45 milyonla sürdürülen eğitim...
Yasayla ya da yasasız sömürüye
izin vermeyeceğiz!
Haftalardır üniversiteler ve sözde üniversite reformu üzerine yoğun bir tartışma sürüyor. Tartışmanın yoğunluğuna bakarak aldanmayalım; aslında tartışılan üniversitelerin durumu ya da geleceği değildir. Aksine buradaki tartışma, yoğunlaştıkça buharlaşan bir su damlacığı gibi giderek soyutlaşan ve soyutlaştıkça da bizim gerçeklerimizi dışarıda bırakarak yoğunlaşan bir biçime çoktan kavuşmuş durumda. Oysa tartışılanın yoğunluğu nedeniyle gözden kaçan gerçekler, öğrenci gençliğin günlük yaşamında doğrudan yaşadıklarıdır.
Kampüslerde eli silahlı jandarma ve polis birliklerinin dolaşmasına dair hiçbir şey söylemeyenlerin bilimin, üniversitenin özerkliğinden, özgür düşünceden arsızca bahsettiklerine tanık oluyoruz. Soruşturmalarla bizleri baskı altına almaya çalışanların demokrasiyi, bizleri azgınca coplatan, tutuklatanların bilimi savundukları iddialarıyla karşılaşıyoruz. Oysa ülkedeki bir milyonu aşkın yükseköğretim öğrencisi, okullarında ya da okullarından çıktıktan sonra ne bilimle karşılaşıyor ne de demokrasiden yararlanıyorlar. Bu koşullarda yapılan tartışmanın sadece ve sadece kendi iç hesaplaşmaları gereği olduğu gün gibi ortadadır. Bu tartışmalarının gerisindeki uzlaşma noktaları ise biliniyor: Eğitimin ticarileştirilmesi, bir meta haline getirilerek korkunç rakamlarla pazarlanması ve sermayenin ihtiyaçlarını karşılamaya amade üniversitelerin yaratılması.
İşte bu çerçevede bursların tümüyle işletme hesabının ve vergi rekortmenlerinin de dahil olduğu sosyal konseylerin keyfiyetine bırakılması, har(a)çların eğitimin tüm maliyetini üzerine yıkmak istedikleri öğrencilerden ödenemeyecek kadar yüksek miktarlarda talep edilmesi, parası olmayan öğrencilerin ucuz işgücü olarak üniversitelerde çalıştırılmaları gibi uygulamalar gündeme getiriliyor. Yasa Tasarısının gerçek içeriği budur. Bu içerik tasarıya karşı üniversiteleri kahramanca savunan(!) rektörler tarafından fiili olarak uygulamaya da sokuluyor. Son derece kötü koşullarda okumaya çalışan öğrencilerin sahip oldukları sınırlı olanaklar da ellerinden alınmaya çalışılıyor.
45 milyonla yaşamak!
Geçtiğimiz günlerde sefalet ücretlerine rağmen çocuklarının eğitim alabilmesi için çırpınan emekçilerin ve dahası biz emekçi çocuklarının koşullarına ışık tutan çarpıcı bir araştırma yayınlandı. Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Kesikin 52 üniversitede yaptırdığı araştırmanın sonuçları, yasa tasarısı üzerine sürdürülen tüm yapay tartışmalar çerçevesinde anlamlı veriler ortaya koyuyor. Her ne kadar bu mümtaz şahsiyet araştırmanın sonuçlarını incelerken at gözlükleri takıyor ve buradan hazırlanan üniversite reformunun derhal hayata geçirilmesi gereğini çıkarıyorsa da, araştırma ile sunulan inatçı gerçekler, öğrenci gençliğin sorununun ve çözümünün hiç de bu olmadığını gözler önüne seriyor.
Çünkü araştırma, öğrencilerin dörtte birinin ailelerinin kendilerine ayda yalnızca 45 milyon gönderebildiği gerçeğini dile getiriyor. Diğer bir dörtte birlik bölümüne ise ayda ortalama 110 milyon gönderiliyor. Şaşılacak bir şey yok aslında; yine aynı araştırmaya göre öğrenci ailelerinin aylık gelirleri şöyle açıklanmış: Öğrencilerin yüzde 24.4lük bölümünün ailesinin aylık ortalama geliri 182 milyon lira; yüzde 21.8lik bölümün 455 milyon; yüzde 15.6lık bölümün 637 milyon; yüzde 20.9luk bölümün 909 milyon; yüzde 17.3lük bölümün de 2.2 milyar lira.
İşte biz öğrenciler bu koşullarda yaşamaktayız. Bırakın üniversitede verilen ya da aslında verilmeyen eğitimi entelektüel faaliyetlerle birleştirerek kişisel gelişimimizi güçlendirmeyi, yol ya da yemek parası bile bulamadığımız günlerin olduğu bizzat sermaye devleti tarafından ortaya konuluyor. Sadece günlük gazete ve okul yemekhanesinde ortalama bir yemeğin aylık maliyeti bile bu miktarın üzerinde yer alıyor. Araştırmada, hazırlık kursu, harç, eğitimin 9 ay süreceği varsayımıyla 2.2 milyar lira beslenme, barınma, ulaşım ve diğer özel giderlerle, bir üniversite öğrencisinin toplam özel maliyeti 6.3 milyar lira olarak veriliyor. Böylece devlet üniversitesi denilen yerde okumak için bizlerden özel üniversite ücretlerine yakın paraların çalındığını sayılarla anlıyoruz. Öğrencilerin yüzde 12sinin çaışarak okuduğu gerçeği de yine bu rakamlarda karşımıza çıkıyor.
Sömürüyoruz, bari yasallaştıralım!
Peki bu tabloya bakılarak çıkarılan sonuç ne? Öğrenci gençlik üzerindeki sömürüyü katlayarak arttıracak olan sözde üniversite reformunun gecikmeden yasalaştırılması! Böylece zaten komik rakamlara indirilmiş, her yıl daha az sayıda öğrenciye verilen öğrenim ve harç kredisinin tümüyle ortadan kaldırılması, çalışan öğrenci sayısının arttırılması ve söz konusu ucuz emek sömürüsünün başkalarına bırakılmadan bizzat üniversite tarafından sürdürülmesi sağlanacak.
Har(a)çlara yaptıkları zammın ancak üçte biri oranında arttırdıkları kredilerin kesilmesi, dahası burada söz konusu olan paranın kontrolünün üniversitelerde kurulacak olan işletme hesaplarının inisiyatifine bırakılarak özel koşullara tabi hale getirilmesi, öğrenci gençliğin yaşam koşullarını düzeltmek bir yana çekilmez hale getirecektir. Zaten okullarda sürdürülen özelleştirmelerle yemekhanelerin, yurtların kâr kapısı haline getirilmeleri ile öğrenci gençliğin olanakları oldukça kısıtlanmıştır. Okullardaki yurtlar tasfiye edilmekte ve bunların yerine üniversiteye kaynak yaratmak adına özel yurtlar kurulmaktadır. Hacettepe Üniversitesindeki özel yurtların sadece kayıt ücreti 1000 dolar, İTÜ yurtlarında aylık barınma bedeli 240 milyon liradır. Fütursuzca savundukları işte bu sömürü ve soygundur.
Bu koşullarda eğitimlerini sürdürmek isteyen emekçi çocukları için geriye sadece çalışma seçeneği kalmaktadır. Yasa tasarısı ile kılıf kazanacak olan bir sömürü de bu alanda ortaya çıkmaktadır. Birçok üniversitede daha şimdiden arkadaşlarımız saati 800 bin lira (asgari ücret) karşılığında çalıştırılmaktadır. Bu uygulama rektörlerde öyle beklentilere neden olmuştur ki, İstanbul Üniversitesinin kadrolu işçileri bu nedenle işten çıkarılmışlardır. Yaptırılan işler arasında otopark bekçiliği, temizlik, hatta güvenlik görevi bile vardır. Düşününce uygulamanın korkunçluğu belirginleşiyor; sınıf arkadaşının arabasını otoparkta bekleyen bir öğrencinin aldığı eğitim ona ne katabilir? Arkadaşının kendisinin de sorunu olan bir konuda yaptığı afişi sökmekle görevlendirilen bir öcurren;rencinin geleceği ne olabilir? İşte bizim karşımıza çıkardıkları ve adice savundukları YÖK Yasa Tasarısı budur! Bu, ağır hakaretlerle birbirlerine giren rektörlerin alçak sömürü yöntemleri için kılıf hazırlamaları ve daha ağır sömürü koşulları yaratmaları anlamına gelmektedir.
YÖK Yasa Tasarısını yırtalım,
fiili uygulamaları ortadan kaldıralım!
Bütün bu gerçekler Kemal Gürüzün sırıtarak savunduğu uygulamalardır. Hatırlanacağı gibi Gürüz, aynı sırıtışlarla bunun nasıl da adil bir uygulama olacağını anlatıyordu. Şimdi bu temellendirme görevi el değiştirmiş olmakla birlikte, özünde herhangi bir fark yoktur. Yasa tasarısı kimin eliyle hazırlanırsa hazırlansın, öğrencilere rezil koşullarda okumayı dayatmaktadır.
Ancak tasarı daha yasalaşmadan uygulamaları hayata geçirilmektedir. Yasaya karşı mücadelenin güncel sorumluluğu bu uygulamaları ve yasayı güçlü bir biçimde teşhir etmek, bununla yetinmeyerek bu saldırılara karşı güçlü direnişler örgütlemektir. Her birimizin okullarımızda tanığı olduğumuz bu uygulamaları ortadan kaldırmak için derhal harekete geçelim. YÖK Yasa Tasarısını yırtalım, fiili uygulamalara karşı mücadeleyi yükseltelim!
|