Türkiyenin demokratikleşme yolunda olduğu hep söylenegeliyor. Buna kanıt olarak öne sürülen temel veriler ise değişen yasalar, uyum paketleri vb... ABye uyum süreci, ardı ardına demokrasi paketleri, özellikle Radikal gazetesinin büyük bir hevesle verdiği büyük reformlar. Düşünce suç olmaktan çıktı!, işkenceciye ağır ceza yolda!, gösteri yapmanın önündeki engeller kaldırılıyor!, örgütlenmenin önündeki engeller tamam! gibi manşetlerle duyurulan demokratikleşme süreci koca bir balondan ibaret. Bir yanda AB için mi, halk için mi? tartışması ile birlikte estirilen deomokrasi rüzgarı; öte yanda gözaltılar, tutuklamalar, katliamlar, işkence ve ödüllendirilen işkenceciler...
Hepsi bu demokratikleşen ülkede yaşanıyor, üstelik baskı ve zulmün en acımasız örnekleri olarak... Örneğin gazetelerde göze çarpan yeni bir emniyet uygulaması Diyarbakırda hayata geçiriliyor. Polis basın açıklamasına katılan insanların kimliklerini kamerayla kaydediyor, böylece hiçbir bilgi kaybolmamış oluyor. Bu benzersiz uygulama şimdiye dek; DEHAP İl Örgütü, Barış Anneleri İnisiyatifi, Dicle Üniversitesi Öğrenci Derneğinin cezaevlerindeki tecride ilişkin basın açıklamaları ile DEHAP Bismil İlçe Örgütü üyelerinin yaptığı basın açıklamasında hayata geçirildi.
Kürdistandan örnek bulmak o kadar kolay ki. Bir başka habere göre; Şırnakın Silopi ilçesinde yaşamını yitiren Mahmut Tokun evine 5 Kasım 2003te taziye ziyaretine giden 32 DEHAPlı, toplu şekilde yürüdükleri gerekçesiyle polis tarafından uyarıldıktan sonra durduruldu. (9 Ocak, Özgür Gündem). DEHAPlılar vazgeçmeyince polis müdahale etmiş; 16 kişi gözaltına alınmış ve 32 kişi hakkında 2911 sayılı yasaya muhalefet etmekten dava açılmış.
Yine bu süreçte işkencecilerle ilgili yasalar çıktı. Devletin işkence konusunda oldukça deneyimli derin temsilcileri dahi İşkenceciler yargılanmalıdır! dediler. Sonuçta Türkiye yakın dönemde güya işkenceyi ağır bir insanlık suçu olarak niteledi ve bu suçu işleyenler hakkında ağır cezalar öngördü. Fakat o günden bugüne İHDnin ve başka bazı kurumların işkence ve kötü muamele raporlarında bu vakalarda ciddi bir azalmadan ziyade, yer yer artışların olduğu görülüyor. Çıkan bu caydırıcı yasalar özellikle Kürdistan coğrafyasında işkence ve baskıları zerre kadar azaltmadı, tersine artırdı. İkiyüzlülük, yalancılık ve zorbalık bu iktidarın karakteri çünkü.
Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Birtan Altunbaş 9 Ocak 1991de gözaltına alındı. Aradan 6 gün geçtikten sonra Birtan Altunbaşın öldüğü anlaşıldı. Katil polis sürüsü bu genç devrimciyi işkencede katletmişti. İşkenceci polisler hakkında hem Cumhuriyet Savcılığı hem de DGM savcılığı soruşturma başlattı. Ancak Ankara Valiliği işkencecilerin yargılanmasına olur vermedi. Aradan geçen 7 yılın ardından Cumhuriyet Savclığının idari mahkemeye yaptığı başvurunun kabul edildiği ortaya çıktı ve yargı başladı. 13 yıl sonra, 4 polis hakkında dört yıl beş ay, diğer 4 polis hakkında da beraat kararı verildi. Yargıtay davayı bozunca yargı oyunu yeniden başladı. Ancak yargılanan polisler bir türlü bulunamıyor. Aralarında 10 dakikalık mesafe olan mahkeme ile emniyet müdürlüğü arasındaki yazışmalar aylaalıyor. Katillerin avukatları da çeşitli numaralar yaparak davayı uzatmaya çalışıyorlar. Çünkü 13 yıldır süren dava 2 yıl sonra zaman aşımı nedeniyle düşecek. İşte bu nedenle emniyet kendi mensuplarının adreslerini tespit edemiyor.
Söz konusu olan devrimciler olunca istihbarat ağı o denli güçlü olan, bir gecede onlarca evi basıp, evde bulamadıklarını okullarından alan Ankara polisi, hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarılmış meslektaşlarını bulamıyor. Tabii ki bunda şaşıracak bir durum yok. Bu çeteleşmiş devletin ve çürümüş düzenin bekası için cinayet işleyenler elbette ki şereflidirler, yargılanmak bir yana gerçekte ödüllendirilmelidirler! Nedir ki, yüzlerine takmaya çalıştıkları o iğreti demokrasi maskesi bu yargılama oyununu gerektirmektedir. Ama oyun o kadar beceriksizce sahnelenmektedir ki, o iğreti maskenin altındaki kanlı ve kirli yüz gizlenememektedir.
Tüm bunlar devletin demokrasi paketlerinin hiçbir anlam ifade etmediğinin somut bir kanıtıdır. Baskı, zulüm, işkence ve katliam bu çeteleşmiş, bir cinayet örgütüne dönüşmüş devletin en belirgin karakteridir.
Türkiyede uzun süredir demokrasicilik oyunu oynanıyor. Sözümona ABye uyum paketleriyle Türkiye demokratikleşmesini büyük oranda tamamlamış bulunuyor. Sermaye devleti bu nedenle zaman zaman sopasını arkasına saklayarak boğma yöntemini denese de, bunu başaramadığı durumlarda sopasını hemen öne çıkarıyor.
Oyunun ilk aşamasında demokratik bir girişle yasa değişiyor. Ya öncekinden farkı olmayan bir yasa, ya da daha faşizan bir yasa çıkıyor ortaya. Buna rağmen bir takım yasal düzenlemeler eskiye oranla daha demokratik görünebiliyor. Ama bu kendi başına bir şey ifade etmiyor. Çünkü yasalar sermaye devletinin çıkarlarına uyduğu sürece geçerlidir. Eğer uymuyorsa yok sayılır ya da delinir. Dolayısıyla demokratik gibi görünen bir yasanın ne ölçüde uygulanacağını da sermayenin çıkarları belirler.
Geçtiğimiz günlerde gözaltı yönetmeliğinde de bir takım değişiklikler yapıldı. İlk göze çarpan, DGM kapsamındaki suçları işleyenlere yönelik farklı gözaltı uygulamasına son verilmesi. Yapılan değişiklikler kısaca şöyle:
DGM kapsamındaki gözaltılarda, gözaltı süresi 4 gün olacak ve gözaltı sırasında avukatla görüşebilinecek. Gözaltındaki kişi muayene sırasında doktorla yalnız kalacak ve muayenenin doktor-hasta ilişkisi çerçevesinde yapılması esas olacak.
DGMlerin görev alanına giren suçlarda da yakalanan kişi gözaltı sırasında vekaletname aranmaksızın avukatıyla görüşebilecek. Yakalanan kişilere avukat isteyip istemediği sorulacak, isterse yerine getirilecek.
Gözaltına alınan kişinin yakınlarına haber verilecek. Avukat, hazırlık evrakı ile dava dosyasının tamamını incelemek ve istediği evrakın bir suretini harçsız almak hakkına sahip olacak.
Değişiklikler nispeten de olsa demokratik gibi görünüyor. Ancak bilindiği gibi bu ülkede gözaltına alınanlara ilişkin tutanak tutulmayarak, gözaltı süresi fazlasıyla aşılıyor, dahası insanlar gözaltında kaybediliyor. Bu nedenle gözaltı yönetmeliğinin değişmesi tek başına bir şey ifade etmiyor. Bu böyle olmakla birlikte, bir takım hakları kullanmak çerçevesinde ısrarlı davranmak, bu sınırlı hakları kullanmayı da demokrasi mücadelesinin bir parçası haline getirmek gerekiyor.
Demokrasi mücadelesi, demokratik hak ve özgürlükleri kağıt üzerinde kazanma değil, fiili olarak kullanma mücadelesidir. Sınıf mücadelesinde aslolan yasalar değil, fiili mücadelenin meşruiyetidir. Bu temel bakışla hareket etmeli, işçi ve emekçilerin bilincinde bu konuda yanılsamalara izin vermemeli, fakat bunları kullanmayı da küçümsememek gerektiğini bilmeliyiz.