21 Ağustos 2009
Sayı: SİKB 2009/32

  Kızıl Bayrak'tan
  “Kürt Açılımı”nda son gelişmeler ve devrimci tutum üzerine
  Ümit Pamir’in referandum önerisi üzerin
  TKP-SİP, İP’leşmeye doğru..
Hacıbektaş Şenlikleri ve müdahalemiz
Birleşik Metal ve
bürokratik yozlaşma
“Dünya markası” ETİ Gıda’da 2 bin işçi grevde!
  İşçi ve emekçi hareketinden .
  KESK’in içinde bulunduğu durum ve
sosyalist kamu emekçilerinin
görevleri
  Direniş 100. gününde!
  Direnişlerle dayanışmayı yükseltelim!
  Seyhan Belediyesi’nde yaşanan işten atmaların gösterdikleri
  Gençlik eylemlerinden..
  Hasta tutsaklara özgürlük!
  Britanya emperyalizmi Afganistan bataklığında çırpınıyor!
  Latin Amerika’dan...
  ABD emperyalizmi Güney Amerika’yı
kana bulamaya çalışıyor!
  Gazze’de Hamas-Cünd-ü Ensarullah çatışması
  Sacco ve Vanzetti
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Marmara depreminin 10. yılında..

Kapitalizm öldürmeye devam ediyor!

İzmit merkezli yaşanan ve tesiri Yalova, İstanbul, Adapazarı, Bursa’ya uzanan, milyonlarca insanı doğrudan etkileyen depremin üzerinden tam 10 yıl geçti. Kentlerin harabeye döndüğü, taşın taş üstünde kalmadığı günlerde bir başka gerçek daha ölümlerle birlikte karşımıza çıktı. Deprem bizi, ölüm kadar soğuk, ölüm kadar insana yabancı bir yüzle, kapitalizmin insana, emekçiye yabancı yüzüyle bir kez daha tanıştırdı. 

Enkazın altında resmi rakamlara göre, 17 bin 480, resmi olmayan rakamlara göre ise 50 bin ölümüz vardı. Enkazın üstünde ise yine resmi kayıtlara göre 23 bin 781, yok sayılan rakamlara göre ise 100 bine yakın yaralı... 285 bin 211 konut, 42 bin 902 işyeri hasar görmüştü. Çöken 133 bin 683 bina yaklaşık 600 bin kişiyi evsiz bırakmıştı. Yaklaşık 16 milyon insanı ise deprem farklı şekillerde etkilemişti. Her sarsıntıda telaşa kapılan insan gerçeği bu toplumsal travmanın bir sonucuydu.

Fakat “yaralar sarılacaktı”, “devlet dimdik ayaktaydı”. Bu doğal felaketi almadıkları önlemlerle bir katliama dönüştürenlerin sarf ettiği çaba bu sözcüklerden ibaretti.

Oysa bilinmekteydi ki “Deprem Bölgeleri Haritası”na göre ülke nüfusunun %95‘i deprem tehlikesi altında yaşamaktaydı. Yani ülkenin %92’si deprem hattı üzerindeydi. Keza büyük sanayi merkezlerinin %98’i, barajların %93’ü de öyle.

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maden Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümü Yer Fiziği Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Haluk Eyidoğan danışmanlığında Jeofizik Mühendisi Caner Uysal tarafından da bir rapor hazırlandı. “Türkiye’de Nüfus ve Çeşitli Sektörlerin Deprem Riskinin İncelenmesi” konulu bu rapora göre de; Türkiye’nin 71 milyon 517 bin 100 olan nüfusunun yüzde 45’inin birinci, yüzde 26,6’sının ikinci, yüzde 14,6’sının üçüncü, yüzde 12,3’ünün dördüncü ve yüzde 1,5’inin beşinci derece deprem bölgesinde yaşamaktadır.

Yine son 60 yılda meydana gelen depremler, resmi rakamlara göre 60 bin insanımızı aramızdan almıştır.

Milyonlarca insan deprem dehşetiyle sarsılmışken, enkaz altında kalan yakınlarını ararken burjuvazinin mebusları da iş başındaydı. Meclislerinden, emeklilik yaşını da yükselten sosyal yıkım yasalarını geçirmekle meşgul olanlara depremi hatırlatan enkaz altından gelen ceset kokularıydı. Yani onları harekete geçiren enkazın altından yükselen “sesimi duyan var mı” çığlıkları değildi. Zaten kulakları emekçilere her daim kapalıydı.

Ve şimdi, tam on yıl sonra, sosyal yıkım saldırısının doğrudan sorumlularından dönemin Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan bunu farkında olmadan itiraf etmektedir. “Ankara, yüzyılın en büyük depremine hazırlıksız yakalandı. Başkent uzun bir süre bölge ile irtibat kuramadı... Yardımları bölgeye ulaştıramadı... Adapazarı, Yalova ve Gölcük’te ilk üç gün başıboşluk yaşandı...”

Sağlık Bakanı olan MHP’li Osman Durmuş’un ise başka bir uğraşı daha vardı. Ermenistan’dan gelen kan bağışını, “Türk kanının saflığını korumak” için reddeden, Yunanistan’ın yardım önerilerini geri çeviren, Kızılhaç’ın yardımlarını istemeyen “vatansever” bir bakandı o.

Emekçiler tıbbi yetersizlikler sonucu can verirken “damarlarındaki asil kanı” hatırlayanlar, arama kurtarma ekiplerinin yok denecek kadar azlığı nedeniyle on binlerce insanı toprağa gömenler “yabancı”, “el”in yardımlarını geri çevirirken, hizmet ettikleri sınıfın, sermayenin çıkarları için IMF’nin direktiflerini yerine getirmekten memnundular.

Daha çok kara, ranta dayalı olarak yapılan denetimsiz binalar çökerken sorumlular yargılanmamış, yargılananlar ise aklanmıştı. Depremden sonra Kocaeli’de açılan 932 ceza davasından 921’i, Sakarya’da 418 davanın 394’ü müteahhitlerin lehine sonuçlanırken, Bolu ve Afyon’da dava bile açılmadı. Yalova’daki davaların birçoğu sonuçlandırılmadı. Devlet kurumları aleyhinde açılan davalar 60 günü geçtiği için işleme konmadı. Müteahhitler aleyhinde açılan davaların kanunen reddedilmesinin gerekçesi ise, suç tarihi olarak binaların yapım tarihini başlangıç saydığı için “zamanaşımı” idi.

Kızılay üzerinden o günlerde süren rant kavgası ise çürümenin bir başka göstergesiydi.

Ancak yine de bir suçluya ihtiyaç vardı. O suçlu da sadece Veli Göçer oldu. Devlet, Göçer’le göçen kapitalizmi aklarken yine emekçileri zor durumda bıraktı. Deprem mağdurları Göçer’e açtıkları tazminat davasını kazandıklarına bile pişman oldular. Çünkü hem kazandıkları tazminat parasını alamadılar, hem de mahkemenin kararı gereğince, Göçer’in avukatının vekâlet ücretini ve mahkeme masraflarını ödeme zorunluluğuyla karşılaştılar. Bu parayı ödeyemeyen ailelerin evlerine şimdi birer birer haciz gelmektedir.

Önce deprem vurdu, şimdi AKP vuruyor

Bugün Başbakan Erdoğan Marmara depreminin 10. yılı dolayısıyla yayınladığı mesajında “On binlerce vatandaşımız evsiz, barksız kaldı. Ülkemiz tarihinin en büyük felaketlerinden birisi olmasına rağmen, o tarihten günümüze yaraların sarılması ve zor durumda olan vatandaşlarımızın ihtiyaçlarının giderilmesi bakımından çok önemli mesafeler alınmıştır. Özellikle depremin ilk günlerinde sergilenen sosyal dayanışma ve yardımlaşma bütün dünyaya örnek olacak niteliktedir” demektedir. Görüldüğü üzere başbakan deprem sonrası önlemler alındığını söylemekte ve kendinden önceki hükümetin seyrederek toprağa gömdüğü on binlerin sorumluluğunu da paylaşmaktadır.

Ne gibi önlemler alındığına geçmeden önce deprem mağdurlarının mağduriyetinin nasıl devam ettiğine bakmakta fayda var. Depremde yakınlarını kaybedip kendileri sağ kalanların hayatı yine sarsılmakta, başlarını soktukları evleri ellerinden alınmak istenmektedir. Irak Kızılayı’nın 10 milyon dolarlık bağış petrol yardımı ile depremzedelerin oturması şartıyla İzmit’te deprem konutları yapılmıştı. Arızlı’daki bu 230 konut, kalıcı konutlardan hak sahibi olamayıp fakat depremde aile fertlerinden birden fazlasını kaybeden depremzedelere verilmişti. 5 yıllık süre sonunda Kocaeli Valiliği ve Özel İdare Müdürlüğü, buradaki depremzedelere, “Burada oturma süreniz doldu” diyerek çıkmalarını istedi. Boşalan konutlar ise Vali yardımcıları ve daire müdürlerine lojman olarak verilmeye başlandı. 80 daireye bu şekilde kentin ayrıcalıklı zatları yerleştirilmiş oldu. Diğer konutları ise depremzedeler boşaltmadı. Son olarak Bölge Çalışma Müdür Yardımcısı Ercan Kale polis korumasında Arızlı konutlarına taşınmak istendi. Depremzedeler ise bu duruma isyan ettiler. Sitenin girişinde barikat kurarak eşyaları getiren kamyonu engellemek istediler. Ancak polis ekipleri barikat önünde duran depremzedelere vahşice saldırarak, kamyonu içeri aldı. Saldırı sırasında 4 depremzede gözaltına alınırken, çok sayıda insan da yaralandı. 16 Aralık’ta gerçekleşen bu saldırıdan 2 gün sonra bu kez gece saat 02.00’de ismi açıklanmayan bir vali yardımcısının evi taşınmak istendi. Arızlı’da oturan depremzedeler yine direndiler. Polis yine saldırdı. Vali yardımcısının evinin taşınmasına izin vermeyen depremzedelere sabaha karşı polis saldırısı gerçekleşti. Bu saldırıda da 6 depremzede yaralandı. “Sarılmaya devam edilen yaralar” işte böyle kanatılmaya devam edilmektedir.

Beklenen yıkımın sorumlusu deprem değil, yine kapitalizm olacak!

Deprem tehlikesini magazin haberleri gibi sunanların, bu tehlikeye karşı aldığını söyledikleri tedbirlerin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Yapılan araştırmalar ve TBMM’deki soru önergelerine verilen yanıtlar bunu doğrulamaktadır.

“Ülke çapında 2005 yılında yapılan bir envanter çalışmasına göre 80 bin kamu binasından 4 bininin depreme dayanıklılık analizi yapılmıştır. Bunların büyük bölümünün deprem yönetmeliğinin öngördüğü performans düzeyine ulaşamadığı belirtilmektedir. 2002–2008 yılları arasında Sağlık Bakanlığı’na bağlı sağlık kurumlarının 265’inde deprem dayanıklılık analizi yapıldığı ve 30 hastanenin güçlendirildiği bu süre zarfında güçlendirilen hastaneler arasında İstanbul’daki hastanelerin bulunmadığı görülmektedir.”

Yine TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Cemal Gökçe, okulların yüzde 92’sinin güçlendirilmeyi beklediğini, sadece 12 okul binasının yıkılarak yeniden yapıldığını söylemektedir. İstanbul’da 300’den fazla hastane olduğunu belirten Gökçe, bu hastanelerden 2 hastane binası 1’i de semt polikliniği olmak üzere sadece 3 tanesinin güçlendirildiğini ifade etmektedir. Bugün işçi ve emekçilerin kaldığı hangi evde ve mekânda denetim yapılmıştır sorusunun cevabı ise herkesçe malumdur.

Yine yasalar çevresinde yetkisi ve yaptırım gücü olmamasına rağmen ilgili bakanlıkların ve devlet kurumlarının yerine getirmesi, alınması gereken önlemler vb. bir dizi çalışmayla tanınan Ulusal Deprem Konseyi’nin 2007’de kapatılmış olması ayrıca dikkat çekicidir.

Bu birkaç örnekten de anlaşılacağı üzere bir deprem hattı üzerinde yaşamamıza rağmen hastaneler ve okullar başta olmak üzere depreme dair alınan hiçbir önlemden bahsetmek mümkün değildir. İşçi ve emekçilerin yaşam alanları büyük bir tehlike altındadır.

Burjuvazi için deprem de bir fırsattır

Öte yandan sermaye devleti deprem tehlikesini de fırsata çevirmeyi bilmiştir. İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası (İSMMMO) konuya dair bir açıklama yaptı. “Deprem Vergileri Bütçeye Yama Oldu” başlıklı bu açıklamaya göre; “ek gelir, ek kurumlar, ek emlak, ek motorlu taşıtlar vergilerinden sağlanan gelir hariç sadece, özel işlem ve özel iletişim vergileriyle 16 milyon hanenin yaşadığı Türkiye’de devletin deprem için her aileden tahsil ettiği tutar aile başına 1,7 bin lirayı buldu. Kişi başına ödenen deprem vergisinin miktarı da 375 lirayı bulacak.” İSMMMO’nın yaptığı hesaplamaya göre, 2000 yılında “yaraları sarmak” gerekçesiyle getirilen deprem vergilerinden bu yıl sonuna kadar elde edilecek gelir 27,2 milyar lira olacak.

İşte bu elde edilen miktarın nereye harcandığı belli değildir. Deprem için alınan tedbirlere gitmediği anlaşıldığına göre bu fonun da sermayenin kasasına aktığı açıktır. Binaları depreme dayanıklı hale getireceğim diye işçi ve emekçilerden para keseceksin, sonra bunları hortumlayacaksın. İşsizlik fonunda biriken paranın akıbeti her nasılsa, deprem fonunda biriken paranın akıbeti de aynıdır. Ölü soyucuları, insanlar yaşama gözlerini yumduktan sonra cesetler üzerindeki paraya dönüştürülebilir değerli şeyleri çalmaktadır. Bunlar ise daha ölmeden önce bizleri soyup, ardından ölümümüze ortam hazırlamaktadırlar. Bir düşünün, aralarında nasıl bir fark vardır?

Gerçek felaket deprem değil, kapitalizmdir!

Sözün kısası on binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olan gerçekte deprem ya da diğer doğal felaketler değildir. Alınmayan önlemlerle bu doğal felaketleri doğal olmayan felaketler haline getiren, trajediye dönüştüren kapitalist sistem, bu sistemin uygulayıcıları, tüm “devlet erkânıdır.” Yani doğal afetler değil kapitalizm öldürmektedir. Çünkü gelişen teknoloji, bilim ve modern tıp insanlığın hizmetine sunulduğu takdirde, doğal felaketlerin hepsini engellemek mümkün olmasa da, zararlarını en aza indirmek mümkündür.

Güvenceli, depreme ve felaketlere dayanıklı malikânelerde yaşayanlar için 17 Ağustos’un tek bir anlamı olabilir. Yaşanacak böylesi büyük felaketlerin yaratacağı toplumsal tepkiye şimdiden hazırlıklı olmak. En büyük endişeleri budur. Silah tekellerinin karlı çıktığı haksız savaşlar ile ceset torbalarının rağbet göreceği bir felaket arasında onlar için özde bir fark yoktur. Yeter ki düzenlerini tehlikeye sokan bir başkaldırı olmasın. Onların en büyük korkusu budur. Deprem üzerindeki bu duyarsızlığın ve ilgisizliğin başka hiçbir mantıklı açıklaması yoktur.

O halde kırılan fay hatlarından oluşacak derin çatlaklar bize mezar olmadan önce biz kapitalizmi mezara gömelim. Çünkü herkesin ihtiyacına uygun, sağlıklı, depreme ve doğal felaketlere dayanıklı konut, yaşanılabilir bir kent ve insanca bir yaşam ancak sosyalizmle mümkündür.

Yoksa Nazım’ın dediği gibi; “Bir şehir vardı. Yeller eser yerinde. Beş şehir vardı. Yeller eser yerinde. Yüz şehir vardı. Yeller eser yerinde. Yok olan şehirlere şiirler yazılmayacak. Şair kalmayacak ki.”

 

 

 

Deprem raporundan
yansıyan gerçekler!

Büyük Gölcük Depremi’nin 10. yılında Şehir Plancıları Odası 25. Dönem Afet ve Risk Komisyonu, içinde mevcut durum tespiti, yaklaşım ve önerilerin bulunduğu bir deprem değerlendirme raporu hazırladı. 17 Ağustos 2009’da, depremin 10. yıldönümünde hazırlanan bu rapor, Şehir Plancıları Odası internet sitesinde (www.spo.org.tr) yayınlanarak kamuoyuna deklare edildi.

Bilimsellikten uzak planlamada ısrar

Raporda, üzerinden geçtiğimiz on sene boyunca yapılan etkinliklerin sorunu çözme adına yetersiz kaldığı bu noktada karar verme erkini elinde bulunduranların ise konuya bilimsel yaklaşmadıkları gibi, süreci sadece izlemekle yetindikleri belirtildi.

Yasal, yönetsel ve finansal çalışmaların bir açıdan, soruna bir nebze de olsa katkı sağladığı belirtilmekle beraber hazırlanan bilimsel raporlarda ortaya konulan önerilerin yine o erki elinde bulunduranlar tarafından ısrarla uygulamaya konulmaması, afet öncesi risk azaltma ve risk sektörlerini esas alan uzun vadeli kalıcı çözümler üreten sosyal-mekansal planlamaya önem verilmemesi hatta planlamanın reddedilmesi raporda sık sık eleştirilere konu oldu.

Bununla birlikte bilimsellikten uzak, kent topraklarına sadece rant gözüyle bakan bir anlayışın kentlerimize her geçen gün ağır ve geri dönüşü olmayan hasarlar verdiği vurgulandı. Kent planlamasındaki parçacıl plan anlayışının ve beraberinde getirdiği parçacıl yasaların, (Büyükşehir, Belediye, İl Özel İdaresi ve Kentsel Dönüşüm gibi) yerel yönetimlerde ve İmar Mevzuatı’nda bir reform oluşturamayacağı belirtilerek bu yasalara ek olarak çıkarılan Afet Yasası’nın afet durumlarında sorunların çözümünde yeterli kolaylığı sağlayamadığına değinildi.

Raporda, plan disiplininin olmaması, denetimlerin yapılmaması, yapı teknolojisinin gelişmemiş olması ve yapı inşasında kullanılan malzemelerin kalitesiz olması, kayıt dışı oluşan yapı stoku ve beraberinde getirdiği imar afları, kentsel yönetimlerin bilimsellikten uzak rant odaklı plan yapmaları, hızlı kentleşme, buna karşı hızla karşılanmayan altyapı hizmetleri gibi bir çok sorun Türkiye kentlerinin boğuştuğu sorunlar olarak sıralandı.

Rant anlayışına son

Sonuç olarak 17 Ağustos gibi olayların önüne geçilmesi için sadece deprem sonrası yapılacak çalışma ile değil, ancak duruma bir süreç olarak bakılıp o şekilde müdahale edildiği takdirde olumlu sonuçlar alınacağı vurgulandı. Kentsel toprakları rant kapısı olarak gören anlayışın bir an önce terk edilmesi, onun yerine bilimsel, planlama ilkelerine uygun imar planlarının hazırlanmasının kentlerimiz açısından önemli olduğu söylendi. Çözüm önerileri olarak özellikle “risk yönetim” sistemlerinin oluşturulması ve yerleşmelerimizin risklerden arındırılması için bölgesel ve kentsel ölçeklerde acil olarak “sakınım planları”nın hazırlanması dile getirildi.

Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları