20 Şubat 2009
Sayı: SİKB 2009/07

  Kızıl Bayrak'tan
  Devrimci baharı kazanmak için!..
  Onbinlerce işçi ve emekçi faturayı ödememek için Kadıköy’de buluştu!
15 Şubat mitinginin dersleri
AKP yolsuzluk ve yağmada sınır tanımıyor!
Düzen solu ve sosyal reformistler emekçi kitleleri sahte hayallerle oyalıyorlar...
İASEMAT ve Renault işçileriyle konuştuk.
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  29 Mart yerel seçimleri üzerine BDSP temsilcisi İstanbul Büyükşehir Bağımsız Sosyalist Belediye Başkanı adayı Melek Altıntaş ile konuştuk...
  “Beyaz yakalılar”da örgütlenme arayışı...
  Krize karşı faaliyet ve eylemlerden…
  Genç-Sen 7. Temsilciler Meclisi toplantısı gerçekleşti...
  8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü yaklaşıyor...
  “Beşir’le Vals”in er Folman’ı yitik anılarını arıyor…
  Dünyadan...
  Bültenlerden...
  Kavga Ziya ustalarla kazanılacak!
  Siyaset ve ahlak!..
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kavga Ziya ustalarla kazanılacak!

Yıllar nasıl da çabucak gelmiş ve geçmiş. Daha işe ilk başladığım zamanları hatırlıyorum da, dün gibi gözümün önünde canlanıyor. Elime bir süpürge tutuşturulmuş, orayı burayı süpürmem istenmişti. Büyük bir şaşkınlıkla kocaman preslere bakarak üzerimde beliren ürpertiyi nasıl atarım diye düşünüyordum. Acaba yemek paydosundan sonra kaçsam mı diye düşünerek geçirmiştim, ilk geçmek bilmeyen saatlerimi. Ama yüreğim ne kadar da kaçmak istese, yaşamın acımasızlığı sanki büyük bir zincirle bağlamıştı bedenimi gres yağı kokulu karanlık demir parçalarının arasına.

Sanki hiç susmayacak gibi çınlamaya devam eden o metalik seslerin arasında nasıl da küçücük bedenimle kaybolmuştum. Bedenimi saran çaresizlikle izliyordum çevremde olan bitenleri. Kim ne yapıyor nasıl yapıyor diye merakla bakıyordum. Bir dünya demir talaşı biriktirmiştim daha ilk dakikalarda. Süpürmesi bile zordu, nasıl el sürecektim kocaman sac parçalarına bilmiyordum. Kafamda beliren düşüncelerin karmaşasında zaman çay paydosuna taşımıştı beni, geçmeyen zamanın derinliklerinde.

Kocaman elleriyle biri yaklaşıverdi usul usul. Sanki elleriyle işlermişcesine demiri, görkemli yürüyordu. Beyazlamış kocaman bıyıklarıyla, gözlerinin üzerine düşen kalın kaşlarıyla kendinden emin yaşlıca bir adam... Kalın ve insanı kendine çeken bir sesle seslendi, “delikanlı!” dedi, “hadi bırak!” Yorulmuşcasına bıraktım elimdeki süpürgeyi ve yavaş yavaş ilerledim koca ellerin arkasından. Bir mutluluk sarmıştı içimi, ilk paydosumdu ve ilk hak ederek içeceğim çaydı demir bardakta.

İlk o zaman tanışmıştım Ziya ustayla. Ondan sonra benim ustam oldu Ziya usta. Hayli uzun zaman beraber çalıştık. En son duyduğumda kalp ameliyatı olmuştu. Ama hala dimdik ve kendinden emin bir sesle konuşuyor. “Ne çektimse şu kalbim yüzünden çektim” diyor.

Ziya ustayla uzun bir zaman çalıştım ama uzun bir zamandır da görmüyorum. Yollarımız ayrıldığında ikimiz de işimizden olmuştuk. Ziya usta personel müdürünün yüzüne eldivenleri fırlatınca kahkahalarla çıkmıştık kapıdan. Ama başımız dik, içimizde de bir zafer telâşesi. Hoş sohbet bir adamdı. İnsan onun yanında kendini güvende hissederdi. Kocaman ellerinin yanında kocaman da yüreği vardı. Çok şey görmüş geçirmiş, başından çok şey geçmişti. Çok şey öğretti bana, ama her şeyden evvel işçi olmayı öğretti. Ziya usta yıllarca sendikalı yerlerde çalışmış, temsilcilik yapmış, hatta ‘80’lerde cezaevine bile düşmüş biriydi. Niye olduğunu anlatmadı ama hiç.

“Neden anlatıyorsun”, “bize ne Ziya ustadan?” diye soracaksınız. Ziya usta bugün bizlerin bilmediği, bilenlerin de unuttuğu işçilik değerlerini hala taşıyan bir işçiydi de ondan anlatıyorum. Nerde direniş var, nerde grev var, nerde bir garibin başına bir şey gelmişse oradaydı. Her şeyiyle destek verir, yanında olurdu. Derdi ki, “Bu bizim kuşağın hastalığı. Biz işçi olmayı öğrendiğimizde hak aramayı da öğrendik.”

Şimdi ben de sendikalı bir işyerinde çalışıyorum. Fazla zaman olmadı başlayalı. Bu arada Ziya ustanın hastalığı bana da geçmiş olacak ki, çalıştığım hiçbir yerde başımı eğemedim, o yüzden de epey işyeri değiştirdim. Şimdi çalıştığım yerde ve diğer sendikalı olan yerlerde temsilcilik seçimleri var. İşçi arkadaşlarla konuşuyorum, hepsi de gelen temsilciye de sendikaya da sövüp sayıyor. “Peki, ne olacak böyle?” diye sorduğumda da, “böyle gelmiş böyle gider” demenin dışında, bir de okkalı bir küfür savuruyorlar.

Toplusözleşme geldi geçti, bizim sendika mangalda kül bırakmıyordu, ama gel gelelim sözleşmenin imzalanması tam bir trajedi oldu. “Bu kriz koşullarında ancak bu kadar” diyorlarmış, sanki diğer sözleşme süreçleri farklı geçmiş gibi.

Birçok yerde işten atmalar var, hatta fabrikalar kapanıyor, bir de bu süreçte bu saldırılara karşı direnen tek tek işyerleri. Sinter mesela. Ya da Gürsaş, Ünsa... İşgaller oluyor, direnişler patlak veriyor, ama işin iç yüzünü gidin bir de işçilerden öğrenin.

Şimdi Ziya ustanın lafı geldi çattı: “Sulh ile uslanmayanı etmeli tektir, tektirle uslanmayanın hakkı kötektir.” Ziya usta bu sözü söylerken, tam da böyle zamanlardan bahsederdi. Bir fabrikada grev olsa, direniş patlasa, anında Türkiye’nin diğer ucundaki fabrikalar destek eylemleri örgütlermiş. Köstek meselesi de işini yapmayan sendikacının, temsilcinin hazin sonu olurmuş. Derlermiş ki, “madem işini yapmıyorsun, sen şöyle beri dur, yapacak olanlar var burada.” Görevden alır, gereken dersi verirlermiş.

Ama tabii bu durum öyle kendiliğinden yaşanmazmış. Direniş komiteleri, dayanışma komiteleri ve disiplin dayak komiteleri varmış her fabrikada. İşçiyi satanın vay haline! Zaten toplusözleşmelerde %100’leri geçen ücret zamları, 8’e varan ikramiye hakları ve daha neler neler kazanmışlar. Ama tabii böyle kazanmışlar.

Şimdi Ziya ustanın anlattıklarının hiç de masal olmadığını daha da iyi anlıyorum. Olması gereken, işçinin kendi hesap sorma mekanizması ve karar alma gücüdür. O yüzden fabrikalarımızda başlayan temsilcilik seçimlerinde izlenecek tek bir yol çıkıyor önümüze. O da işçinin iradesini esas alan ortak bir temsilci çıkartmak, ama ondan da önce komiteleşmek olmalı.

Hayli uzun zamandır Ziya ustayı yâd etmiyordum. Geçen gün Sinter işçilerinin direnişine desteğe gittiğimde geldi aklıma. Bana anlattığı o ‘70’lerin görkemli işçi direnişlerini çağrıştırdı zihnimde. Ama ne yazık ki, bırakın Türkiye’nin diğer ucunu, yanı başındaki sendikalı fabrikada dahi destek eylemleri örgütlenemiyor. Hem bizler gözümüzün önünde yaşananlara kör olmuşçasına bakıyoruz, hem de bize hatırlatmakla görevli olanların işlerini adam gibi yaptığını söylemek çok zor.

O zamanlar gibi olmasa, şalterler inmese de, en azından yemek paydoslarında eylemler örgütlenebilir, böylece kendi patronlarımıza da gözdağı vermiş olurduk. Ama gelin görün ki, temsilcilerimizin dünyadan haberi yok, sendikanınsa eylem denince beti benzi atıyor. Şimdi de benim karşıma çıkıp diyecekler ki, “beni seç ya da onu seçme.” Ne fark eder ki, işçiler atılıyor, açlık yoksulluk derinleşiyor, patronlar istedikleri gibi at koşturuyor.

Ama Ziya ustanın yüreğini taşıyan daha çok işçi olduğunu biliyorum. Zaman Ziya ustaların zamanı olacak. Bütün Ziya ustaları krize ve sonuçlarına karşı direniş komiteleri kurmaya çağırıyorum. Bütün Ziya ustaları direnişçi işçilerin yanında olmaya ve destek vermek için her türlü yol ve yöntemi örgütlemeye çağırıyorum. Bütün Ziya ustaları disiplin ve dayak komiteleri kurup, mücadeleye yanaşmayan temsilci ve sendikacılardan hesap sormaya çağırıyorum. Yoksa halimiz nice olacak!

Ziya ustanın çırağı