14 Ağustos 2009
Sayı: SİKB 2009/31

  Kızıl Bayrak'tan
  Amerikancı çözüm planı çözümsüzlük ve daha ağır sorunlar demektir
  Düzenin gerici güçleri “Kürt açılımı” üzerinden kapışıyor
  3. Ergenekon iddianamesinde olanlar, olmayanlar
Mamak 6. Kültür ve Sanat Festivali başarıyla gerçekleştirildi.
Güler Zere’ye özgürlük
eylemlerinden.
Eğitimin ticarileştirilmesi
öğretmenleri vuruyor!.
  Toplu görüşme süreci ve devrimci sorumluluklar
  İşçi ve emekçi hareketinden
  10 yıl sonra 17 Ağustos depremi
  Har(a)ç protestolarında
  Parasız eğitim için mücadeleye.
  Devrimci sınıf çalışmalarımızdan.
  Grevdeki Halkalı Kağıt fabrikası işçileriyle konuştuk.
  TMMOB’un gerçekleştireceği kurultay üzerine Ahmet Öncü ile konuştuk
  Sağlıkta yeni hak gaspları gündemde!
  Dünyadan
  El Fetih, 20 yıl sonra 6. kongresini gerçekleştirdi..
  Patron/devlet zorbalığına karşı 77 günlük militan direniş..
  Devlet terörüne boyun eğmeyelim!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

TMMOB’un gerçekleştireceği “Ücretli ve İşsiz Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları Kurultayı” üzerine Düzenleme Kurulu’ndan Ahmet Öncü ile konuştuk...

“Mühendisler sınıf eksenli bir hareketlenme içine girmek zorundalar”

- Kapitalizmin krizinin derinleştiği, işsizlik ve hak gasplarının arttığı bir dönemde TMMOB ücretli ve işsiz mühendis, mimar, şehir plancılara dönük bir kurultay düzenliyor. Düzenleme Kurulunda yer aldığınız bu kurultayın nasıl bir yerde durduğunu ve hedeflerinin neler olduğunu anlatabilir misiniz? 

Ahmet Öncü: Her ne kadar Düzenleme Kurulu üyesi olsam da kurultayın planlama çalışmalarına değişik nedenlerden dolayı doğrudan katılamadım. Dolayısıyla kurultayın hazırlanması süreci hakkında fazla bir şey söylemem doğru olmayacağı gibi pek de mümkün değil. Benim sürece katılımım kurultaya giden yolda farklı kentlerde düzenlenen bir dizi panel ya da seminere konuşmacı olarak katılıp, tartışmalara bir ucundan eklemlenmek oldu diyebilirim. Bu tür toplantılardan Kocaeli, Adana, İzmir, Ankara ve İstanbul’dakilere katılabildim. Bunların tümü doğrudan Kurultay’ın bir parçası gibi değildi kuşkusuz. Ama yine de hemen hepsinde ücretli ve işsiz mühendis ve mimarlar ile yaklaşan kurultayın ele alacağı pek çok konuda pek çok şey konuşuldu. Bu zaman dilimi içinde ayrıca bazı üniversitelerin öğrencilerinden de davetler alarak, panel ve seminerlere katılıp, giderek derinleşmekte olan kapitalizmin en büyük krizlerinden biri olan 2008 krizi ve bunun mühendislere etkisi ve onlarla olan ilişkisi üzerine de konuşma fırsatım oldu. Bu tür katılımlardan çıkardığım bazı sonuç ve gözlemlerime dayanarak  “kurultayın nasıl bir yerde durduğu ve hedeflerinin” neler olması gerektiği hakkındaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak isterim. 

Öncelikle bu kurultayın çok önemli dünya-tarihsel değişimlerin gerçekleştiği bir dönemde düzenlenmekte olduğu unutulmamalıdır. Çok uzunca bir zamandan bu yana görülmedik hız ve hacimde küçülen bir dünya ekonomisi ortamında toplumsal ve siyasal yapılarda çok köklü değişimler gerçekleşmektedir. Kapitalizmin krizi, her düzeyde (bölgesel, ulusal, sınıfsal ve bireysel) eşitsizlik ilişkilerinin üzerinde derinleşmektedir. Bu durumun bir sonucu olarak mevcut eşitsizlik ilişkileri daha da artmakta ve çarpıcı bir hal almaktadır. Geçtiğimiz yıl yaşanan bir dizi siyasi olay derinleşen çelişkilerin mevcut siyasal ve kurumsal yapılarla denetlenmesinin mümkün olamayacağını gösterdi. Krizin iki eksende kapitalist devletler arasında çelişkileri artırdığı görüldü. Birincisi Batı/Doğu ekseni, diğeri ise Kuzey/Güney ekseni. Birinci eksendeki temel çelişki, tek sözcükle Batı (ABD/AB) merkezli emperyalizmin yükselen Doğu bölgesel ekonomik gücü karşısındaki azalan üstünlüğünün bir sonucu görünümündeydi. Mesela Rusya ve Çin devletleri Batı emperyalizmine açıkça karşı çıkan siyasi eylemler gerçekleştirdiler. İkinci eksendeki temel çelişki ise emperyalizmin bağımlı toplumlardan aparttığı artığın sürdürülebilirliği ile bağlantılıydı ve hala da öyledir. Neoliberal dönemde sermaye ve mal akımları üzerinden gerçekleşen  “fakirleştiren bir büyüme” deneyimlemiş olan Güney ülkeleri, kriz ile birlikte zaten bir türlü çözemedikleri işsizlik ve yoksulluk sorunlarının ürküntü veren boyutlara erişmesiyle ciddi şekilde sarsıldılar. Bu durum karşısında emperyalizm, özellikle İMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların politikalarına yansıdığı kadarıyla, geri adımlar atmak zorunda kaldı. Latin Amerika ve Asya’nın yoksul halkları arasında ciddi sayılabilecek anti-emperyalist hissiyatın ve buna eşlik eden hareketlerin canlanmasına tanıklık edildi. Bu iki çelişki yumağının yanısıra hem emperyalist ülkelerde hem de bunların dışında kalan coğrafyalarda emekçi sınıfların artan hoşnutsuzlukları, çoğu zaman tepkisellik sınırlarını aşmasa da, yükselen bir isyan dalgasına ve hareketlenmelere yol açtı.

Çok kısaca özetlemeye çalıştığım böylesi bir tarihsel anda kurultay her şeyden önce Türkiye’nin emperyalizm ile yeni ilişkilerini siyasi ve kurumsal yapılarda gözlenen değişimlere odaklanarak ele almalıdır. Bu bağlamda, Türkiye’nin ABD, AB, İMF ve Dünya Bankası ile ilişkileri başta olmak üzere hükümetin bölgesel güç mücadelelerindeki siyaseti ve bunlarla bağlantılı olarak uzunca bir zamandan beri ülkenin gündemine oturmuş bulunan bir dizi siyasi dava ve bunların siyasi sonuçları tartışılmalıdır. Sınıflar arasındaki çelişkiler bağlamında ise, hükümetin izlediği krize karşı aldığı önlemler masaya yatırılmalıdır. Bu açıdan krizin toplumsal sınıfların göreli konumlarını da dikkate alacak şekilde ekonomide yol açtığı hasarın ayrıntılı bir muhasebesi çıkartılmalıdır. Son olarak da, emek cephesinin kriz karşısında gösterdiği (ya da gösteremediği) tepkiler ve bunların sınıf mücadelesi düzlemindeki sonuçları incelenmelidir.     

-Kurultay’ın da konuları arasında bulunan sendikalaşma tartışmalarını siz nasıl değerlendiriyorsunuz ve nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?

- Benim bu konuda söyleyebileceğim tek bir şey var. O da işçi sendikalarının mühendisler için de sendikalaşmanın tek adresi olduğu. Bu hedef belki söylendiği kadar kolay başarılabilecek bir hedef değil. Öte yandan her geçen gün giderek daha fazla yoksullaşan ve işsizlik tehdidi ile yüzleşen bir emekçi kesimin yani mühendis ve mimarların sınıf konumu açısından netleşmesi hem kendi kesimsel çıkarına, hem de işçi sınıfının tümünün çıkarınadır. Önümüzdeki dönemde giderek daha da artacak olan iktisadi durgunluk ortamında mühendisler kendileri için dahi bir şeyleri korumak ve geliştirmek istiyorlarsa bir an evvel sınıf eksenli bir hareketlenme içine girmek zorundalar. Bunların başında da sendikal mücadeleye katılmak gelir. Türkiye’deki sendikaların köhne ve işbirlikçi yapı ve eğilimleri emekçi sınıfın hiçbir kesimi için sendikalardan uzak durulmasının bahanesi ya da meşrulaştırılmasının nedeni olamaz ya da olmamalıdır. Sermaye yapısı gereği kriz dönemlerinde daha talepkar ve saldırgan hale gelir. Bu nedenle, emekçi ve işçiler sermayeye karşı birlikte hareket etmedikleri ölçüde her zaman olduğundan daha fazla kaybederler. Söyleyebileceklerim kısaca bundan ibaret.

- Ahmet Haşim Köse ile birlikte yazdığınız “Kapitalizm, İnsanlık ve Mühendislik” isimli kitapta, mühendislerin sınıfsal kimliği üzerine bir takım sorular sorulmuştu. “Kapitalizm karşısında mühendis kimdir?” , “Emek sürecinde denetim kurma sorumluluk ve yetkisiyle donatılan fakat aynı zamanda kapitalist kuruluşun ücretli çalışanı olmayı sürdüren yöneticiler/idareciler/mühendisler hangi ekonomik sınıf konumunda yer almaktadır?” vb. Özet olarak mühendislerin/mimarların şimdilerde ki sınıfsal konumları üzerine ne söyleyebilirsiniz?

- Benim bu konuda görüşlerimin oldukça net olduğunu söyleyebilirim. Bir bütün olarak bakıldığında hemen bütün toplumsal sınıf ve katmanlarda karşımıza çıkabilecek olan mühendis ve mimarlar sermaye birikiminin artması sonucunda hızla “proleterleşirler”. Teknik bir terim olarak “proleterleşme” bireylerin sermaye sınıfından işçi sınıfına geçiş sürecine karşılık gelir. Yani mülk ve servet sahibi olanlardan yaşamak için emek gücünü satmaktan başka bir olanağı olmayanlara geçiş süreci. Türkiye’de mühendisler için bu süreç 1970’lerde başlamış 1990’ların sonuna gelindiğinde önemli ölçüde tamamlanmıştır. Sanırım Köse ile yaptığımız TMMOB çalışması bu konuda yeterince açık bir fikir vermişti. Daha sonra yapılan bir dizi geniş ya da dar kapsamlı çalışma bizim gözlem ve bulgularımızı kuvvetlendirdi. Ve sonunda TMMOB “Ücretli ve İşsiz Mimar Mühendis ve Şehir Plancıları Kurultayı” düzenleyecek bir toplumsal tabana dayanır hale geldi. Sanırım bu oluşumun kendisi başlı başına durumu özetleyen bir gösterge ya da moda deyimle gösterendir. Buradan teknik işgücünü oluşturan mimar, mühendis ve şehir plancılarının vasıfsız işgücü ile birebir örtüştüğü sonucuna ulaşılamaz elbette. Aksine sosyal işbölümünde (yani sınıflar düzleminde) giderek aynılaşan bir emekçiler topluluğunun teknik işbölümü düzeyinde aralarındaki farklılıklar artıyor ve keskinleşebiliyor olabilir. Mesela mühendisler hem okul, hem de iş yaşamlarında aldıkları eğitimlerinden kaynaklanan bazı yetenek ve becerilere sahiplerken işçilerin büyük çoğunluğu temel eğitim olanaklarından bile yoksun bırakıldıklarından, bu iki grup çok farklı kültürel ve ideolojik bir yola sapmış olabilir. Bu anlamda bu iki katman aynı sınıfa nesnel anlamda ait dahi olsa öznel olarak çok farklı bilinçlilik özelliklerine sahip olabilirler. Böylesi bir durumda bu ikisinin maddi temellerden hareketle birbirlerine yakınlaşmaları ve aynı sınıfın üyeleri oldukları ortak bilincine erişebilmeleri uzunca bir zaman alabilir ya da oldukça gecikebilir.

-Son olarak sizce tüm bu süreçler ve tartışmalar ışığında TMMOB nasıl bir değişim içinde olacak ya da olmalı? 

- Bir kere TMMOB, kendi tarihine bütün evreleriyle sahip çıkmalıdır. Bu açıdan 1970’lere, sol eğilimli TMMOB üyeleri arasında sıkça rastladığımız gibi, “Altın bir dönem” olarak bakmanın yanıltıcı olduğunu vurgulamak isterim. Gerçekten örgüt tarihinde önemli bir dönemeci temsil eden 1970’ler, sadece TMMOB’nin değil, ülkenin bütününde sınıf temelli bir siyasetin ve buna bağlı olarak açıkça sınıfsal söylemlerle ve hedeflerle hareket eden örgütlerin hem sermaye cephesinde, hem de emek cephesinde ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu çerçeveden bakılınca 1970’lerin TMMOB liderliği tercihini uzun soluklu bir mücadele sürecinde işçi ve emekçilerden yana yapmış ve sonunda TMMOB’nin bir emek örgütü olduğu yalın gerçeğini türlü türlü eylem ve eserle kanıtlamıştır. 1980’lerden sonra ise sınıf temelli siyaset önce cuntanın çizmeleriyle ezildikten sonra, 1982 Anayasa’sının marifetiyle etkisizleştirilmiş ve 1990’lara kadar açık baskı ortamında gündemin dışına itilmiştir. 1990’larda ise Sovyetlerin ortadan kalkması ve Çin’în emperyalizm ile stratejilerini birleştirmesiyle sosyalizm ve işçi sınıfı hem siyasal hem de ideolojik bir yenilgiye uğramıştır. Bu nedenle günümüzde sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde sınıf temelli siyaset tarzı ortadan kalkmış ve yerine türlü türlü statü temelli siyaset tarzları gelmiştir. Yani cinsiyet, etnik, ırk, meslekler ve benzeri temellerden güç alarak oluşturulan siyasal hareketler gibi. Bu açıdan bakıldığında TMMOB’nin de 1980’lerden sonra adım adım sınıfsal temelli bir meslek örgütü olmaktan giderek meslek temelli bir meslek örgütü olmaya kayması anlaşılabilir, ama kendi başına incelenmesi ve araştırılması gereken bir konudur. Örneğin bu bağlamda 1990’ların sonundan itibaren gündemde olan “Yetkin Mühendislik” meselesi daha iyi anlaşılabilir ve olumlu ve olumsuz yanlarıyla masaya yatırılabilir. Bugün için asıl mesele kapitalizmin bu en büyük krizlerinden birine hem tek tek ülkelerde, hem de dünya ölçeğinde uluslararası bir işçi hareketinin yükselişinin eşlik edip etmeyeceğidir. Bu türden bir işçi sınıfı yükselişi gündeme gelecek olursa sadece TMMOB değil, bir dizi meslek örgütü, sendika ve siyasi parti bu rüzgardan etkilenerek sınıfsal konumunu netleştirmekle kalmayıp, sınıf mücadelesine bir yanından eklenecektir. İşçi sınıfı bilincini taşıyan TMMOB üyeleri için bunun anlamı sınıfın yükselişini beklemeden bugünden mücadeleye başlamak ve bu mücadelede ısrar etmektir.

Toplumcu Mühendis, Mimar & Şehir Plancıları

 

 

Sağlık “sektörü” kazandırıyor,
bedeli emekçiler ödüyor!

Sermayenin egemenliği altında sağlık hakkı alınır satılır bir “hizmete” dönüştürülerek oldukça kârlı bir sektör haline getirilmiştir. “Sağlıkta dönüşüm programı” adı altında adım adım sağlık piyasalaştırılırken bunun faturası ise oldukça acı örneklerle işçi ve emekçilere ödetilmektedir.

Sermayenin neo-liberal politikalarının sağlık alanında uygulanması sonucu “sağlıkta dönüşüm programı” ile sağlık hizmeti piyasalaştırılmış, her aşaması paralı hale getirilmiştir. Kamu sağlık harcamaları 2002’den bu yana dört kat artarak 36 milyar TL’ye yükselmiştir. Bu rakam bile sağlık alanının ne denli karlı bir sektör olduğunu ortaya koymaktadır. Devletin kamu adına özel sektörden satın aldığı bu “hizmet” sonucu birilerinin kasaları dolmuş, ancak bu harcamalar işçi ve emekçilere hiç de sağlık hizmeti olarak geri gelmemiştir. Nitekim sermaye devleti sözcüleri kendi ağızlarından bunu ifade de etmektedir. SGK Başkanı Emin Zararsız, SGK’daki tanışma toplantısında, gazetecilere yaptığı açıklamasında, kuruma yersiz çıkarılan faturalara değinerek, örneğin üç adet bildirilmesi gereken bir cihazın 35 bin adet bildirilmesi gibi örneklerle karşılaştıklarını itiraf etmiştir. Sağlık sektöründe “iş” yapan işletmelere ödenen bu kabarık faturaların, bu hizmetten faydalanamayan işçi ve emekçilere ödetildiğini ise hatırlatmaya gerek bile yok.

Bu konuya Türk Sağlık Sen de değinmekte, 2009 yılı için hazırladığı raporda, kamunun sağlık harcamalarının her geçen yıl biraz daha arttığına dikkat çekmektedir. Raporda, “Özellikle 2007 yılında 22 Temmuz seçimleri öncesinde sevk zincirinin ortadan kaldırılmasıyla birlikte hastanelerdeki tetkik ve tedavilerde artış olmuş, buna bağlı olarak sağlık harcamalarında yükselme görülmüştür” denilmektedir.

Türk Tabipler Birliği Başkanı Prof. Dr. Gencay Gürsoy ise, Sağlık Bakanlığı’nın uyguladığı yeni sağlık sistemi nedeniyle kamu sağlık harcamalarındaki artışın kaçınılmaz olduğunu belirterek, “Koruyucu hekimlik yerine tedavi hizmetlerine öncelik veren yeni sistemin masraflı olacağını söylemiştik. Koruyucu hekimliği ön plana çıkarmadıkları takdirde, bu masraflar her yıl daha fazla katlanarak artacak” diyerek önümüzdeki günlerde işçi ve emekçilere kesilecek yeni faturalara işaret ediyor. Zira SGK’daki tanışma toplantısında, gazetecilere yaptığı açıklamada Emin Zararsız, artan sağlık harcamaları üzerine kamuda bütçe çalışmalarının yoğun bir şekilde devam ettiğini, bütçeyi hazırlarken “ince elenip sık dokunduğunu” söylemektedir. Bundan da anlaşılacağı üzere kriz bahanesiyle bir kez daha sermayenin çıkarına, işçi ve emekçinin zararına yeni saldırılar gelecektir. İşçi ve emekçilerin sırtına yüklenen faturalar kabaracaktır. Devlet sermayenin devleti olunca bütçe için “ince eleyip sık dokuma” sermayenin yararına alınacak önlemler olacak, işçi ve emekçilerden katkı payı adı altında alınan paralar artacak, sağlık hizmetine ulaşmak daha da pahalı hale getirilecektir. Bu “hizmetin” ulaşılsa bile niteliği oldukça düşük olacaktır.

 


Kartal EKK çalışmalarından…

Kartal Emekçi Kadın Komisyonu olarak çalışmalarımıza devam ediyoruz. Geride bıraktığımız iki seminerin ardından feminizm başlıklı üçüncü seminerimizi de gerçekleştirdik. İki bölümden oluşan seminerde feminizmin çıkışına ve taleplerine değinildi.

Kadın ve erkek arasındaki ayrımcılığa karşı çıkarak cinsler arasındaki siyasal ve toplumsal eşitliği savunan görüş olarak bilinen feminizm, burjuva demokratik bir kadın hareketidir. Kadının ezilmişliğini sadece erkeğin varlığıyla sınırlayan feministler kurtuluşu da yine sadece kadının cinsel kimliği üzerinden özgürlüğe erişmesinde arıyor. Böylelikle kadın sorununu dar bir çerçeve içine hapsediyor.

Bu çerçevede feminizmin tarih sahnesine çıkışı ve yayılışı üzerinden gerçekleştirdiğimiz semineri, bu ayın 15’inde Kartal İşçi Kültür Evi Derneği’nde tekrarlayacağız.

Kartal EKK