19 Temmuz 2013
Sayı: KB 2013/29

 Kızıl Bayrak'tan
Haziran direnişinde yeni safha
Zorbalara karşı isyan haktır!
AKP iktidarının
“hayat suyu”
yabancı sermaye
çekilmeye başladı
Sermaye devleti
tam bir cinayet şebekesidir!
İzmir’den baskınlara yanıt...
Devlet yine
katilleri koruyor!
Onbinler Ali için sokaklara indi!
Binler TMMOB yasasına karşı sokağa çıktı
14. Evvel Temmuz Festivali tamamlandı
Kamu TİS’leri görüşme süreci devam ediyor…
“Sendika hakkımız engellenemez!”
“Sonuna kadar mücadele!”
Para basanlar hakları için grevde!
“Bu grev onur grevidir!”
Mısır’da halk hareketi ve yeni gelişmeler
Gezi Parkı Direnişi’nden ayaklanmaya... - 2 V. Yaraşır
Gençlik yol ayrımında… K. Ali

Dünyada işçi ve emekçi eylemleri sürüyor!

Toplumcu Eksen’den...
Ekim Gençliği temsilcisi ile Yaz Kampı üzerine konuştuk...
Forumlar taleplerin kürsüsü oluyor
ABD’de Trayvon Martin davası... T. Kor
Gezi tutsağından mektup…
Kavga bitmedi direnişe devam!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 


Toplumcu Eksen’den...

Dosya: İnşaat sektörü

 

Hitler, Kavgam adlı kitabında “Mimarlık, sadece söylenen sözün taşa kazınmış hali değil, bir toplumun inancının anlatımıdır veya o ülkenin liderinin gücünü, büyüklüğünü ve ününü gösterir” diyordu. İdeolojisi doğrultusunda bir ülke inşa etmek için de kolları sıvadı. Savaş ve mağlubiyet onu durdurmasa başladığı işi bitirecekti de. Romalılara öykünen şehirler inşa edip ‘Ari ırk’ın haşmetini dünyaya ilan edecekti. Olmadı. Kısmet Recep Tayyip Erdoğan’aymış. Elbette önemli farklar var ancak “muhafazakâr sanat”, “ucube”, “hizmet götürmek”, “üç-beş çanak çömlek”, “çılgın proje” boşuna söylenmiş sözler değildir. İşin temelinde yatan iktisadi gerçekler bir yana AKP’nin daha fazla inşaat şiarının gerisinde böylesi bir büyüklenme olduğu da açıktır. 2. Osmanlı söylemine fazlasıyla kapılanların Erdoğan’ı dünya lideri ilan ettiği bir dönemde savaşın ayak sesleri içinde yükselen (yükseldiğini sanan) despot bir liderin inşaata özel bir önem göstermemesi beklenemez.

AKP, inşaat, iktidar

Başbakan, böylesi büyük hayallerle, 3. köprü keşfi için helikopter turu atıyorsa da, aslında inşaat furyası hiç de emperyalist olma yolunda bir ülkenin, daha doğrusu “büyük Türkiye’nin” habercisi değildir. Bu noktada helikopterden yer bakma olayına özel bir parantez açarak meselenin gerisindeki illüzyon üzerine birkaç söz söylemek gerekiyor. Boğaza yapılacak büyüklükte bir asma köprünün etütlerini ve değerlendirmesini yapmak oldukça kapsamlı ve karmaşık bir iştir, ki bu yüzden Japonlar imdada çağrılmaktadır. Açıktır ki başbakanın hatta herhangi birinin helikopterden bakarak bu işe karar vermesi gayrı ciddi bir durum, saçmalık gibi gözükebilir. Ancak böylesi bir mizansen başbakanın karizmasını tamamlayarak ona siyasi bir rant sağlamak için düzenlenmiştir. Yani, işin bir tarafında Erdoğan kendi iradesinin bu işin içinde olduğunu dosta düşmana ilan etmekte, öte taraftan da her şeye muktedir olduğu mesajını vermektedir.

Geçtiğimiz seçimlere AKP iktidarının “vizyonunu” kanıtlamak için sıkça vurgulanan imar ve şehircilik projeleri damgasını vurmuştu. İktidarın özellikle “çılgın” sıfatıyla anılan projeleri seçim vaatlerinde en üst sıralarda yer alırken geçmiş icraatlar da “millete hizmet” adı altında özenle parlatılarak sunulmuştu. Seçim çalışması açılışlara, açılışlar yeni yalanlara karışırken iktidarın tam bir pazarcı edasıyla sunduğu projeler, inşaat sektörünü deyim yerindeyse coşturdu. Son olarak da hemen her noktasıyla dizginsiz bir yağmanın öngörüldüğü yasalarla desteklenen kentsel dönüşümün iktidar güvencesi altına alınmasıyla birlikte inşaat sektörü en ‘çılgın’ zamanlarını yaşıyor.

Küresel ve yerel planda inşaat sektörü

Başbakan her fırsatta özel olarak inşaat faaliyetinin artarak devam edeceğini anlatmakta, inşaat sektörüne desteğini bildirmektedir. Ancak bu sadece bize özgü bir durum olarak görülmemelidir. Zira Türkiye’nin şantiyeye dönmesinden “büyük Türkiye” idealinin filizlendiğini söyleyenler bunu ısrarla topluma pompalamakta, inşaat makineleri insanların gözünde yükselen Türkiye’nin (!) sembolü haline getirilmektedir. Başa dönersek bu propagandanın aksine inşaat sektöründeki atılımın Türkiye’ye özgü bir durum olmadığı, tersine küresel bir yönelim olduğu görülmektedir. Tüm dünya çapında, özellikle liberal iktisatçıların da yoğun desteğiyle, inşaat sektörünün sürükleyici niteliği üzerinde durulurken, birçok ülkede siyasal erk inşaat faaliyetlerinin kolaylaşması için sermayenin önünü açarak, bu sektörü büyütebilmek yolunda çok yönlü bir çaba sarf etmektedir.

Sermaye Türkiye için de benzer bir rota izlerken, özellikle ’80 sonrası başlayan neo-liberal dönüşüm ile beraber inşaat sektörü gerek iktisadi gerekse de siyasi gerekçelerle özel bir yere sahip olmuştur. Sektörün alabildiğine açık ve kural tanımaz oluşu bir anda inşaat devleri yaratmış, özellikle metropollerde dizginsiz bir yapılaşmanın önü açılmıştır. İktidarların da kendi adamlarını(!) ihya ettiği bir alan olan inşaat sektörü zengin yaratmanın en kolay yolu olmuştur. Özellikle son dönemde gelişen inşaat tekniklerinin getirdiği kolaylıklarla büyük çaplı yatırımların ortaya çıkması sektörü milyar dolarların havada uçuştuğu bir alan haline getirmiştir.

İnşaat sektörünün yeri

İnşaat sektörünün kapitalist iktisat içinde lider ve başat sektörlerin arasında olduğu özellikle burjuva iktisat çevrelerinde genel kabul görüyor. Esas olarak inşaat sektörünün diğer sektörlerle kurduğu ilişki üzerinden dillendirilen bu kabule göre, inşaat işinde pek çok sektörde üretilen ürün ve hizmetler girdi olarak kullanılarak ortaya çıkartılan bir ürün (yapı) bulunmaktadır. Bu yüzden inşaat sektörü ekonomi içinde bir bütün olarak üretimi de belirleyen bir yere sahiptir.

Sistem içindeki bu belirgin yeri ile inşaat sektörü hemen her krizde bir can simidine dönüşmüş birçok ülkede ekonomik durgunluğa çare olarak öne sürülmüştür. Diğer sektörlerle kurduğu bağların üzerinden inşaat sektöründe yaşanacak her türlü hareketlenmenin ekonomiyi canlandıracağı ve büyüteceği, istihdamı artırarak işsizliği düşüreceği varsayılmış bunun sonucu olarak da kapitalizm bu sektöre özel bir ilgi göstermiştir. Özellikle uzak doğu ülkelerinde geçen milenyumun sonunda başlayan ve aynı Türkiye’deki kentsel dönüşüm yasası benzeri uygulamalarla büyük bir inşaat faaliyeti başlatılmıştır. Arsanın değerli olduğu bu ülkelerde önemli sonuçlar da doğuran bu yönelim daha sonraki dönemlerde Arap ülkelerinde ve eski Sovyet ülkelerinde dışarıdan firmalar getirilerek, farklı biçimlerde ve hedeflerle de olsa, aynı saiklerle hayata geçirilmiştir.

Bu küresel yönelimin sonucu olarak inşaat yapılacak her yer kapitalistlerin iştahını kabartmaktadır. Petrol için başlayan Irak işgalinde, Irak’a askerlerle beraber giren inşaat firmaları ülkeyi hızla şantiyeye çevirirken dolaylı veya dolaysız olarak işgal edilen Afganistan, Libya, Mısır için de konteynırlar çoktan inmiş durumdadır. Özetle işgal ve inşaat faaliyeti beraber yürümektedir. Başka bir deyişle inşaat sektörü işgal etmenin bir biçimi olarak ortaya çıkmıştır.

Benzer bir şekilde içinden geçtiğimiz süreçte “barış” geleceği iddiaları ile ellerini ovuşturan inşaat şirketleri Kürt illerine yapılacak yatırımların hesabını yapmaya başlamış ve bunu da açıktan ve gurur duyurarak “barış sürecine destek” kapsamında ilan etmişlerdir. Neticede sürdürülebilir bir büyümenin olanağı olarak görülen ve sürekli desteklenen inşaat sektörü kapitalizmin gözbebeği konumuna gelmiş durumdadır.

İnşaatın finans sektörü ile kurduğu bağ üzerine

İnşaat sektörünün büyümesi bir yandan emlak piyasasının hareketlenmesine yol açarken diğer yandan bankalar bu duruma uygun politikalar üretmeye başlamıştır. Krediler üzerinden ücretli çalışan kesim üzerinde önemli bir rant elde eden bankalar, tefeciliğe yeni bir boyut getirerek geniş kesimleri borçlandırmış ve yepyeni bağımlılık ilişkileri üretmiştir. İş, öylesi bir boyuta gelmiştir ki geçtiğimiz yıllarda ABD merkezli yaşanan finansal krizinin tek sebebi geri dönmeyen mortgage kredileri olurken (ülkemizde “kira öder gibi ev sahibi ol” diye pompalanan ev kredilerine verilen ad) LehmanBrothers’in 15 Eylül 2008’de iflas etmesi, krizi derinleştirmiş ve dünyanın pek çok ekonomisini zincirleme reaksiyon şeklinde olumsuz etkilemiştir.

Ancak yaşanan olumsuzluklara rağmen mevcut politikalardan en ufak bir sapma olmamıştır. Hali hazırda televizyon reklamlarının neredeyse yarısını konut reklamları oluştururken bankalar da kredi vermek için birbirleriyle yarışır durumdadır. Emlak piyasasındaki, dolayısıyla inşaat sektöründe, şişirilen balon açıkça ortadadır. Hemen her yerde bir şantiye, yükselen bir vinç veya beton mikseri görüyor olmamız açıktır ki tesadüfî bir durum değildir. Bir yandan değerleri yüz binlerce hatta milyonlarca lirayı bulan konutlar, AVM’ler yapılırken bir yandan da devlet yatırımlarının neredeyse tamamını yeni yeni inşaatlar oluşturmaktadır.

Türkiye’de inşaat sektörü

Türkiye’nin bu tablosunun gerisinde de neo-liberal politikaların miladı olan ’80 faşist askeri darbesi ile koşulları hazırlanan ekonomik değişim bulunmaktadır. Darbenin ardından baskılanan emek mücadelesi ve bir bütün olarak toplumsal muhalefet ve hayata geçirilen yasal düzenlemeler ile gereken ortamın hazırlanmasının ardından kelimenin tam anlamıyla sermayenin şafağı yaşanmıştır. Koşullar hemen her türlü sermaye aktivitesine uygun olsa da genel bir doğrunun yani üretici güçlerin durumu ve kapitalizmin temel kuralları sermayeyi hızla inşaat sektörüne doğru yöneltmiştir. Finans sektöründe de oldukça önemli gelişmeler yaşanmış olsa da üretim faaliyeti açısından bakıldığında inşaat sektörü oldukça belirleyici bir yerde durmaktadır. Mafyanın bile temel uğraşı alanı haline dönüşen sektörün darbe sonrası gelişimi dikkat çekicidir.

1980 sonrası Türkiye’de yapım kesimi faaliyetlerinin gelişimi incelendiğinde, ilki 1980’lerde, ikincisi ise 2000’lerde iki büyüme döneminin yaşandığı görülmektedir. İlk büyüme dönemi, 1982 ile birlikte başlamış ve 1988’e kadar devam etmiştir. Bu dönemde ülke genelinde yapımına başlanan yeni bina sayısı, 1982’de 54.361’den, 1988 yılında 139.995’e yükselmiştir. İnşaat sektörü yatırımlarının GSMH içindeki payı ise 1982 yılında %5.2’den, 1987 yılında %7.3’e yükselmiştir. (Veriler inşaat ruhsatlarına göre olup, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) yayınlarından alınmıştır.) 1987, inşaat sektörünün GSMH içindeki payının tüm 1980 sonrasındaki dönem içinde zirve yaptığı yıl olmuştur. Benzer şekilde, 1980’lerin sonuna doğru Türkiye’de konut yatırımlarının GSMH içindeki payının, gelişmiş ülkelerde konut yatırımlarının GSMH içindeki payına yaklaşmış olduğu bilinmektedir.

İkinci büyüme dönemi ise bir kriz sonrası başlayıp, bir diğer kriz ile son bulmuştur. Bu büyüme dönemi, 2001 ekonomik krizini takiben 2002’de başlamış ve 2008’de tüm dünyayı etkileyen küresel ekonomik kriz ile birlikte sona ermiştir. Bu dönemde ülke genelinde yapımına başlanan yeni bina sayısı, 2002’de 43.430’dan, 2006’da 114.204’e ve 2007 yılında 106.659’a çıkmıştır. İnşaat sektörü yatırımlarının GSMH içindeki payı ise 2004 yılında %3.8’den, 2006’da %4.8’e yükselmiştir. 2004 ile 2007 yılları arasında, yıllık ortalama %12’lik büyüme oranı ile inşaat sektörü, ekonominin en çok ve hızlı büyüyen sektörü olmuştur.” (İnşaat sektörü neyin lokomotifi?-Osman Balaban)

Devlet eliyle doğrudan veya dolaylı olarak desteklenen bu yükseliş inşaat sektörünün ekonomi içindeki payını hızla büyütmüştür. Bu devletin desteği her dönem, o dönemin ve egemen sınıfın ihtiyaçlarına uygun biçim almıştır. Bir dönem alt yapı projeleri eliyle doğrudan müdahil olan devlet başka bir dönemde de TOKİ gibi toplu konut kurumları veya fonları oluşturarak müteahhitlik yapmayı tercih etmiştir. Yine dönemine göre imar affı, yap-işlet-devret, kentsel dönüşüm, belediyeler kanunu gibi kanunlar çıkartarak veya çeşitli uygulamaları hayata geçirerek kolaylaştırıcı rol de oynamıştır. Kimi zaman siyasal rant için görmezden gelinen ve resmi statü tanınan gecekondular yeri geldiğinde kentsel dönüşüm alanı ilan edilerek yıkılmak istenirken, kimi zaman da kural ve yasa tanımaz bir şekilde kamu arazileri büyük sermayedarlara peşkeş çekilmiştir.

Özetle devlet her zaman inşaat işinde temel bir aktör olarak yer almıştır. Özellikle son dönemde kentsel dönüşüme gösterilen ilgi oldukça çarpıcıdır. Geçmişte büyük şehirlerde mantar gibi çoğalmasına göz yumulan ve hemen hepsi mühendislik hizmetinden, planlamadan, estetik ve mimariden yoksun apartmanlar bugün deprem bahanesi ile dönüştürülmektedir. Sermayeye büyük bir rant alanı açan bu dönüşüm bizzat devlet eliyle istikrarlı bir deprem propagandası ile meşru bir zemine oturtulmak istenmekte binlerce binanın yıkılıp yeninden yapılmasını içeren devasa projeler hazırlanmaktadır. Oldukça geniş bir sermaye çevresini kesen bu girişim ve adımların burjuvaziye büyük bir alan açtığı tartışma gerektirmeyecek kadar aşikârdır.

Özallı yıllardan AKP’ye

Sektörün patlama yaptığı ’80 sonrası dönemde tek başına hükümet olan iki partinin inşaat icraatlarına yaptığı özel vurgu da bu kapsamda dikkat çekmektedir. ANAP iktidarı döneminde “Parker” marka altın dolmakalemini sallaya sallaya konuşan Turgut Özal’ın “İcraatın İçinden” programı halen akıllardadır.

Amerikanvari bir hava ile iktidarın özellikle inşaat icraatlarının (mesela 2. Köprü) övüldüğü programda Özal’ın Türkiye’yi nasıl değiştirdiğine(!) tüm ülkenin tanıklık etmesi isteniyordu. Tek kanallı dönemlere geldiği için adeta bir dizi gibi izlenen bu güzellemeler aslında inşaat sektöründeki yükselişin bir resmi gibiydi. ANAP’ın yolundan giden AKP iktidarı da faaliyetlerini ballandıra ballandıra anlatırken iletişim araçlarının gelişmesini de etkin bir şekilde kullanıyor. İnşaat sektöründeki küresel şişmenin ülkemizdeki biçiminin ayırt edici yanını ortaya koyan bu propaganda faaliyetinin kitleleri etkileme gücü de ortadadır. Bunların üstüne sektörde dönen paranın “camia” içinde kalması için gösterilen büyük çabayı da değerlendirdiğimizde, tüm tablo açıkça ortaya çıkmaktadır. İnşaat sektörü tek başına ekonomi için değil siyasal egemenliği yürütmek için de bulunmaz fırsatlar yaratmaktadır. AKP iktidarı döneminde tavan yapan inşaat faaliyetlerinin bir ayağının da kendi sermayesini yaratma çabası olduğu reddedilemez bir gerçektir. İktisadi plandaki zorunlulukların yarattığı yönelimlere ek olarak, iktidarların siyasal ranta tahvil ettiği inşaat sektörünün vazgeçilmez olduğu ve olacağı da tüm bunlardan da açıkça anlaşılmaktadır.

Yükseliyor yapı: Kan ter içinde…

Sektöre atfedilen bu kilit rol, hiç durmadan önüne yeni yemlerin atılması gereken bir canavar yaratmıştır. Bu canavarın sürekli yeni projelerle desteklenmesi, yeni alanların açılması, en önemlisi ucuz işgücü ve malzeme girdisi ile beslenmesi gerekmektedir. Sermayenin inşaat sektörü üzerine güzellemelerinin aksine bu büyümenin bedeli ağır olmaktadır. İnşaat sektörü insanı ve doğayı tahrip ederek ilerlemekte, büyümektedir.

İnşaat sektöründeki dizginsiz büyümesinin doğrudan etkilerinin başında doğanın ve çevrenin geri dönüşümü imkânsız bir şekilde tahribatı bulunmaktadır. Bir yandan insanların yaşam alanlarının betonlaşması sürerken, bir yandan da doğal ve tarihi alanlar yok edilmektedir. Hepimizin tanıklığında yaşanan bu süreçte örneğin İstanbul’un son kalan yeşil alanları 3. köprü ve havaalanı ile yok edilmek istenirken, Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’ndeki yağma son sürat devam etmektedir. Yine deniz kenarlarında milyon dolarlık turistik tesisliklere yer açmak için çıkartılan orman yangınları ile rantı yüksek alanlarda sermayeye yer açmak için yakılan, yıkılan tarihi binalar sermayenin gözü dönmüşlüğünü ortaya koymaktadır. Nükleer santraller ve HES’ler gösterilen tepkilere rağmen inşa edilmeye devam etmektedir. Allianoi, Zeugma, Hasankeyf sular altında bırakılırken sular gelmeden önce korumak(!) için Allainoi’nin üzerine atılan betonun traji-komik hikâyesi halen hafızalarımızdadır. İşçilerinin eylemiyle anılan Marmaray ve metro inşaatının altından çıkan “çanak çömlek” insanlık tarihini değiştirse de başbakanın öfke saçan radarlarından kaçmayı başaramamıştır.

Yapılaşmanın yarattığı çevre sorunları saymakla bitmeyeceği gibi özetleyebilmek bile neredeyse imkânsız. Daha fazla bina yapmak dolaylı olarak da doğaya zarar vermektedir. Daha fazla bina daha fazla enerji ihtiyacını doğururken karbon salınımını arttırarak küresel ısınmayı tetiklemektedir. Yüksek binalar şehirlerin altyapılarını zorlarken, artan nüfus ve trafik şehirleri yaşanmaz hale getirmiştir. Küresel çapta yaşanan inşaat terörü doğayı yok etmektedir. Dolaylı ve dolaysız etkileriyle inşaat sektörü hem çevrenin hem de insanın katili durumundadır.

Yapı yeri bayram yeri değil…

İnşaat sektöründeki kuralsızlık ve sömürü işçi sınıfı için tam bir cehennem yaratmaktadır. Taşeronlaşmanın yarattığı sömürü ve iş kazaları ile anılan sektörde yaşananlar çalışanların hayatlarını gün geçtikçe daha da karartmaktadır. Teknik elemanlar ve işçiler benzer sıkıntılarla boğuşurken sektörde artan rekabet ve daralan pay maliyetlerin daha da aşağı çekilmesini koşullayarak bu sıkıntılara her gün yenilerini eklemektedir. Spekülatif büyümenin bir sonucu olarak sektörün sürekli olarak dalgalanması çalışanların güvencesiz çalışmasına yol açmaktadır. Artan ihtiyaçlar, daralan pay ve düşük kar oranları beraberinde ağır çalışma koşullarını getirirken genel plandaki işsizlik inşaat patronlarının işçilik giderlerini düşürmek için elini güçlendirmektedir.

Sektörde, sigortasız çalışma, iş kazaları, uzun çalışma saatleri, taşeronlaşma, gurbetçilik, düşük ücretler, hak ve ücret gaspları, ağır çalışma koşulları gibi sorunlar yaşanmaktadır. Teknik elemanlar özelinde ise ödenmeyen mesai ücretleri(inşaat sektöründe teknik elemanlar “fazla mesai ücretinin” ne olduğundan dahi bihaberdirler), iş tanımsız çalışma, işçilerle yaşanan her sıkıntıda arada bırakılma, tatil veya izin hakkı olmadan çalışma gibi sorunlar yaşanırken teknik elemanlar kendi sorunlarına dahi duyarsız kalmaktadır. Bunların dışında yurtdışında çalışanların da kendine özgü sorunları bulunmaktadır. Tüm bunlara karşın sektör neredeyse tamamen örgütsüz durumdadır.

Dosya: İnşaat sektörü

Tüm bunlar inşaat sektörü denen balonun iyi ve kötü gidişatının son tahlilde emekçiler için hiçbir anlam ifade etmeğini gösteriyor. Sektörün tüm çarkları öyle veya böyle işçi sınıfının eliyle döndürülürken her koşulda kaybeden emekçiler oluyor. Hak gasplarıyla, iş cinayetleriyle ve yarattığı iktisadi ve siyasi hedefleriyle işçi sınıfının omuzlarına basan inşaat sektörünü teknik elemanlar cephesinden de kendi özgünlüğünde değerlendirebilmek önemli olacaktır. Tartışmayı sayfalarımıza taşırken sorunun birçok yönünü irdelemeye çalıştık. Konunun genişliğine ve içine girdikçe daha da fazla tartışmayı beraberinde getirmesine karşın daha önceki sayılarımızda olduğu gibi kapsamı olabildiğince geniş tuttuk.

Toplumcu Eksen, Sayı: 8, Haziran-Temmuz-Ağustos 2013

 

 

 

 

Şahintepe’de kentsel dönüşüm paneli

 

14 Temmuz günü panel BDSP konuşması ile başladı. Konuşmada son günlerde yaşanan polis terörü, tutuklama ve gözaltılara dikkat çekildi, Taksim Direnişi’nde yaşamını yitiren Ali İsmail Korkmaz anıldı. BDSP temsilcisi direnişte yitirilenlerin mücadelesine sahip çıkmaya ve direnişi büyütmeye çağrı yaparak konuşmasını sonlandırdı.

BDSP konuşmasının ardından Taksim Direnişi’nde yaşamını yitirenler anısına bir dakikalık saygı duruşu gerçekleştirildi. Ardından da söz TMMOB üyesi bir şehir plancısına bırakıldı.

Kentsel dönüşüm ile ilgili slayt eşliğinde gerçekleşen sunumda kentsel dönüşüm tehdidi üzerine bilgi verildi. Ayrıca deprem tehlikesi bahane edilerek, rantsal dönüşüm uygulamalarının dayanağı haline getirilmiş olan “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” hakkında bilgi verildi. Sunum kentsel dönüşüm tehdidine karşı barınma hakkı için birlikte mücadele etmekten başka bir seçenek olmadığı vurgusu ile sonlandırıldı.

Şahintepe Dayanışması adına yapılan konuşmada da Şahintepe’yi tehdit eden kentsel dönüşüm projeleri üzerinde duruldu. Bir tehdit olarak “Kanal İstanbul” projesinden bahsedildi. Barınma hakkına sahip çıkmak için örgütlenme ve mücadele etme çağrısı yapıldı.

Panel Şahintepeli bir emekçinin düşüncelerini ifade etmesinin ardından 21 Temmuz Pazar günü Şahintepe Dayanışması’nın gerçekleştireceği Taksim Şehitleri Anması’na yapılan çağrı ile sonlandırıldı.

Kızıl Bayrak / Küçükçekmece

 

 

 

İş cinayetinin gösterdikleri...

 

AKP’nin son hız devam eden rant dönüşümleri işçileri can güvenliği önlemi olmadan çalışmaya zorluyor. Bu dönüşümlerden biri olan Gaziosmanpaşa Sarıgöl Mahallesi’ndeki inşaatta bir işçi hayatını kaybetti.

Gelecek sene üniversiteye başlayacak olan 18 yaşındaki Sabri Kuran, harçlık biriktirmek için girdiği inşaatta, iskele halatlarının tam bağlanmayan vincin çalışması sonucu iskeleyle birlikte 6. kattan düştü. Gerekli işçi güvenliği önlemleri olmayan Sabri Kuran’a ilk müdahale çevredeki emekçiler tarafından yapıldı. İnşaat enkazından çıkarılan Kuran, olay yerine gelen ambulansın lastiğinin patlaması üzerine polis aracıyla hastaneye götürüldü ve yolda hayatını kaybetti.

Gaziosmanpaşa Belediyesi’nin kentsel dönüşüm projesi kapsamında, Sarıgöl Mahallesi’ndeki dokuz bloklu, olimpik havuzlu konut projesini içeren inşaatta, babasıyla birlikte çalışan Sabri Kuran bir aydır maaşını alamıyor ve sigortasız çalıştırılıyordu.

İş cinayeti yaşanmasa işçilerin maaşlarını alamadığı, taşerondaki işçilerin sigortasız olduğu, işçi güvenliği önlemlerinin alınmadığı, sabah 05.00’te çalıştığı ortaya çıkmayacaktı.