyle karşılanacağını çok iyi biliyor çünkü.
Türkiyenin Kıbrıs konusundaki arabuluculuk talebi de ABD tarafından benzer bir gerekçeyle geri çevrildi. Yalnızca kolaylaştırıcı görüşmeler yapmak üzere Powellin görevlendirilmesi bile anında, Kıbrıs için sunduğu plan üzerinde tartışmaların yürüdüğü BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından, tam da ABDnin beklediği ve karşılaşmak istemediği türden bir tepkinin konusu edildi. Gerçi Annan, diplomatik nezaket sınırlarını aşmayan ifadelerle yanıtladı arabuluculuk düşüncesini; ama yanıtın açık anlamı, bu işe başkasının karışmasına gerek yok şeklindeydi. Powellin işinin başından aşkın olduğunu belirtmek, başka bir anlama gelmiyordu.
Sonuçta, son MGK bildirisiyle Türkiyenin de nihayet görüşülebilir bulduğu Annan Planı ABDye aykırı bir plan da değil. Türkiyenin Rum tarafına baskı talebi, bu nedenle, özel bir anlam da ifade etmiyor. Çünkü ABD asıl Türkiyeye baskı uygulayarak Annan Planının bulunduğu masaya oturma fikrine getirmiş bulunuyor. Çünkü asıl Türkiye, daha düne kadar bu planı kesinlikle görüşülemez buluyor, masaya oturmayı reddediyordu.
Ortaklık sözcüğü Amerikan yetkililerinin diplomatik sözlüğünde hiç yer almadığı halde, Erdoğan, ABDdeki temasları sırasında, stratejik ortaklık tabirini ısrarla kullanmayı sürdürdü. Türk devletinin ABD emperyalizmiyle ortaklığının, ABD açısından değilse de Türkiye açısından gerçekten stratejik bir özellik taşıdığını kabul etmek gerekiyor. Türk devleti on yıllardır bütün stratejisini ABD emperyalizmine kulluk-kölelik üzerinden oluşturmakta. Dostunu-düşmanını belirlemede, iktisadi-siyasal hattını çizmede, güvenlik programlarını oluşturmada belirleyici olan hep ABD oldu. Bugün de bu konuda değişen bir şey yok. Dolayısıyla ABD Türkiye için stratejik ortak değilse bile, stratejik efendi olarak adlandırılabilir. Yeni gelişmeler sadece bu stratejik efendi-uak ilişkisinin güçlendirilmesi anlamına geliyor. Ancak Türkiyenin ABD emperyalizmi ile ilişkilerinde katalizör rol oynayagelen İsrail ile ilişkilerini de unutmamak gerekiyor.
Erdoğan ABDde Musevi cemaatinin cesaret madalyasını takınırken, Genelkurmay 2. Başkanı İlker Başbuğ da kalabalık bir askeri heyetle İsraile sürpriz bir ziyarette bulunuyordu. Sürpriz ifadesinden de anlaşılacağı üzere, bu ziyarete ilişkin ordudan kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmadı. Askerin bu ketumluğu, Erdoğanın ABDde sarfettiği kritik ortaklık söylemleriyle birlikte okunduğunda, gerçekten önemli görüşme ve gelişmeler yaşandığı anlaşılıyor.
Bu görüşme ve gelişmelerin asıl önemi, Türk devletinin, Türkiye ve bölge halklarına, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitlelerine karşı yeni suçlar işleme azim ve kararlılığında yatıyor. Türkiye halkları, emperyalist sermayenin ortağı ve taşeronu bir burjuva sınıfın, emperyalizme uşaklığı asli görev bellemiş bir devlet kadrosuyla yönetilmeyi reddetmediği sürece, Türk devletinin kendine ve bölge halklarına yönelik suçlarına yenilerinin eklenmesini de önleyemeyecektir. Bu sınıf egemen, bu devlet ayakta kaldığı sürece, Türkiyeyi bölge halkları aleyhine emperyalizmin savaş arabasına koşmayı sürdürecektir.
Türkiyeyi bu suçlardan arındırmanın tek yolu bulunuyor; işbirlikçi burjuvazinin iktidarına son vermek ve işçi sınıfının iktidarında, bölge halklarına dost/emperyalizme düşman bir toplum yaratmak. Burjuvaların o pek beğendiği ifade ile, bölge lideri bir Türkiye de ancak bu koşullarda söz konusu olabilir. İşçi sınıfının yönettiği sosyalist bir Türkiye, sadece Ortadoğunun değil, emperyalist-kapitalist tahakküm ve sömürüden nasibini alan tüm dünya halklarının yol göstericisi büyük bir ülke statüsüne ulaşabilir.