08 Aralık '01
Sayı: 38


  Kızıl Bayrak'tan
  AB, ABD ve Türkiye
  "Terörle mücadele" bahanesiyle Filistin halkına kapsamlı kuşatma ve saldırı
  İşgal suçtur, caniliktir
  Ekonomide daralma ve kitlesel yoksullaşma
  Yoğunlaşan devlet terörü ve hedefleri
  Emperyalist savaşın yeni hedefi Irak
  Zor dönem zorlu görevler
  1 Aralık eylemleri ışığında sınıf hareketinin imkan ve ihtiyaçları
  1 Aralık eylemleri
  ABD'ye destek halklara ihanettir
  Devlet bastırıyor, İmralı Partisi yalvarıyor!
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Barış süreci siyonist terörün ve işgalin örtüsü oldu...

İşgal suçtur, caniliktir!

Eduard Said

İsrail’in politik ana üssü ve 1967’den beri 96 milyar dolar yardım aldığı Amerika Birleşik Devletleri, 9 Ağustos’ta Kudüs’te çok sayıda insanın yaşamını yitirdiği restorana yapılan bombalı saldırı ve 12 Ağustos’ta Hayfa’daki kanlı saldırıyı daha önceki örneklere benzer açıklamalarla yorumladı. Arafat kendi teröristlerini kontrol altında tutabilmek için yeterince bir şey yapmıyordu. Her tarafta insanlara karşı kinle bilenmiş, “biz”e ve güçlü birliğimize zarar veren kendini öldüren müslüman radikaller vardı. İsrail kendi güvenliğini savunmalıydı.

Düşündürücü bir kaç şey daha eklenebilirdi: Orada insanlar bin yıldan beri savaşıyorlar; şiddet eylemleri durdurulamadı: bu her iki tarafa da büyük acılar verdi, Filistinlilerin çocuklarını cepheye sürmesinde de bu böyle. İsraillilerin başa çıkması gerekenlerden biri de bu.

Ve gergin ama duruma tamamen hakim İsrail, savunmasız Cenin’e buldozerler ve panzerlerle girdi, birkaç bina ile birlikte Filistin devletine ait polis binasını yıktı, ve ardından propagandacılarını gönderip bununla teröristlerin dizginlerini çekmesi için Arafat’ı uyardıklarını açıkladı. Bu böyleyken Arafat ve kliği, ABD’den kendileri için himaye dileniyor. İsrail’in ABD’nin himayesinde olduğunu tümden unutmuş görünerek, hem de şiddet eylemlerini durdurması için binlerce kez kendisinin kulağının çekilmesine rağmen.

Sonu bir türlü gelmeyen korkunç tarih

Amerika’da propaganda savaşını İsrail’in kazandığı ve tam da Amerika’da (Zubin Mehta, Yitzhak Pearlman ve Amos Oz gibi sanatçılarla) imajını daha da düzeltmek için gerekli kamuoyu çalışmasıyla ilgili kampanyaya İsrail’in milyonlarca dolar daha yatırdığı bir gerçek. İsrail’in savunmasız, pratikte silahsız, devletsiz ve kötü önderliğe sahip Filistin halkına karşı uzun süredir sürdürdüğü savaşı nereye vardırdığı insanı düşündürüyor. İktidar aygıtında eşitsizlik öylesine korkunç ki, insan tüm gücüyle bağırmak istiyor. Amerika’nın en yeni silahlarıyla donatılmış, hava silahlarına, savaş helikopterlerine, sayısız panzer ve rokete, mükemmel bir deniz donanmasına, en yüksek standartta istihbarat servisine ve atom gücüne sahip olan İsrail; panzeri, silah ve cephanesi olmayan, hava silahları bulunmayan (tek u¸ağı Gazze’de İsrail’in kontrolünde), donanmaya, orduya ve modern bir devletin hiçbir kurumuna sahip olmayan bir halka cefa çektiriyor.

İsrail’in hiç kesintisiz süren korkunç tarihi, kanunsuz olarak işgal edilen Filistin topraklarının 34 yıllık askeri işgali, neredeyse her yerde insanlığın beyninden silinmiş gibi. Aynı şekilde Filistin toplumunun 1948’de parçalandığı, %68’inin doğup büyüdükleri topraklardan sürüldüğü ve bugün 4,5 milyonunun mülteci olduğu da...

Ama propaganda konuşmalarında yapılan tüm rötuşlara rağmen, İsrail’in bir halk üzerinde on yıllardır sürdürdüğü gündelik baskı, Filistin halkının tek günahının orada sadece İsrail’in yolunun üzerinde bulunması olduğu, insanlık dışı sadistlikleri, şaşkınlık içinde görülebilir.

Anlamsız ve korkunç bir biçimde 1,3 milyon Filistinli kafese kapatılmış, Gazze Şeridi’ndeki insanlar sardalya gibi sıkış tepiş tıkılmış, bunun yanında Batı Şeria’daki iki milyon Filistinli. Bunlarla Apartheit’ın veya sömürgeciliğin resmi tarihiyle bile paralellik yok. Güney Afrika’da siyahların yaşadığı bölgeyi bombalamak için asla F-16 savaş uçağı kullanılmadı. Ama bu Filistin kentleri ve köylerine karşı kullanılıyor.

Filistinlilerin yaşadığı bölgelerin tüm giriş çıkışları İsrail tarafından kontrol ediliyor (Gazze tamamen tel örgülerle çevrilmiş durumda). Su temini bile İsrail’in kontrolünde. Birbirine bağlı olmayan 63 kantona bölünmüş, birbirinden yalıtılarak tel örgülerle çember içine alınmış ve İsrail askerlerinden yığınak yapılmış, aralarına 140 İsrail yerleşim yeri kurulmuş (çoğu Ehud Barak Hükümeti döneminde yapılmış) bunların arasında da kendilerine ait,“ Yahudi olmayanlar”a yasak olan sokak ağı oluşturulmuş. “Yahudi olmayanlar” deyimi ile hırsız, yılan, kakalak, çekirge gibi isimler Araplar için kullanılıyor. İşgal altındaki Filistinliler arasında işsizlik %60 ve yoksulluk %50 oranında. (Gazze ve Batı Şeria’da halkın yarısı günde iki doların altında yaşıyor). Filistinliler bir yerden bir başka yere seyahat edemezler, İsrail kontrol notalarında uzun kuyruklarda beklemek zorundadırlar; buralarda özellikle yaşlılar, hastalar, öğrenciler ve dini temsilciler saatlerce tutulmakta, her türlü hakarete maruz kalmaktadırlar. 150 bin zeytin ve narenciye ağacı Filistinlileri cezalandırmak için söküldü, 2000 Filistinli’nin evi yıkıldı, ekilebilen toprakları zarar gördü veya askeri yerleşim bölgelerine çevrildi.

El Aksa İntifada’sının başladığı geçen yılın Eylül ayından bu yana 609 Filistinli katledildi (İsrailli’lerden 4 kez daha fazla), 15 bin kişi yaralandı. (İsraillilerden 12 kez daha fazla). İsrail askerleri canı istediğinde sözümona teröristleri düzenli şekilde tek tek katlettiler, bu saldırılarla çoğunlukla suçsuz insanlar sinek gibi öldürüldüler. Geçen hafta 14 Filistinli daha İsrail güvenlik güçleri tarafından savaş helikopterleri ve roketleriyle açıktan katledildiler. Bununla İsraillilerin öldürülmesi daha önden “önlenmiş” oluyor. Yaralanan çok sayıda sivil halktan ve yıkılan evden sözetmiyorlar. Amerikan haber programlarında da her gün katledilen isimsiz, yüzsüz Filistinli’lerin sözü bile edilmiyor; ama Arafat’ın Amerika’dan -anlayamadığım nedenlerden dolayı -kendisini ve yıkılan hükuuml;metini kurtarması için umdukları bir o kadar fazla.
Herşey bu kadarla da kalmıyor. İsrail’in planı sadece basit bir şekilde topraklara el koyup, buralara korkunç öldürücü silahlarla donatılmış askerler konumlandırıp İsraillileri yerleştirmek, Filistin meyve bahçelerini, çocuklarını ve evlerini yok etmek değil. Amerikalı araştırmacı Sara Roy’un söylediği gibi, planlanan Filistin toplumunun gelişmesini engellemek, yaşamı yaşanmaz kılmak. Böylece Filistinliler taşınarak topraklarından vazgeçecekler ya da her türlü çılgınlığa başvuracaklar, kendilerini havaya uçurmak gibi...

1967’den beri İsrail işgalci devleti tarafından politik önderlik potansiyeline sahip Filistinliler hapsedildi ya da sürüldü. Küçük dükkanlar ve çiftliklere el konuldu ve yıkılarak yok edildi. Öğrencilerin yüksek öğrenim görmesi engellendi, üniversiteler kapatıldı. (80’li yılların ortasında Batı Şeria’da üniversiteler 4 yıl boyunca kapalıydı).

Hiçbir Filistinli çiftçi veya tüccar ürünlerini herhangi bir Arap ülkesine doğrudan ihraç edemiyor; ürünler İsrail’den geçmek zorunda, vergi İsrail’e ödeniyor. Oslo barış sürecinin başladığı 1993 yılında işgal sadece biraz farklı bir biçimde ambalajlandı. Hitler Almanyasıyla işbirliği yapan Fransız Vichy hükümeti ile kıyaslanabilecek Arafat’ın rüşvetçi devletine, ülkenin sadece %18’i ayrıldı. Bu manda hükümet İsrail ile iyi geçinebilmek için kendi halkını kendi polisiyle gözetledi ve vergilendirdi.

ABD’nin Martin Indyk ve Dennis Ross gibi İsrail lobisinin baş üyelerinin gizli rejisini yaptığı verimsiz ve sefalet yüklü Oslo pazarlıklarından 8 yıl sonra, İsrail durumun efendisi olmayı sürdürdü. Daha ince bir biçimde ambalajlanan işgalin sürdüğü barış süreci daha fazla saldırı, daha fazla işgal, daha fazla İsrail yerleşim yeri, tutuklamalara izin verirken, Filistin halkı daha fazla acı çekti. Buna, yahudileşmiş Doğu Kudüs’te işgal edilen Doğu Evi ve içindekilerin talan edilmesi, götürülmesi (paha biçilmez resmi belgelerin, tapuların, haritaların, ani bir baskınla İsrail’in 1982’de Beyrut’taki PLO arşivlerini çaldığı gibi tekrar çalınması) eklendi. İsrail Filistin topraklarına 400 bin gezginci serseri İsrailli’yi boşuna yerleştirmedi.

İsrail’in kurban rolünün gerçek hikayesi

28 Eylül tarihinde Ariel Şaron’un, Başbakan Barak’ın emrine verdiği 1000 asker ve koruma birliği ile birlikte, Kudüs’teki Harem-i Şerif’e yaptığı keyfi ve utanmazca ziyaretinden birkaç hafta sonra, bu eylem nedeniyle İsrail’in Güvenlik Konseyi’nde oy birliği ile mahkum edildiğini hatırlamakta yarar var. Bununla çocuğun bile önden görebileceği olaylar patlak verdi. Sömürgeciliğe karşı isyanda, İsrail kendini feda etmeye hazır 8 Filistinliyi katletti.

Şaron, Filistinlileri boyunduruk altına almak, onlara ders vermek, onlardan kurtulmak için iktidara getirildi. 30 yıldır “Arap katili” olarak yaptığı işler 1982’de birliklerinin gözetimindeki Sabra ve Şatila katliamlarına dek uzanıyor, bu nedenle Belçika mahkemelerince hakkında dava açıldı. Ama Arafat onunla halen görüşmek ve Şaron’un yerle bir etmek istediği kendi makamını korumak için belki rahatça uzlaşmak istiyor.

Ama Şaron aptal değil. Her Filistin direnişinin ardından, güvenlik güçleri baskıyı daha da yoğunlaştırdı, askeri yığılmayı geçit vermez hale getirdi, daha fazla Filistin toprağını işgal etti, Cenin ve Ramallah gibi Filistin kentlerinin içlerine kadar girerek saldırılarını olağanlaştırdı, Filistinlilerin en temel ihtiyaçlarına ambargoyu sürdürdü. Filistin yöneticilerini tüm dünyanın gözleri önünde alenen katletti, yaşamı daha da çekilmez hale getirdi, kendi hükümetinin saldırması için koşulları yeniden belirledi. Şöyle ki; önceleri “fazla taviz” verildi diyerek kendilerini bir biçimde “savunuyor”lar; terörizmi “engelliyorlar”, bölgeleri “güvenceliyorlar”, kontrolleri “tekrar uyguluyorlar” vb. Ve ardından Şaron ve memurları Arafat’a saldırdılar, hatta onun “terörist başı”olduğu açıklamalarını yinelediler. (Arafat’ın İsrail’in izni olmadan kıpırdayamaması bile onlar için farketmiyor). “Biz Filistin halkına karşı savaş sürdürmüyoruz” diyorlar. Halk için ne büyük bir lütuf!

Neden böylesi bir “geri durma” daha yoğun bir işgal için gerekli olsun ki? Kulaktan kulağa yayıldığı gibi, acaba Filistinlileri daha sadistçe terörize etmek için mi? İsrail her şart altında istediği binayı alabileceğini biliyor. (Kudüs’te Doğu Evi’nin, diğer dokuz bina, büro ve kütüphanenin arşivin yağmalanmasına veya Abu Dis’e bakın)

İsrail’in kendisi için hazırladığı kurban rolünün gerçek hikayesi; aylardır bilinçli ve ardniyetli bir biçimde büyük bir yoğunluk içinde sürüyor. Söz ile realite birbirinden koparıldı. İsrail’i durdurmak için hiçbir şey yapmak istemeyen veya yapmayan akılsız Arap hükümetlerine hiç merhamet etmemek gerekli. Halka acımalı; yaralarını kendi etinde, çocuklarının körpe bedenlerinde hisseden Filistin halkına. Çocukları kendileri için şehitlik mertebesinden başka çıkar yol kalmadığına inanıyorlar. (...)

Oslo restore edilemez

Arafat ve ortaklarının kumandasından hiçbir ümit yok. Onursuzca, hatta akılsızca, niyeti Arap yardımı, uluslararası dayanışma talep etme olan bu adam Vatikan’da, Laos’ta veya herhangi bir yerde gerçekten ne yapıyor? Halkının yanında olması, yaralarını sarması, ona moral destek vermesi ve doğru, gerçek bir önderlik yapması gerekirken... Bizim orada bulunan, halka ortak önderlik yapabilen, gerçek bir direniş sergileyen, halkla içiçe olan gerçek bir önderliğe ihtiyacımız var. Kendi ticarethanelerini işletmeyi sürdürüp, VİP pasaportlarının yenilenmesi ile uğraşan, erdem ve inanırlıklarını kaybetmiş, ağızlarında pürolarıyla yağ tulumu bürokratlara ihtiyacımız yok. Ortak bir yönetim, duruş ve kitlesel eylemler planlayan, bununla ilgili kararlar alan ve örgütleyen, Oslo’ya geri dönmeyen, (...), direnmeyi ve kurtuluşu daha ileri götürmek için zorlayanlara ihtiyacımız var...

Arafat’ın işi bitti. O artık ne önderlik edebilir, ne örgütleyebilir, ne de başka bir şey yapabilir. Bunu neden kabul etmiyoruz. Onunla halkının sefaletinden maddi olarak kâr eden Oslo dostları arasında fark ne? Tüm anketler onun varlığının ileri doğru yönelme eğilimi gösteren hareketlerin önünü kestiğini gösteriyor. Bizim tek cepheli yönetime ihtiyacımız var; karar verebilen, Papa veya bunak George W. Bush’un önünde secdeye yatmayan, üstelik yiğit halkımız İsrail’in yargısız infazlarıyla katledilirken bile. Bir önder direnişe önderlik etmek, realiteyi yerinde ve zamanında düşünmek, halkının ihtiyaçlarına tepki vermek, planlamak, tehlike ve zorluklarda kendini ortaya koymak zorundadır.

Bugün bir parça değere sahip her Filistinli, İsrail işgaline karşı sürdürülen özgürlük savaşında yerini almak zorundadır. Oslo, Arafat ve ortaklarının arzu ettiği gibi yeniden restore edilemez veya yeniden cilalanamaz. Onlar için herşey bitti. Na kadar çabuk bavullarını toplayıp kaçarlarsa, herkes için o kadar iyi olacak.

Hristiyan kökenli bir Filistinli olan Eduard Said New York Columbia Üniversitesi Edebiyat profesörüdür. (Metin Almanca Junge Welt dergisinin 27 Ağustos ‘01 tarihli sayısından çevrildi. İngilizce orjinali, www.Middle East.Org sitesinden temin edilebilir...)



Beyrut Kasabı Ariel Şaron
eninde sonunda hak ettiği cezayı bulacaktır

Filistin halkı ve dünya ilerici kamuoyu, İsrail Başbakanlığı’na getirilen Ariel Şaron’u yakından tanıyor. Onunki gibi bir kanlı sicil, ancak Nazi komutanlarına nasip olmuştur.

Şaron, bugün devam edegelen katliamcı ve talancı İsrail politikasının tetikçiliğinden yöneticiliğine yükselmiş bir simadır. İsrail devletinin kurulmasından bu yana binlerce Filistinlinin katledildiği saldırıları yönetmiş ve bizzat katılmıştır. Bunlardan en çok bilinenlerinden biri, bir Belçika mahkemesinde şimdilerde yargılamaya konu olan Beyrut katliamıdır.

16 Eylül’ 1982’de başlayan ve iki gün aralıksız olarak süren Beyrut katliamında, toplam İki bin Filistinli katledilmiş, binlercesi bu iş için özel olarak kullanılan Camille Chamon stadyumundaki işkencelerden geçmiştir. Sabra ve Şatila kamplarından nerdeyse kurtulan olmamıştır. Canlı olarak ele geçenlerin akibeti ise hala bilinmiyor. “Kayıp” olarak belgelere geçen bu kişilerin yakınları ve olaylara tanık olanlar, hepsinin katledildikten sonra gizlice gömülmüş olduklarını iddia ediyor.

Brüksel’de görülen davada tanıklığına başvurulanlardan biri de tanımış gazeteci Robert Fisk’tir. Katliam’a bizzat tanıklık eden Fisk, gözlemlerine ve bilgilerine dayanarak, yaklaşık olarak 1800 kişinin gizlice katledilip cesetlerinin ortadan kaldırıldığını söylemektedir.

Tüm bunların sorumlusu ise o dönemde İsrail Savunma Bakanlığı görevini üstlenen Ariel Şaron’dur. O bu katliam nedeniyle “Beyrut Kasabı” lakabıyla anılır olmuştur. Fakat, sicilini kanla yazan bu insan kasabının bilenen suçları yalnızla bununla da sınırlı değil. Bilinen diyoruz, zira bilinmeyen pek çok suçunun olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil.

Bundan yaklaşık 14 ay önce, emrindeki bin özel koruma ile müslüman halkın kutsal mekanlarından olan Mescid-i Aksa’ya provokatif bir ziyarette bulunması, yeni bir katliamlar serisinin de başlangıcı oldu. O gün bu ziyareti protesto eden 12 genç, açılan ateş sonucu yaşamını yitirdi. O günden bugüne çoğu çocuk olan yaklaşık 700 Filistinli katledildi, binlercesi yaralandı, yerleşim yerleri ve tarım alanları yerle bir edildi. Ve Filistinli kanı içmeye doymayan İsrail burjuvazisi, Beyrut Kasabı’nın bu hizmetini onu başbakanlığa taşıyarak ödüllendirdi.

Bugün kimse 28 Kasım’da Brüksel’de görülmeye başlayan davadan bu katile mahkumiyet kararının çıkmasını beklemiyor. Filistin halkının ve dünya emekçilerinin gözünde katil Şaron ve Şaronlar çoktan mahkum olmuştur. Onu mahkum edenler elbet ilk fırsatta cezasını da keseceklerdir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.