8 Şubat 2008 Sayı: SİKB 2008/06

  Kızıl Bayrak'tan
  Sahte kamplaşmalar köleliğe ve karanlığa, devrimci sınıf mücadelesi kurtuluşa götürür!
  “Demokratik çözüm yürüyüşü” engellemelere rağmen gerçekleşti!
Sırada kıdem tazminatı hakkı var…
Tuzla tersaneler cehenneminde ölümlerin ardı arkası kesilmiyor!
Bir iş cinayeti, kapitalizm ve insan...
Kadıköy’de “Öğretimize, özgürlüğümüze saygı mitingi”…
  Binlerce Tekel işçisinden özelleştirme karşıtı mücadele kararlılığı
  TÜMTİS işçilerinden eylem...
  SSGSS karşıtı faaliyetlerden...
  Basın sansürü ve görevlerimiz
  TKİP II. Kongresi değerlendirmeleri...
Kadın sorunu ve sınıf içinde kadın çalışması / 1
  Yaşanabilir bir dünya için sosyalizm!
  Çiğli Emekçi Kadın Kurultayı üzerine konuştuk...
  Davutpaşa katliamı: Öfkemiz isyanımızın mayasıdır!
Volkan Yaraşır
  160. yılında Manifesto günceldir!
  Solun Komünist Manifesto ile sınavı...
A. Deniz
  “İşçilerin birliği, halkların kardeşliği!” Nokia işçilerinin dayanışma çadırında hayat buluyor!
  Irkçı siyonistler Lübnan hezimetini itiraf ettiler!
  Türk sömürgeciliğinin değişmez unsurları: İnkar, tehcir, asimilasyon ve imha!
M. Can Yüce
  Ankara’da ortak panel...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

Gazete biçiminde okumak için tıklayın

 

Berlin’de uyarı grevi!

manifestoBerlin Belediyesi’ne bağlı toplu taşıma araçları (BVG) çalışanları, 31 Ocak gecesinden itibaren 5 bin sürücüyle 39 saat süren bir uyarı grevi gerçekleştirdi.

Ver.di sendikası’nın çağrı yaptığı ve 2 Şubat günü başlatılması planlanan grev, işverenin işçilerle alay edercesine yaptığı öneri üzerine bir gün öne alındı.

Otobüs, tramvay ve metroların beklenmedik bir şekilde devre dışı kalması, yaşamın felç olmasına ve yüzbinlerce Berlinli’nin işyeri ve okullara gecikerek gitmesine neden oldu.

Ver.di Sendikası, 11.500 işçi için % 8’lik zam talebinin yanısıra, 2005 yılından itibaren işe alınan 1500 işçi için de %12’lik zam talebinde bulunmuştu. Bu taleplerle birlikte eski ve yeni işçiler arasındaki ücret farkını da ortadan kaldırarak, “eşit işe eşit ücret” talebinin öne sürülmesi karşısında işveren temsilcileri, 2005 yılından itibaren işe alınan 1150 çalışanı için 2010 yılına kadar % 6-8’lik bir artış ve bir kereye mahsus ödenmek üzere 200 Euro önerdiler.

İşverenin bu önerisi BVG çalışanlarının %95’i için zamdan muaf tutulma anlamına geldiği için böyle bir öneriyi kabul edilemeyeceklerini açıklayan Ver.di sendikası temsilcisi, taleblerine yanıt verilmemesi durumunda uzun süreli bir greve gideceklerini açıkladı.

Grevin seyri 18 Şubat günü yapılacak yeni görüşmede belli olacak.

Kızıl Bayrak / Berlin


Lozan’da grev ve sokak eylemi!

Tüm dünyada olduğu gibi İsviçre’de de burjuvazi, mevcut durumu fırsat bilerek, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm öteki çalışanların sosyal haklarına karşı saldırıda epey mesafe almış bulunuyor. Doğal olarak bu saldırılar tepkilere neden oluyor. Şimdiye kadar en kapsamlı saldırılar eğitim, emeklilik ve çalışma alanında merkezi hükümetler tarafından yeni yasal düzenlemelerle güvenceye alınırken, şimdi ise Lozan’daki yerel hükümet, kamu çalışanlarına ve memurlara karşı yeni bir saldırıyı gündeme getirmiş bulunuyor.

Kantondaki yerel hükümet bu sektörlerde çalışan 25 bin kişiyi hedef alarak yeni bir yasal düzenleme planlıyor. Buna göre, daha katı bir disiplin ve denetimle, tek ücret politikasının uygulanması, yüksek ücretlerin düşük ücret sınırlarına çekilmesi hedefleniyor.

Bu yeni yasal düzenleme sektörde çalışanların eylemli tepkisine neden oldu. Kantondaki üç memur sendikasıyla yerel hükümet arasında yapılan görüşmeler anlaşmazlıkla sonuçlanınca, sendikalar ilk etapta 31 Ocak’ta bir günlük grev ve mesai bitiminde yürüyüş gerçekleştirdiler. Yerel hükümetin gündeme getirdiği bu saldırıya karşı grev ve yürüyüş ilk adım olarak başarılı bir yanıt oldu.

31 Ocak’ta kantonda eğitim, sağlık ve öteki bütün hizmetler durduruldu. Akşam gerçekleşen yürüyüşe 15 bini aşkın kişi katıldı. Sendikalarla hükümet yetkilileri arasında görüşmeler devam ediyor. Sendikalar bu yasa geri çekilmediği koşullarda eylemlerine devam edeceklerini açıklamış bulunuyorlar.

Lübnan saldırısını inceleyen komisyonun raporu yayınlandı...

Irkçı siyonistler Lübnan hezimetini itiraf ettiler!

İsrail savaş uçakları Lübnan’a bomba yağdırmaya başladıktan kısa süre sonra bir medya ordusunun karşısına çıkan ABD Dışişleri bakanı Condolezza Rice, kendinden emin bir edayla “yeni Ortadoğu”nun şekillenmekte olduğu “müjdesi”ni vermişti.

İsrail savaş makinesinin 2006 yazında gerçekleştirdiği saldırı 12 Temmuz’dan 14 Ağustos’a kadar sürmüş, Güney Lübnan başta olmak üzere İsrail işgaline karşı direnişin başını çeken Şii’lerin tüm yaşam alanları, emperyalist-siyonist güçlere yaraşır bir vahşetle yakılıp yıkılmıştı. 34 gün süren saldırıyla Lübnan nüfusunun dörtte birini yerinden yurdundan eden İsrail ordusu, ezici çoğunluğu sivillerden oluşan 1200’ü aşkın insanı katletmiş, binlercesini yaralamış, öncelikle çocukları hedef alan çok sayıda salkım bombasını ise Lübnan topraklarına serpiştirmişti.

Bu kadarlık “başarı” siyonist savaş makinesini zafere ulaştırmaya yetmemiştir. Lübnanlı direnişçilerin kararlılığı 150’ye yakın işgalci askerin hayatına mal olmakla kalmamış, bu direngenlik, “yenilmez güç” olmakla övünen İsrail savaş makinesinin kibrini de yerle bir etmiştir. Tabii bu sayede savaş kundakçısı çete adına böbürlenen Rice’ın küstah burnu da sürtülmüştü.

Lübnan Hizbullah ile Lübnan Komünist Partisi militanları tarafından gösterilen militan direniş, hem emperyalist-siyonist zorbaları şaşkınlığa uğratmış hem olası bir saldırıda İran’ın safında yer alacağı varsayılan direniş odaklarına ağır bir darbe vurma hevesini kursaklarında bırakmıştır.

Saldırının Lübnanlı direnişçilerin kaçırdığı iki işgalci İsrail askerini kurtarmak için yapıldığı iddiasının ise düzmece olduğu, “uzun zamandır bu saldırıya hazırlanıyorduk” diyen siyonist şefler tarafından itiraf edilmiştir.

Lübnan yenilgisi, siyonist rejimde bir travmaya yol açmış, dokularına kadar militarize olan bu rejimde ordu, ağır suçlamalara maruz kalmış, genelkurmay başkanı dahil bazı üst düzey şefleri harcamak zorunda kalmıştır. Sert suçlamalara maruz kalan İsrail başbakanı Ehud Olmert ise istifa etmeyi reddetmiş, ancak savunma bakanını tereddütsüz harcamıştır. Koltuğunu korumasına rağmen baskılara maruz kalan başbakan, Lübnan saldırısının fiyaskoyla sonuçlanmasını araştırmak üzere bir komisyon görevlendirmek zorunda kalmıştır.

Başına atanan emekli yargıç Eliyahu Winograd’ın adıyla anılan “Winograd Komisyonu”, bir buçuk yıllık araştırmadan sonra nihai raporunu açıkladı. İsrail savaş makinesinin yenilgisinin tescil edildiği raporda, esas suçlunun ordu şefleri olduğu ifade ediliyor. Başbakanla savunma bakanını eleştiren rapor, Lübnan halklarına karşı yapılan vahşi saldırıyı ise savunuyor.

Raporu açıklamak üzere düzenlediği basın toplantısında, savaş kararı alınmasının gerekli ve doğru olduğunu iddia eden Winograd komisyonu başkanı, “Bilerek ve planlanarak yapılan bir savaşta, böyle yanlışlıklar yapılması daha sakıncalı durumlar yaratabilirdi veya çok daha büyük bir savaşa neden olabilirdi” dedi.

Savaşta İsrail ordusunun etkili bir şekilde kullanılamadığını, kara kuvvetlerinin de gereken başarıyı sağlayamadığını ifade eden komisyon başkanı, strateji konusunda gereksiz zaman harcandığını, gerekenlerin zamanında yapılamadığını, bu nedenle de BM’nin savaşın durdurulmasını öngören kararından sonra 33 İsrail askerinin öldüğü gereksiz bir kara harekatına başvurulduğunu dile getirdi.

İsrail savaş makinesinin direniş karşısındaki yenilgisini saptayan raporun açıklanması, itibarsız başbakanın istifasını isteyen seslerin bir kez daha yükselmesine yol açtı. Ancak alternatifi olmadığını savunan siyonist başbakan koltuğunu terk etmeye niyetli görünmüyor. Ehud Olmert’in sevmeyenleri tarafından da dile getirilen bu görüş, siyonist rejimdeki çürümenin vardığı safhayı göstermektedir.

Bu arada raporu hazırlayan komisyon, sivillerin katledilmesi, yerleşim alanlarının yıkılması, köprülerin, hastanelerin, süt üretim ve depolama tesislerinin bombalanmasının sözünü bile etmiyor. İnsanlığa karşı işlenen bu ağır suçları savunan İsrail başbakanının atadığı komisyon bileşenleri de, ırkçı-faşist zihniyetle maluldür.

Nitekim, Winograd Raporu’nu “derin kusurlu” olarak niteleyen Af Örgütü, Lübnan’da bini aşkın sivili katleden İsrail’in savaş suçlarına raporda yer verilmemesini eleştirdi. Lübnan işgal girişiminin soruşturulması için bağımsız bir komisyon kurulmasını önerdi.

İsrail saldırısı sona erdiğinde zaferini ilan eden Lübnan Hizbullah liderleri, raporun kendilerini teyit ettiğini belittiler. Örgütün basın sorumlusu Hüseyin Rahhal, “Rapor, Hizbullah’ın uzun zamandır dile getirdiğini kanıtlıyor. İsrail hedeflerinin gerçekleştirilmesinde tamamen başarısız olmuş ve Hizbullah’a karşı hezimete uğramıştır” diye konuştu.

Raporu değerlendiren Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen Lübnan Genelkurmay Başkanı Michel Süleyman, “İsrailli yetkililerin, hükümet ile orduyu kamuoyu önünde kınayacakları aklımıza gelmezdi. Rapor, yasaları hiçe sayarak Lübnan’a savaş açanın İsrail olduğunu doğruluyor” dedi.

Lübnan direnişi emperyalist-siyonist güçlere önemli bir yenilgi yaşatmıştır. Ortadoğu halklarının emperyalist-siyonist güçlerle bölgedeki işbirlikçilerinden kurtulabilmesi, bu tür zaferlerin yaygınlaştırılmasıyla mümkün olacaktır.


Çad’da gerici güçler arası iktidar savaşı!

Batılı emperyalistlerin “istikrar vahası” Kenya’da seçimlerin ardından başlayan iç çatışmalar devam ederken, dikkatler bir başka Afrika ülkesi olan Çad’a çevrildi. Bu ülkeden yansıyan haberler, kısa sürede ivme kazanan çatışmalarda “isyancılar”ın üstün geldiğini bildiriyor.

Yönetime karşı savaşan güçlerin birkaç gün içinde başkent N’Djamena’yı kuşatması ve bin 500 silahlı kişiyle başkente yürüyen bu güçlerin ordu ile “karşılaşmaması” dikkat çekicidir. Çatışma egemenler arası iktidar mücadelesine dayandığı için, bin 500 silahlı kişinin başkenti kuşatması ordunun dikkatinden “kaçabiliyor”.

Devlet Başkanı İdris Debi liderliğindeki hükümet güçleri, başkentin düşmemesi için mevzileri tahkim ederken, isyancıların lideri Timane Erdimi ise Radio France’a yaptığı açıklamada, N’Djamena’nın etrafını sardıklarını, Debi’ye iktidarı paylaşmak için müzakere şansı tanıdıklarını, aksi takdirde kente saldıracaklarını söyledi.

Timane Erdimi, Mahamat Nuri, Abdelvahid A. Makaye üçlüsü liderliğinde olduğu bildirilen “isyancı” muhalif ittifak, Çad’ın güneyindeki Sudan sınırından hareket ederek birkaç günde başkente ulaşmaya muvaffak olmuştur.

Çad resmi kaynakları, “Birleşik Değişim Cephesi” diye adlandırılan “muhalif” güçlerin Sudan tarafından desteklendiğini iddia etmektedir. Bu iddia “isyancı” güçlerin başkenti kuşatabilmesine yetecek gücü nereden bulduğunu açıklamaya yetmese de, düzen içi oluşumların bazı gerici güçlerle işbirliği yapması sık rastlanan bir durumdur. “İsyancı” güçlerin devlet başkanına “iktidar paylaşımı” için öneride bulunması da, çatışmanın gerici güçler arasında cereyan ettiğine işaret etmektedir.

Devlet başkanının iktidar paylaşımı çağrısına olumsuz yanıt vermesi üzerine başlayan çatışmalarda “isyancı” güçlerin başkenti ele geçirdiği bildirildi.

Olaylarla ilgili açıklama yapan askeri bir kaynak, hükümet güçleriyle üç saatten fazla çatışan isyancıların başkentin kontrolünü ele geçirdiğini belirtti. “İsyancılar”ın, cezaevini bastığını söyleyen bazı görgü tanıkları ise cezaevindeki tüm tutukluların serbest kaldığını belirttiler.

“İsyancı” güçler en son 2006 yılı Nisan ayında bir çıkış yapmış, kayda değer bir ilerleme sağlamalarına rağmen iktidardan umdukları payı almayı başaramamışlardı.

Başkent kuşatıldığında Çad Devlet Başkanı İdris Debi’ye kendisini ülkeden çıkarma yönünde teklifte bulunan Fransa, belli ki bu ülkeyle halen yakından “ilgileniyor”. Fransa Cumhurbaşkanlığı kaynakları, “İdris Debi’ye, yaşamının tehlikede olduğunu ya da gitmesi gerektiğini düşünüyorsa, Çad’dan kendisini çıkarmak için Cuma günü teklifte bulunduk, ancak reddetti. Bununla birlikte, teklif hala geçerli” açıklamasını yaptı.

Eski bir Fransız sömürgesi olan Çad’da halen Fransız askerlerinin bulunması, söz konusu ilginin mahiyetini ortaya koymaktadır. Başkentin silahlı güçler tarafından kuşatılmasına rağmen Fransız savaş makinesine bağlı askerlerin “tarafsız” davranması ise, Çad’daki iktidar mücadelesinde eski sömürgeci olan Fransız emperyalizminin doğrudan işin içinde olduğu izlenimi yaratmaktadır.

Fransız ordusu öncülüğünde (yarısı Fransız ordusuna bağlı) üç bin 700 AB askerinin bulunduğu Çad’da, “isyancı” güçlerin başkenti ele geçirmesinin emperyalist merkezlerde soğukkanlılıkla karşılanması da dikkat çekicidir. Öte yandan hem AB hem ABD’nin olaylara açıktan müdahale etmekten geri durduğu, büyükelçiliklerini boşaltma hazırlığı ile yetindikleri gözlendi. Fransız emperyalizminin, sarayı kuşatılan devlet başkanına “canını kurtaralım” derken, “isyancı” güçlere dair açıklama yapmaktan geri durması da dikkat çekici bulunuyor.

Eski bir Fransa sömürgesi olan Çad, 11 Ağustos 1960 tarihinde siyasi bağımsızlığını kazanmıştı. Ancak kısa süren “olağan” bir dönemden sonra iç çatışmaların başladığı Çad’da, Fransız emperyalizminin ülke üzerindeki etkisi devam etmiş, diktatörlük rejimleri bu emperyalist merkezle işbirliğini sürdürmüşlerdir.

Fransa’nın canını kurtarmak istediği İdris Deby de 1990 yılında askeri darbeyle başa geçen bir diktatördür. Zorba yönetimi teşhir olan diktatöre, “canını kurtaralım ama bu kadarlık saltanat yeter” mesajı veren Fransa, belli ki yeni atlara oynamak istiyor.

Görünen o ki, rejimin toplum saflarında yol açtığı tepkiyi de belli ölçüde peşine takmayı başaran “isyancı” güçler, Fransız emperyalizminin yıpranmamış yeni işbirlikçileri olmaya adaydırlar. Zira iktidar paylaşımı talep eden bu güçlerin Fransa’ya ya da diğer emperyalist güçlere karşı tutum aldıklarına dair bir veriye rastlanmamaktadır.

Çadlı emekçilerin zorba rejimden kaynaklı sorunlarının gerici güç odakları arasındaki çatışma ya da iktidar değişimi ile çözülmesi olası değil. Her ülkede olduğu gibi, Çad’da da emekçilerin kendi taleplerini mücadele ile kazanıma dönüştürmeleri dışında bir çıkış yolu bulunmuyor.

 

Kenya’da çatışmalar sürüyor!

Etnik parçalanmaya son veren emekçiler çözümün yolunu açacaktır!

27 Aralık’ta yapılan başkanlık seçimlerinin ardından başlayan çatışmalarda ölenlerin sayısının bine ulaştığı, yaralı sayısının ise binlerle ifade edildiği Kenya’da, yüzbinlerce insan da yerinden yurdundan edildi. Rant çatışmasının “kabile savaşları” şeklinde dışa vurduğu Kenya’da, Afrika Birliği ile BM yetkilileri tarafları uzlaştırmak için devreye girdi.

Eski BM genel sekreteri Kofi Annan’ın Afrika Birliği arabulucusu sıfatıyla Kenya’ya gittiği günlerde, BM genel sekreteri Ban Ki-Mun da başkent Nairobi’ye ulaştı. Görünen o ki, Afrika halklarını birbirine kırdıran batılı emperyalistler, “istikrar vahası” diye tanımladıkları Kenya’da olayların çığırından çıkmasını engellemeye önem veriyor. Bunun gerisinde, ABD emperyalizmi ile Britanya’nın bölgesel çıkarlarının gözetilmesi olduğunu anlamakta bir güçlük yok. Zira seçimde başkanlık koltuğunu gasp eden Mwai Kibaki sadece 250 bin oy alırken, rakibi Raila Odinga 4 milyon 500 bin oy almasına rağmen, ABD-İngiliz emperyalistleri devlet başkanlığı koltuğunu gasp eden Kibaki’yi anında kutlayarak, muhalefet üzerinde basınç uygulamaya çalışmışlardı. Zorunlu olarak bundan geri adım atmış olsalar da, taraflar karşısında aldıkları tutum savaş kundakçılarının tercihini göstermiştir.

Belirtmek gerekir ki, ABD’nin tercihi sağlam gerekçelere dayanıyor. Zira gerici Kenya rejimi, Bush liderliğindeki neo-faşist çetenin “teröre karşı” savaş planına destek veriyor. Dahası, ABD-İngiliz emperyalistlerinin Kenya ile uzun zamana yayılan askeri anlaşmaları mevcut. ABD, hem bu ülkenin limanlarını kullanıyor, hem kurulma hazırlığı süren “Africom” ordusunun merkez üslerinden birinin Kenya olması planlanıyor. İşte ABD emperyalizminin bu kirli çıkarlarının devamı için Kenya’da kaos önlenmeye çalışılıyor, Kofi Annan ile Ban-Ki Mun bundan dolayı Nairobi’de ter döküyor.

Toplu kıyımlar devam ederken, Nairobi’ye gelen Annan-Ki Mun ikilisi tarafları bir araya getirerek uzlaştırmaya çalışıyor. Organize ettikleri toplantıda bir araya getirilen tarafların bazı konularda anlaştığı belirtilmesine rağmen toplu cinayetler sürüyor. Emperyalistlerin önerdiği uzlaşma, sorunların çözümüne değil iktidar ve rant paylaşımı esasına dayalı olduğu için, amacına ulaşsa bile herhangi bir sorunu çözmesi beklenmiyor.

Nitekim Kenya ordusunun tarafsız olduğuna inanmadığını söyleyen muhaliflerin lideri Raila Odinga, memleketi Bondo’da yaptığı açıklamada, “Afrika Birliği barış gücü askeri göndermeli. Kenya’da şiddet ürkütücü hale geliyor” diye konuşarak, kendisinin de varılmak üzere olduğu söylenen çözümden pek umutlu olmadığını göstermiştir.

İşsizlik, yoksulluk, sefillik, zorbalık gibi musibetlerin kol gezdiği Kenya’da, şu anda rakip olan taraflar daha önce aralarında anlaşarak iktidar ve rantı yıllar boyunca aralarında pay etmişlerdi. Bu kirli parsa kapma ittifakları doğal olarak Kenyalı emekçilerin hiçbir sorununa çözüm getirmemiştir. Bu ülkede nüfusun yarıdan fazlası açlık sınırının altında yaşamaya mahkum durumdadır. Kasalarını dolduran zorba yönetici takımı, Kenyalı yoksulları ölüme terk etmekte bir sakınca görmememektedir.

İttifak halinde olsalar bile taraflar, her seçim dönemini diğerini safdışı etmenin olanağı olarak kullanmaya çaba harcıyor. Bundan dolayı her seçim dönemi aynı zamanda bir katliamlar dönemi olmaktadır.

Kenya’da çatışmalar esas olarak rant peşindeki güçler arasında cereyan ederken, bedelini bu ülkenin yoksulları ödemektedir. “Kabile savaşı” diye lanse edilen çatışmaların hem vurucu gücü hem kurbanı olabilen yoksulların, etnik/dinsel ayrımı geride bırakıp bir araya gelmeyi başarmadan, gerici güçlerin yarattığı belalardan kurtulma olanakları yoktur.