Her yıl olduğu gibi bu yıl da Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, katledilişlerinin 85. yıl dönümünde, büyük bir coşkuyla anıldı.
15 Ocak 1919da karşı-devrimin güçleri tarafından hunharca öldürülen işçi sınıfının bu iki büyük devrimci önderinin mezarları diğer sosyalistlerle birlikte Berlin Friedsrichfelde semtinde bulunmaktadır. Anma ziyaretleri bu yıl da saat 9dan itibaren başladı. Sosyalistlerin bulunduğu mezarlık bölümü kızıl karanfillerle donatılmıştı, adeta bir kızıl gölü andırıyordu. Mezarlık gün boyunca yaşlı, genç, çocuk 100 bini bulan, bu yiğit devrimcilere bağlılığını yineleyen insanlarla doldu.
Bu yılki anmaya 250 örgüt, inisiyatif, grup ve kişi çağrı yaptı. Anmanın yanı sıra yapılan yürüyüşe katılanların sayısının 15-20 bin civarında olduğu açıklandı.
Rosa ve Karl devrim davasına bağlılığın sembolleri oldular. İkisi de savaş öncesi ve savaş sürecinde burjuvazi ajanları konumunda olan sosyal reformizme karşı aktif mücadele ettiler. Sosyal şovenizmin kol gezdiği, bunları parçalayıp vahşi hayvanlara yem yapmak lazım sesli çağrılarının yapıldığı esnada, onlar emperyalist savaşa karşı işçi sınıfını silahlandırdılar. Tek kurtuluşun emekçilerin iktidarını inşa etmekten geçtiğinin altını çizdiler.
Franz Mehring, Rosa için şöyle diyordu: O sadece beynini değil, yüreğini, coşkusunu, güçlü iradesini ve sonunda yaşamını devrimin hizmetine sundu. Reform ve devrim ikilemini net bir biçimde ortaya koyan, sosyal demokrat ihanete karşı bayrağı açan ilk kişiydi Rosa: Zora başvurmak sınıf mücadelesinin yasasıdır. Kafaları devrimcileştirelim ki, devrimin acil durumunda yumruklar konuşabilsin diyordu.
İşçi sınıfının önderlerinin devrimci tutumu karşısında burjuvazi tam bir korku yaşıyordu. KPDnin kuruluşunun ardından Deutsche Allgemeine Zeitung sosyal demokratlara şöyle sesleniyordu: Bu partinin etkisiz kılınmasında teoriler yetmeyecektir. Esas olan buna karşı zora başvurmaktır. Reichsbank yönetimi ise Bolşevik anarşinin yarattığı tehlike bütün ekonomiyi tehlikeye sokuyor diyordu. Çığrından çıkmış sistematik bir propaganda gündemdeydi.
Devrimin bu iki önderinin yaşamlarının doğrudan hedeflendiği artık sıradan insanlar tarafından dahi biliniyordu. Almanyayı terketmeleri için partililer tarafından sıkça uyarıldılar. Rosanın tutumu son derece netti. Walter Stöckere 11 Mart 1914te yazdığı mektupta şunu söylüyordu: Sevgili genç dostum. İdam tehlikesiyle yüzyüze kalsam da, hiçbir zaman kaçmayacağımdan emin olmalısın. Basit bir nedenden dolayı bedel ödemek sosyalistler için doğal ve anlaşılır.
Karl Liebkneckte aynı inancın adamıdır. İşçilere ayaklanma çağırısı yapıp, yenilgi tehlikesi anında onları terketmeyi, kaderleriyle başbaşa bırakmayı aklımdan dahi geçirmem. Sonuçta zafer sosyalizmin olacaktır. Ya da başka bir gelecek olmayacaktır.
Devrimin bu unutulmaz önderlerinin tutumlarını hatırlamak özellikle anma gösterisinin içini boşaltma çabaları nedeniyle önem taşıyor.
Hitlerin faşist sürülerinin 1935 yılında vahşi hayvanlar gibi ilk saldırdıkları yer mezarları oldu. Burjuvazinin bu tarihsel kini anlaşılır. Fakat bundan daha tehlikeli olan, özellikle PDS yönetimi tarafından anmayı kaba bir merasime çevirme çabasıdır. Rosa ve Karl, devrimin savaşçıları değil, adalet için savaşa karşı mücadele eden iki insan olarak propaganda edilir.
Anma gösterisine katılanlar politik olarak heterojen gruplar. Özellikle Doğu Alman halkının yaşlı ve orta yaşlı kuşaklarının Karl ve Rosanın anılarına bağlılıklarını belirtmeleri, Alman burjuvazisine karşı bir nefretin de yansımasıdır. Gruplar halinde ellerinde kızıl karanfillerle gelen bu insanların 50 yıllık politik kimlikleri Alman emperyalizmi tarafından acımasız bir saldırıya uğramıştır.
Aldandılar! Onlar Doğu Almanyanın sömürgeleştirilmesinden sonra bu mezara kimsenin gelmeyeceğini düşünüyordu. Ama kendi parmaklarını kestiklerini gödüler. Bu sözler 1955 yılından bu yana her yıl anma gösterisine katılan bir insanın sözleri. Sosyalistlerin mezarlarına ziyaret tam politik bir gelenek.
Gösteriden bir gün önce Berlinde farklı grup ve örgütlerce politik gelişmeler, tarihsel ve güncel sorunlar üzerine toplantı ve seminerler düzenlenir. Bu yıl önce çıkan iki toplantı vardı. Birincisi, AB ülkelerinden gelen ve 19 sol partinin katılımıyla kurulan Avrupa Solu Partisinin toplantısı oldu. Demokrat Sosyalizm programı temelinde ve PDSin çağrısıyla Berlinde kuruluşu ilan edilen bu parti AB ülkelerindeki gelişmelere karşı ortak tutum takınacak. Demokratik, sosyal, ekolojik, feminist, barışçıl olarak nitelendirilen Avrupa Solu Partisine şimdilik 11 parti katılmış bulunuyor. Bu parti temsilcileri ikinci gün devrimcilerin anısına düzenlenen gösteriye katılarak basında boy gösterdiler. Sol sosyal demokrat bu akım, Avrupa kapitalizminin aşırı uçlarını törpülemek, aşırı hastalıkların iyileştirmek politik amacını gütmektedir.
İkinci büyük toplantı, her yıl olduğu gibi Junge Welt gazetesi tarafından gerçekleştirilen, Devrimi savunalım/Karşı-devrimin stratejileri başlığı altında gerçekleşen konferanstı. Küba, Venezuella, Bolivya ve Avusturyadan katılımcılar, devrim ve karşı-devrim sorunları üzerine konuştular. Küba ve Venezuellanın gündeme oturduğu konferansa 900 kişi katıldı.
Venezuella çevre bakanı Ana Elisa Osorio Granado tanınmış bir kişilik. Chaveze karşı darbeye aktif tutum alan ve kararlılığıyla televizyonlarda öne çıkan kadın. Ulusal bağımsızlığa yönelik her istem bugün anti-emperyalist bir tutumu gerektiriyor diyor ve ekliyor: Bugün Irak halkının direnişi olmasa, Venezuellaya karşı ABD saldırganlığı daha da azgın olacaktır. Venezuellada karşı-devrimci güçlerin bir dakika bile uyumadıklarının altını çizen Ana Elisa, uluslararası dayanışma ve destek çağrısı yapıyor.
Karşı-devrim stratejisi çerçevesinde 1945ten bu yana en büyük emperyalist projenin ABnin Doğuya genişleme seferberliği olduğunun altını çizen, Viyanadan konuşmacı olarak Konferansa katılan Hannes Hofbauer, bu bölgenin sömürgeleştirildiğini ve birçok sanayi dalının tasfiye edildiğini belirtti.
Kübadan konuşmacı olarak katılan filozof Jorge Santana Perez ise, Latin Amerikada neo-liberalizmin sınırına dayandığını ve artık çarkın geriye döndüğünü vurguladı. Brezilya, Bolivya, Arjantin, Kolombiya ve Venezuelladaki politik gelişmelerin bunun somut örnekleri olduğunu söyledi.
Kapitalizm ya da barbarlık! bugün daha da güncel ve yaşamsal sorun durumunda. Konferanstan çıkan sonuç da buydu.
Evet, Devrimi savunalım! İki devrimci önderin geride bıraktığı mirasın çağrısı ve temel anlamı da budur zaten.
Alman burjuvazisinin Savunma Bakanı Struck, 13 Ocak günü Berlindeki ofisinde gerçekleştirdiği basın toplantısında ordunun stratejik hedefler doğrultusunda yeniden yapılandırılması hakkında bilgi verdi. Struck yaptığı açıklamada ordunun savunma görevine gerek kalmadığını, Almanyanın şu an dışarıdan bir askeri tehlike ile karşı karşıya olmadığını söyledi. Buna bağlı olarak ordunun yeniden yapılanması hakkında özetle şu açıklamalarda bulundu:
Ordunun her kolu (hava, deniz, kara) üç bölümden oluşacak. Bunlardan birincisi yaklaşık 35 bin askerden oluşacak ve çekirdek takım olarak yüksek yoğunluklu operasyonlar için görevlendirilecek. Bu müdahale grubunun görevinin bitiminden sonra ikinci bölümü oluşturan ve 70 bin askerden oluşması tasarlanan dengeleme güçleri devreye girecek, daha doğrusu görevi ilk gruptan devralacak. Bu ikinci grup kısa veya orta şiddette ve uzun süreli görevleri yerine getirecek. Ordunun geri kalanı ise destekleyici güçler adıyla üçüncü grubu oluşturacak. Bu kapsamda ileride yaklaşık 100 bin asker yurtdışında görev yapacak. Buna paralel olarak orduda görev yapacak askerlerin sayısı 285 binden 250 bine düşürülecek.
Toplum için savunma hizmeti sunan bir kamu oluşumu olarak kendilerinin de orduda tasarrufa gideceklerini açıklayan Struck bu demagojiyle sempati toplama hevesinde. Oysa, ordunun küçülmesine rağmen, orduya ayrılan bütçe önümüzdeki yıllarda da 24 milyar Euro seviyesinde tutulacak. Kamuoyuna ordunun bir takım pahalı projelerden vazgeçtiğini ve bunlar için ek bütçe talebinde bulunmayacağını açıklaması da ucuz bir yalan. Vazgeçtiklerini beyan ettikleri projeler ya Avrupa Savunma Birliği ya da NATO çerçevesinde gerçekleşmektedir zaten.
Savunma Bakanı Struckun açıklaması dikkatlice incelendiğinde ve Struckun geçmişte vatanı savunmak Hindukuşta başlar türünden açıklamaları göz önünde tutulduğunda, bu emperyalist gücün ordularını yeni savaşlar ve yıkımlar için tekrar harekete geçirdiği ve dünya halklarını yeni felaketlere sürükleyeceği gözden kaçmayacaktır. Günümüzde 8 bin askeri yurtdışında görev yapan Almanyanın bundan böyle yurtdışına 100 bin asker göndermeye yeltenmesinin başka bir açıklaması olamaz. İkinci emperyalist savaşın bir numaralı savaş suçlusu olan Almanyanın dışarıya yönelik militaristleşmesinin tek bir sebebi vardır: Dünya pazarında kaba güç kullanarak kendisine yer edinmek ve halkları köleleştirmektir. Bu militaristleşmenin işçi ve emekçiler için sonucu ise tam bir gelecekzlik ve yıkım olacaktır.