13 Mart 2009
Sayı: SİKB 2009/10

  Kızıl Bayrak'tan
  2009 Newrozu’na giderken...
  İMF-TÜSİAD yıkım programlarına karşı mücadeleyi yükseltelim!
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Ankara ziyareti…
BDSP’nin seçim çalışmalarından…
BDSP bürolarının açılışlarından…
  Direnişlerden...
  Hüseyin Temiz yoldaşı kaybettik...
  8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü alanlarda kutlandı...
  8 Mart etkinliklerinden…
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Yurtdışında 8 Mart kutlamalarından....
  Gençlik hareketinden…
  Kapitalizm ve su sorunu
  Dünyadan
  Neler oluyor? -
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Sudan ucuz” insanlık...

Kapitalizm ve su sorunu

Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü...
Ahmet Arif

İnsanlık geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren uzay macerasına atılırken, önce uzaya çıkmayı, ardından da aya ayak basmayı başarmıştı. İkinci bin yılda ise komşu gezegenleri keşfe çıkacak noktaya ulaşıldı. Mars’a araçlar indirilmeye başlandı. Bu araçların aradığı ve halen aramaya devam ettiği en önemli şey ise su. Elbette milyarca dolarlık yatırımların su aramasına ayrılması boşuna değil. Su hayatın belirtisi, onun olmazsa olmaz koşulu olarak onu aramak hayatı aramak anlamına geliyor.

İnsan vücudunun yaklaşık %75’ini oluşturan su insan için hayati bir önem taşıyor. Yetişkin bir insanın susuzluğa dayanabilme süresi azami üç gündür. Su kaybının insana zararını şu verilerden anlayabiliriz:

   %1: Susuzluk hissi, ısı düzeninin bozulması, performans azalması

   %3: Vücut ısı düzeninin iyice bozulması, aşırı susuzluk hissi,

   %4: Fiziksel performansın %20-30 düşmesi

   %5: Baş ağrısı, yorgunluk

   %6: Halsizlik, titreme

   %7: Fiziksel aktivite sürerse bayılma

   %10: Bilinç kaybı

   %11: Olası ölüm

   %11: Vücut direçsizliği, ölüm, aksaklıklar oluşur

   %12: %95 ölüm

Ayrıca suyun doğada birçok işlevi vardır. Mükemmel bir çözücü olan su doğanın dengesini sağlamakta, ısı tutma ve iletme özellikleriyle iklim dengesini ayarlamaktadır.

Suyun bu hayati önemini kavramak, su üzerinden insan aklını zorlayan hesaplar yapan kapitalizmin acımasızlığını ve vahşiliğini anlamamız için gereklidir. Beş yaşındaki bir çocuğun mantığıyla düşündüğümüzde, su ve hava gibi yaşamsal öneme sahip maddelerin tüm insanlığa ait olması gerektiğini söyleyebiliriz. Ancak yine bu mantıktan yola çıkarak su kaynaklarının satılamayacağını düşünen varsa, kapitalizmi tanımamaktadır ya da beş yaşındaki bir çocuğun mantığı ile düşünmektedir. Nitekim bugün, dünyanın dört bir yanında, suyun dağıtımıyla başlayan ve su kaynaklarının tamamen özel mülkiyete geçmesine dek varan bir süreç yaşanmaktadır:

* Bolivya’da suyun özelleştirilmesi ile başlayan, aylık geliri ortalama 50-60 dolar olan insanlara 20-30 dolara dolara su satılmasına yol açan süreçte insanlar çatılarına leğen, kap kacak koyarak su toplamaya başlamışlar, bunun üzerine meclisten çıkartılan bir yasayla yağmur suyunun toplanması yasaklanmıştı.

* Hindistan’da da 26 km’lik bir nehri satın alan şirket, nehir hattına silahlı adamlar dizerek “mülkünü” korumaya almış, Hindistan’da kutsal sayılan ineklerin bile suya yaklaşmasına izin vermemiş, hatta insanların üzerine ateş açan şirket korumaları cinayetlerin altına imza atmışlardı.

* Güney Afrika’da suyun özelleştirilmesi ve ardından gelen zamların sonucunda insanların su ihtiyaçlarını umumi tuvaletlerden karşılamaları kolera salgını başlatmıştı. Bu çağdışı hastalıktan çok sayıda insan hayatını kaybetmişti.

* 1994’te Endonezya kuraklıktan yanarken, Jakarta’nın golf sahalarında saha başına günde 1000 m3 su tüketilmesi sürdürülmüştü.

* Kuzey Meksika’da 1995’te kuraklıkta ötürü çiftçiye verilen su kesilirken, serbest bölgelerdeki yabancı şirketlere bir kısıntı uygulanamamıştı.

* Gelişmiş metropoller için de sorun aynı şekilde yaşanmaktadır. Londra ve Berlin’de su dağıtımını üstlenen şirketlerin altyapıyı kârlı görmemesi büyük altyapı sorunları yaratmaktadır. Şebeke suyuna yağmur suyu karışmakta, yani su kirlenmektedir. Tersinden düşündüğümüzde de, şebekeden su dışarı sızmasına izin verilerek kaynaklar heba edilmektedir.

* BM raporlarına göre, Avrupa’da yılda 11 milyar dolarlık dondurma yeniyor. Oysa, bütün dünya insanlarına temiz su ve güvenli kanalizasyon sistemi sağlayabilmek için yıllık yalnızca 9 milyar dolar harcamanın yeteceği hesaplanıyor.

Suyun ticarileştirilmesi örneklerinin de çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğu gibi, burjuvazi için ne insan sağlığı ne de kaynak kaybı önemlidir. Çünkü su dağıtım şirketleri bir ilke olarak sabit ücretlerle anlaşma imzalamaktadır. Yani borudan bir şekilde su aktığı sürece, onlar “Allah’ın suyunu kula sattığı” sürece, inanılmaz kârlar elde etmektedir. Bu iş burjuvazi için öylesine kârlı bir alandır ki, 2007 verilerine göre, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 5’i suyu uluslararası şirketlerden satın aldığı halde, bu şirketlerin yıllık gelirleri dünya petrol ticaretinin yıllık gelirinin yarısına ulaşmış durumdadır. Böyle bir rant tüm kapitalistlerin ağzının suyunu akıtmaya yetecektir.

Ülkemizde de özellikle içme suyu önemli bir pazardır. Örneğin Coca Cola firması kendinden meşrubat alan bayileri sadece kendi su markası olan “Turkuaz” suyu satma şartını getirerek bu alanda da tekelleşmeye çalışmaktadır. Tüm topluma ait kaynakların üstüne konan ve buralara sembolik kiralar ödeyen büyük şirketler, çok düşük maliyetlerle ürettiği ve gerçekte bizim olan suları, şebeke suyunun yaklaşık 1500-2000 katı fiyatlarla bize satmaktadır. Bu ağır bedele bir de çevre felaketi eklenmektedir. Bu suların şişeleri geri dönüşsüz malzemeden yapılmakta ve 1 LT’lik bir su şişesi için 17 lt su tüketilmektedir.

Tüm bunları başlatan sürecin gerisinde, her taşın altından çıkan neoliberal politikalar var. BM’nin 1972’de Stockholm’de toplanan Çevre ve İnsan Konferansı ile1977’de Mar del Plata Su Konferansı’nda içme suyuna erişimin bir insan hakkı olduğu konusunda birleşilse de, yine BM’nin 1992’de düzenlediği Dublin Su ve Çevre Konferansı’nda bir önceki kararın tam tersi olarak “suyun meta olduğu” kararı benimsendi. Dünya Bankası da ‘90’lı yıllarda sürece dâhil oldu ve özelleştirme politikalarının dayatılmasında önemli bir rol oynadı. DB üçüncü dünya ülkelerine kentsel altyapılarını iyileştirmek için krediler sağlarken, özelleştirmeler için gerekli yapısal düzenlemeleri tüm kredi anlaşmalarının ön koşulu olarak dayattı.

Bu yeni düzenlemeleri tüm dünyada hakim kılan ise, neoliberal politikaların anayasası GATS anlaşması (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) oldu. Türkiye’nin de altına imza attığı anlaşmada (1995 yılında ilk imzacılarından biri olarak Türkiye herkesi geçerek neredeyse tüm kapsamı onaylamış ve uygulamaktadır) piyasaya açılması öngörülen 11 başlıktan biri de “su iletim sistemleri, enerji ve atık su işleme hizmetleri”dir (GATS anlaşması piyasaya açılacak temel kategoriler 4. madde).

Tüm bu yağmanın arka planında ise üç Avrupa firması duruyor. Neredeyse yerel ve uluslararası tüm anlaşmalara bir şekilde Suez, Veolia (her iki şirket de Fransız), RWE (Alman) isimli üç kan emicinin kalemi değiyor. Bu üç büyük tekelin ve GATS anlaşmasının Avrupa patentli olması elbette bir tesadüf değil. AB hayalleri ile yıllardır uyutulan milyonlarca insana gösterilmeyen gerçeklerden biri de bu, kapitalizmin bilindik acımasızlığı.

 16-22 Mart 2009 tarihlerinde gerçekleşecek Dünya Su Forumu’nun (DSF) ev sahipliğini bu yıl Türkiye yapıyor. Her üç yılda bir düzenlenen DSF’de bu yıl, kapitalizmin su politikasına yön verecek tartışmaların yapılması bekleniyor. Yani yeni yağma planlarının hazırlanması, büyük başlar ve onların peşinden leşe dadanacak sırtlanlar belirlenmesi de bu platformda gerçekleşecek gibi gözüküyor. İstanbul’un da 100 milyon doları aşan bir bütçe ve sınırsız bir harcama yetkisiyle DSF’ye hazırlanıyor olması, Türkiye’nin buna verdiği önemi açıkça ortaya koymaktadır.

Ancak hummalı bir şekilde bu foruma hazırlanan hükümet ve İBB Başkanı Kadir Topbaş geçtiğimiz yıl yaşanan kuraklığı unutmuş gibi görünüyor. Oysa, İstanbul, Ankara ve İzmir’de birbiri ardına yaşanan su skandalları hafızlarımızda hala tazedir. Belediyecilik adına yaptıklarını/yapacaklarını duvarlara billboardlara afiş yapan aday veya başkanlar, 2B yasası ile yağmaya açılan alanlardan, rant uğruna Acarkentler’e yasadışı olarak peşkeş çekilen su havzalarından hiç bahsetmiyorlar. Bugün İstanbul’un birçok su havzası yağmalanmış, imara açılmış durumdadır. Örneğin, içinde büyük fabrikaların bulunduğu Dudullu Sanayi Bölgesi planlarda su havzası olarak görünmektedir. Bu alan Erdoğan’ın hocası Erbakan tarafından kurulan İMES ile başlayan süreçte yağma edilmiş ve patronlara hediye edilmişti. Bugün bu alanları geri almanın hiçbir yolu bulunmamaktadır.

Bu geri dönüşü imkânsız tahribata rağmen yeni alanlar sermayenin talanına açılmaya devam etmektedir. Benzer bir durum Ankara için de geçerlidir. ODTÜ’nün ormanlık arazisi 12 Eylül’ün soysuz uşağı İhsan Doğramacı’nın Bilkent Üniversitesi’ne peşkeş çekilmiş, önemli bir ormanlık alan tahrip edilmiştir. Ankara’nın altını sadece ne işe yaradığı anlaşılamayan alt geçitler için delen belediye, altyapıyı ise es geçmektedir. Geçtiğimiz yıl patlayan boruları da hafızalardadır. Ankara susuzluk içinde debelenirken, altyapı yetersizliği nedeniyle boşa giden ve su baskınlarına yol açan bir vurdumduymazlık sözkonusudur. Ancak susuz kalmak da tek sorunumuz değildir. İzmir’in CHP’li belediyesinin içirdiği arsenikli su ve tüm Marmara’nın su deposu olmasına rağmen en pahalı suyu kullanan Bursa, Türk burjuvazisinin su politikasının özetidir.

Bunların yanı sıra, boru hatlarının bazılarında insan sağlığına çok zararlı olan asbest kullanılması, yeterli ve doğru arıtma sistemlerinin kurulmamasından kaynaklı suyun klor gibi zararlı kimyasallar ile temizlenmesi yoluna gidilmesi gibi ciddi altyapı problemleri vardır. Ayrıca çarpık yapılaşma ve atıkların doğru yönetilememesi mevcut kaynakların da kirlenmesine yol açmaktadır. İşin bir başka boyutunu da suyun geri dönüşümü için hayati öneme sahip lağım ve gider tesisatındaki durum oluşturuyor. Türkiye’de her yağış yaz-kış fark etmeden bir dizi yerde su baskınına yol açmaktadır. Bu baskınların simgesi Haliç kıyısındaki İstanbul Alibeyköy buna en çarpıcı örnektir. Ayrıca lağımlar ve sanayi atıkları denizlere, göllere veya akarsulara bağlanarak hem deniz kirletilmekte hem de geri dönüşüm imkânları heba edilmektedir.

Tüm bunlar GATS anlaşması ile dayatılan özelleştirmelerden ayrı düşünülemez. Zira tüm belediyeler su konusunda skandal üstüne skandal yaratırken, su her geçen gün zamlanmakta, yeni uygulamalar hayata geçmektedir. Örneğin İstanbul’da yakında kullanılmaya başlanacak kontörlü sayaçların değişimi için ayrılan bütçe 1,5 milyar dolardır. Bu korkunç meblağ suyun rantının iştah açıcı büyüklüğünü bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu sayaçlarla birlikte, almadığınız hizmete para vererek banka kasalarını dolduracak, konturunuz biterse ve doldurmasanız susuz kalacaksınız. Böylece dağıtıcı firmanın yapacağı tüm zamlar doğrudan ve habersiz olarak bizleri vuracaktır.

Su konusunda burjuvazinin ciddiyeti Dikili Belediye Başkanı’nın mütevazi girişimine verilen tepkiden de okunabilir. İster Dikili gibi küçük olsun ister İstanbul gibi uçsuz bucaksız olsun, artık bu düzen içinde “yılandan” korkmadan su içmek imkânsızdır.

Bu işin tüm arka planı hazırdır ve daha da önemlisi kapitalist sistem sudan elde edeceği ranta muhtaçtır. İmzalanan anlaşmaların, yapılan hazırlıkların hepsi bu yöndedir. Etkin sulama, sanayide suyun geri dönüşümünün sağlanması, verimli su kullanımının sağlanması, suyun taşınmasındaki kayıpların azaltılması, su kirliliğini durduracak teknik önlemlerin alınması, ormanların korunması gibi basit ama kapsamlı önlemlerle çözülebilecek bu sorun, rantsal değeri yüzünden bir paradoksa dönüşmektedir. Yani sorun teknik değil açıkça siyasi bir sorundur.

Özetle, bu işin artık düzen içi hiçbir çözüm yolu bulunmamaktadır. Zaten hukuksal mücadele yolu tükenmiştir. Danıştayca durdurulan projeler ufak değişikliklerle hızla tekrar uygulamaya geçirilirken, hantal yargı süreci bunun çok gerisinde kalmaktadır. Bu sorunun tek çözümü, bu düzeni temellerinden söküp atmaktır. Yani “bir bardak temiz su için bile sosyalizm!” demek, bunu hayata geçirmek gerekiyor. Rosa’nın “ya barbarlık ya sosyalizm!” sözü hiç bu kadar gerçekçi, bu kadar yakıcı olmamıştır.

Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları

Asistanlar hakları için üniversitede sabahladı!

“Piyasaya teslim olmayacağız!”

Yüksek Öğrenim Kanunu’nun 50/d maddesi nedeniyle doktora öğrencilerinin asistan olarak çalışmaları yasaklanmış, pek çok asistan maaşı kesilerek işten çıkarılmıştı. Bu uygulamaya karşı bir süredir mücadele veren asistanlar, 5 Mart gecesi bu kapsamda İstanbul Üniversitesi’nde kaldılar.

İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlisi Temsilciler Kurulu’nun çağrısı ile bir araya gelen doktora öğrencileri ve pek çok kurum, 5 Mart günü İstanbul Üniversitesi araç kapısı önünde saat 16.30’da toplandı. “Biz kalıyoruz YÖK gitsin!” pankartının açıldığı yürüyüş Siyasal Bilgiler Fakültesi önünde sona erdi ve Hukuk Amfi 1’e girilerek “açık kürsü”ye geçildi. Yapılan konuşmalarda, YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan ile yapılan görüşmelere ve hukuki sürece değinildi.

İÜ İletişim Fakültesi Araştırma Görevlisi Deniz Mavra yaptığı konuşmada, görüşmelerde YÖK tarafından asistanların “burslu” statüsünde algılanılmak istendiğine değindi. Asistanlığın ardından kadroya alınacaklarını, YÖK’ün bunu normal karşıladığını ve bu uygulamadan “bir takım maduriyetler olabilir” şeklinde söz ettiklerini ifade etti.

Konuşmaların ardından “50/d’liler” filminin gösterimi gerçekleşti. Etkinlik, Serhad Raşa, Ali Nafili ve Tunay Bozyiğit’in sunduğu müzik ve şiir dinletileriyle son buldu.

Etkinliklerin sonunda yürüyüş hazırlıklarına geçildi, kortejler oluşturularak, meşaleler yakıldı. Kortejin iki tarafına insan zinciri oluşturuldu.

Önde “Biz kalıyoruz YÖK gitsin!” pankartı, arkasında sırasıyla, “İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlileri”, “İstanbul Teknik Üniversitesi Araştırma Görevlileri”, “Piyasaya teslim olmayacağız! / Boğaziçi Üniversitesi Araştırma Görevlileri”, “Yıldız Teknik Üniversitesi Araştırma Görevlileri”, “Uludağ Üniversitesi Araştırma Görevlileri”, “Marmara Üniversitesi Araştırma Görevlileri”, “Eğitim-Sen 6 No’lu Üniversiteler Şubesi” pankartları açıldı.

“Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz!”, “Direne direne kazanacağız!”, “Her yer Beyazıt, her yer direniş”, “Gemileri yaktık, geri dönüş yok!”, “Doktoralı işsiz olmak istemiyoruz!”, “YÖK Başkanı 50/d’ye geçirilsin!” sloganlarıyla devam eden yürüyüşün sonunda Merkez Kampüs ana kapı önüne gelindi.

Burada asistanları pankartlarıyla Eğitim-Sen 6 No’lu Üniversiteler Şubesi, Üniversite Konseyleri, “Okulda eğitim, üniversitede bilim güvencesiz olmaz!” pankartı ile Genç-Sen ve dövizleriyle Üniversite Öğrencileri ile Emek Gençliği karşılarken, ATV-Sabah’ta işten atılan işçiler de önlükleriyle eylemde yerlerini aldılar.

Ardından Merkez Kampüs ana kapısı önünde basın açıklamaları gerçekleşti. İlk olarak, Türkiye Araştırma Görevlileri adına Cemil Ozansü bir açıklama yaptı. Akademisyenlerin iş güvencesinin üniversite özerkliğinin bir parçası olduğunu, özlük işlerinin kanunla düzenlenmesi gerektiğini söyledi. Ardından söz alan Serap Kurca ise, sorunun kaynağında AKP’nin ve onun iç organı olan YÖK’ün merkezi yerleştirme adı altındaki kadrolaşma istekleri olduğunu ifade etti.

Eylemde Üniversite Konseyleri Derneği, Eğitim-Sen İstanbul Şubeleri de birer yazılı açıklama yaptı. Basın açıklamasının ardından sloganlarla Fen Fakültesi’ne yürüyüş gerçekleştirildi. Asistanlar Fen Fakültesi’nde tiyatro, sinema, şiir, müzik gibi etkinliklerle sabah saatlerine kadar beklediler.

Kızıl Bayrak / İstanbul