24 Ağustos 2007 Sayı: 2007/33(33)

  Kızıl Bayrak'tan
   Dikkatler sınıf hareketine, güç ve enerji sınıf çalışmasına!
  Grev hazırlıkları yayılıyor, bürokratlar susuyor!
Grev hakkı için birleşik mücadele!.
Nazi artığı Halacoğlu’nun ırkçı-şoven hezeyanları…
İşçi ve emekçi hareketinden...
Liberal sol için bir pusula ya da islami demokratik faşizmin işçi sınıfı ile imtihanı
Yüksel Akkaya
  TÜTSİS “esneklik” dayatıyor, TEKSİF uzlaşmadan bahsediyor!
  KESK üyeleri ve yöneticileriyle toplu görüşme süreci üzerine konuştuk...
  Seçimler ve yeni dönem/2
22 Temmuz seçimleri ve düzen partileri
  Piyasalaşan eğitim sisteminde mesleki eğitim:
  Tersaneler cehenneminde hak alma
mücadelesi büyüyor!
  İşgalci zorbalar Irak’a
“Bosna modeli” öneriyor
  Şeriatçı Suudi rejimi emperyalist-siyonist güçlerin safında...
  Filistin, Irak ve Lübnan’da mikro ve kanton devletler kuruluyor... / 4
Volkan Yaraşır
  Devlet ve siyaset kurumu - M. Can Yüce
  Coca Cola’nın sirkine
bu sene de davet var!
  Sacco ve Vanzetti’yi insanlığın vicdanında canlı tutmak için...
  Bir-Kar Gençliği: “2. Enternasyonal
Gençlik Buluşması”na hazırlanıyoruz!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

TÜSİAD’dan Gül’e destek!

AKP’nin cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül, Çankaya’nın zorlu yokuşunu tırmanırken, çeşitli kuruluşlara uğradı, güven tazeledi. Böylece güya, partisinin ‘mutabakat arayacağız’ sözünü de yerine getirmiş oldu.

Gül’ün uğradığı mekanların başında patronlar kulübü TÜSİAD’ın Ankara temsilciliği bulunuyordu. Gül Ankara temsilciliğini ziyaret etti ama, bu görüşme için TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, bir başkan yardımcısı ve bir yönetim kurulu üyesiyle birlikte ta İstanbul’dan kalkıp gelmişti. Yani söz konusu görüşmeye değilse bile, görüşme sonrası yapılacak olan açıklamaya, TÜSİAD da en az Gül kadar önem veriyordu.

Görüşmenin biçimiyle ilgili bir spekülasyon üretmek gerekmiyor. Zira efendi ile hizmetkar nasıl görüşürse o formatta bir görüşme olmuştur.

Açıklamalar, TÜSİAD’ın seçim öncesi AKP ve hükümetine olduğu gibi, AKP’nin adayı olarak Gül’ün cumhurbaşkanlığı meselesine de şartlı desteğinin sürdüğünü göstermektedir. Aslında TÜSİAD’ın şartları hiç de ordunun ve örneğin CHP’nin şartlarından bir farklılık arzetmemekle birlikte, o bunları desteğiyle birlikte öne sürüyor. TSK ve CHP ise red gerekçesi olarak...

AKP, TÜSİAD’ın da desteğiyle sağa-sola diklenmeye çalışıyor ama, aslında TÜSİAD’ın gücü salt parayla, yani ekonomik güçle açıklanamaz. Çünkü bu, dinci bir partinin hükümetini, emperyalist ortaklarının çıkarları doğrultusunda belirlenmiş ‘ılım’ ölçülerinde tutmaya yetmeyecektir. Bu nedenle TÜSİAD, elinde çok daha önemli bir ‘silah’ bulunduğunu anlatmaya çalışırcasına, Gül’ü TSK’nın diliyle uyarıyor. Yani, “belirlediğimiz sınırları aşmaya kalkarsanız sadece desteğimizi çekmekle kalmayız, TSK’nın elini de serbest bırakırız” demeye getiriyor.

Bunu yapacaklarından da kimsenin kuşkusu bulunmuyor. TÜSİAD’ın tarihi bunun gibi iki kanlı darbenin destekçiliğiyle maluldür. İkincisinde -ki Türk-İslam sentezinin iç mimarlığını yapan da o darbenin mimarı generallerdir. Bugün ordunun başını tutan aynı generallerin laiklik havariliğine aldanmamak gerekiyor. Üstelik o günün koşullarında hükümet ve partileriyle TSK arasında, bugünkü gibi bir husumet de söz konusu değildi.

TÜSİAD’ın destek uyarılarının da gösterdiği gibi, AKP’nin ve Gül’ün bugünden sonraki serüvenleri daha da ‘heyecanlı’ geçecektir. Kurmay heyetinin ve başının bugünkü sessizliği geçicidir. TÜSİAD’ın da ötesinde, efendi ABD’nin elinde bulundurduğu dizginlerin gerilmesi yüzündendir bu sessizlik. Ama aynı zamanda bir ‘izleme görme’ taktiğidir de.

TÜSİAD’ın bunca uyarıya rağmen desteğinin ardındaysa, hep ifade ettikleri gibi, “istikrar” kaygısı yatıyor. Yoksa TÜSİAD’ın temsil ettiği burjuva kesim, Türkiye’nin en ‘Avrupai’ burjuvalarından oluşur. Öyle dinin egemen olduğu bir sosyal hayata göz yumacak bir kesim değildir bu. Ancak onlar için bugün öncelik ‘ekonomik istikrar’ adını verdikleri, sınıfa ve emekçi kitlelere saldırı programlarının aksamadan yürümesidir. Kârları ancak böyle garantiye alınabilmektedir çünkü. Bunun içinse “siyasi istikrar” gerekmektedir. Yani, birbiriyle didişmekten iş yapmaya zaman bulamayan bir koalisyon karmaşası değil, parmakları indir-kaldır usulüyle, birkaç saatte birkaç yasa çıkarabilecek bir tek parti hükümetidir onların ihtiyacı. Bugün ve son seçimlerle birlikte bu imkanı yakalayan tek parti ise AKP’dir.


Türk-İş bürokratı yalan söylüyor...

Gül ve hükümeti işçi düşmanıdır!

Abdullah Gül, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi giriştiği temas turları kapsamında Türk-İş Başkanı ile de görüştü. Patron örgütleriyle işçi örgütlerini sivil toplum örgütü paydası altında eşitleştirmeye çalışan Gül, böylece, “her kesimi kucaklamak” argümanına zemin hazırlamaya çalışıyordu. Gül açısından sorun yoktu, her kesimi peşinden sürüklemeye çalışmak, onun politik misyonunun gereğiydi. Bunu yapabildiği oranda başarılı politikacı kabulü görecekti.

Patron örgütleri cephesinden de bir sorun bulunmuyor, bu görüşmeler açısından. Çünkü onlar kendi bakanları ve yarınki cumhurbaşkanlarıyla görüşmüş, isteklerini iletmiş oluyorlar. Çünkü Gül, bugünkü bakanlığı sırasında nasıl onlara hizmet için çabalamışsa, yarın cumhurbaşkanlığı sırasında da aynısını yapacak. Çünkü Gül onların adamı.

Sorun işçi örgütleri cephesindedir. Onların sivil toplum örgütü paydası altında patron örgütleriyle bir kefeye konmayı kabullenmeleri, daha kötüsü bundan kendilerine onur payesi çıkarmalarıdır. Devlet katından gelen görüşme istekleri, onlara, adam yerine kondukları hissi veriyor olmalı. Fakat onlar, o örgütlerin başında oldukları sürece hisleriyle değil, görevlerinin gerekleriyle davranmak zorundadır. Bu zorunluluk da bugün yaptıklarının tam tersini gerektiriyor.

Sendika yöneticilerinin sendika üyesi işçilere karşı görevi, patronlarla aynı kefeye konma yanılsaması yaratmak değil, karşı saflarda olmanın gereklerini öğretmektir.

Oysa Türk-İş Başkanı Kılıç, Gül’ü, dolayısıyla da partisi ve hükümetini, akıl almaz yalanlar eşliğinde aklamaya kalkıyor. Yeni görevinde başarı dileklerini eklemeyi unutmuyor.

Bu hain bürokratın başarı dilediği Gül ve hükümetinin, 4.5 yıllık icraatı, denilebilir ki, işçi sınıfı ve emekçilerin kabusu olmuştur. AB’ye uyum paketleri adı altında yıkım yasalarını çıkaranlar onlardır. Bu sürecin baş sorumlularından biri de, Dışişleri Bakanı olarak Abdullah Gül’dür. Yine sınıfa işsizlik ve yıkım getiren özelleştirme programlarını kararlılıkla uygulayan bu aynı hükümet olmuştur. AKP hükümetine ve başta Abdullah Gül olmak üzere, en etkili bakanlarına yakışacak tek sıfat, işçi ve emekçi düşmanlığıdır.

Hükümet olarak katıldıkları seçimlerden oylarını artırarak çıkmış olmaları, onların bu kimliğini zerrece değiştiren bir durum değildir. Seçimler ve sonuçları, düzenin politika arenasına ilişkin dengelerle ilgilidir. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler cephesinden tek göstergesi, onların düzen kurumlarıyla ilişkilerinin hala devam ettiğidir.

Bu göstergeden sendikaların ve yöneticilerinin çıkaracağı sonuç, bu ilişkiyi daha da güçlendirmek değil, tersine zayıflatmak için çaba göstermek olmalıdır. Tersi yapıldığı durumda ortaya çıkan tek gerçek, o sendika yöneticilerinin satılmış olduğu, düzenle bütünleştiği, düzenin hizmetine girdiğidir.

Türk-İş yöneticileri için bu sonuç, bu görüşmeyle açığa çıkmış değildir elbette. Sadece bir kez daha teyit edilmiş oldu. İşçi sınıfı düzenin hizmetindeki bu bürokratlardan sendikalarını temizlemediği sürece, kendi satışlarına atılan imzaları seyretmeye devam etmek zorunda kalacak. Bağımsız bir sınıf hareketini yeniden geliştirmenin imkanı, sendikaları sermaye düzeninden bağımsızlaştırmaktan geçiyor.


Düzen güçleri yeni çatışmalar için hazırlanıyor!

Düzen cephesinde sarsıntılar yaratan Cumhurbaşkanlığı krizi nihayet çözülmüş görünüyor. AKP’nin aday olarak gösterdiği ve ABD ile TÜSİAD’ın olurunu alan Abdullah Gül, artık bir prosedürün yerine getirilmesinden öteye anlam taşımayan meclis oylamalarının sonucunda cumhurbaşkanı ilan edilecek. Halihazırda sürecin kesintiye uğrama olasılığı görünmüyor. Ordu cephesinden sürecin bir an önce tamamlanması bekleniyor.

Bu noktadan sonra üzerinde tartışılması gereken konu, düzen siyasetindeki iç mücadelelerle karakterize olan sürecin bundan böyle ne yönde gelişeceği, karşıt güç odaklarının nasıl mevzilenecekleri, mücadelelerini nasıl ve hangi biçimlerde sürdürecekleridir. Görünen o ki ordu, AKP’nin yıpranmasını bekleyecek ve bu süreç içerisinde AKP ve Gül üzerinde sıkı bir denetim uygulayacaktır.

Ordu için bugün sorun böyle bir denetimin nasıl ve ne tür bir mekanizmaya dayanılarak sürdürüleceğidir. Devlet yönetiminde MGK ve benzer yollardan zaten ordunun doğrudan müdahalelerde bulunduğu yerleşik mekanizmalar kullanılmaya devam edecektir. Fakat bu mücadelede asıl belirleyici olan askeri güç değil siyasi etkinlik olduğu ölçüde, toplum düzeyinde güncel politika yürütebilecek mekanizmalara da yakıcı biçimde ihtiyaç duyulmaktadır. Parlamentoda CHP, “STK”lar alanında emekli askerlerin başını çektiği dernekler ve medyadaki görevli kalemler Cumhurbaşkanlığı krizi döneminde ordunun doğrudan uzantısı, gündelik politikadaki aletleri konumundaydılar. Fakat 22 Temmuz seçimlerindeki başarısızlık, orduyu aletlerini yeniden gözden geçirmeye ve yenileriyle tahkim etmeye ya da bunları işlevsel kılacak müdahalelerde bulunmaya itmektedir.

Bu çerçevede özellikle belirtmek gerekir ki, ordu 22 Temmuz yenilgisinin faturasını CHP’ye, asıl olarak da Baykal’a keserek durumdan en az siyasi kayıpla çıkmak hesabındadır. Bundan dolayı herşeye rağmen CHP’ye yönelik müdahalelerde bulunulması güçlü olasılıktır. Zira orduya yakın duran kalemler CHP yönetimine yönelik eleştirilerinin dozunu giderek arttırmaktadırlar.

Gül üzerinde kurulacak denetim ise daha çok sivil bürokrasi kanalı üzerinden gerçekleşecek gibi görünmektedir. Ayrıca belirtilmelidir ki, bugünlerde medya tarafından ortaya atılan bir iddiaya göre Gül ile Genelkurmay arasında yoğun bir görüşme trafiği yaşanmış ve bu görüşmeler sonucunda bir anlaşmaya varılmıştır. Sürecin seyri dikkate alındığında, bu iddia doğru olabilir. Böylece Gül, ordunun belirlediği çerçeveye uyacağı güvencesi vererek önündeki engelleri ortadan kaldırabilmiştir.

Elbette bu sonucun ordu açısından siyasi bir yenilgi olduğu gerçeği orta yerde durmaktadır. Gül ve AKP açısından ise bu süreç aynı zamanda bir bütünleşme süreci olmuştur. Ordu cumhurbaşkanlığı ekseninde yoğunlaşan mücadeleyi kaybetmekle birlikte, yerleşik devlet düzenine yönelik yakın tehlikeleri tümüyle olmasa da ortadan kaldırmış ve denetimini korumuştur. Öyle ki, Gül ve AKP “Milli Görüşçü” kimliklerini yadsıyan bir aşamaya varmış bulunmaktadırlar. Her ne kadar cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ortaya çıkan kriz dinamiği bu süreci tıkamış, onları, daha doğrusu temsil ettikleri siyasi platformu sistemden uzaklaştırmış gibi görünse de, tipik bir “merkez partisi” yolunda önemli bir mesafe almalarına yol açmıştır.

Ancak ordu için mesele tek başına türban ya da genel olarak AKP’nin “İslami” kimliği değil, AKP’nin bu kimliğe de dayanarak sahip olduğu gücü kendi politik ayrıcalıkları ve “kırmızı çizgileri”ne saldırmak amacıyla kullanmak istemesindedir. Ordunun hassasiyetleri olarak gösterilen, Kıbrıs, Kürt sorunu, AB gibi konularda özellikle ABD, AB ve tekelci burjuvazinin AKP aracılığıyla gündeme getirecekleri açılımlara yöneliktir. Bu açılımların önünü almaya, en azından egemen güçler karşısında pazarlık gücünü korumaya yöneliktir. Bunun içindir ki, ordunun türbanla simgelenen İslami kimliğin devlete yedirilmesine karşı duyduğu rahatsızlık, önümüzdeki dönem bu konulardaki gelişmelerle birleşerek, AKP ile ilişkilerini yeniden kriz noktasına taşıyacaktır.

Bugün taraflar arasında kurulmuş bulunan güç dengesi ve yüzeyde dinmiş görünen fırtına geçicidir. Bundan dolayı tarafların bugünkü sessizlikleri sadece görüntüden ibarettir. Gerçekte, patlaması olası yeni krizlere yönelik olarak hummalı bir şekilde hazırlanmaktadırlar. Cumhurbaşkanlığı seçimi sadece siyasal bir savaşım alanı olarak aşılmıştır, yoksa taraflar arasındaki kriz dinamikleri olduğu gibi durmakta, dahası daha da sertleşme potansiyellerine sahip bulunmaktadır.

Bu güç mücadelelerinin işçi ve emekçiler için nasıl bir tuzağa dönüştüğü ise ortadadır. Bugün işçi ve emekçiler bu tuzağın farkında olmasalar da, önümüzdeki günlerde yüzyüze kalacakları saldırılar ve yıkımlar karşısında farkına varmaları kaçınılmazdır. Fakat farketmek bu tuzaktan kurtulmak için yeterli değildir. İşçi sınıfı ve emekçilerin ihtiyacı, bağımsız bir siyasal ve sınıfsal güç olarak boy göstermektir. Bunun için başta ilerici ve öncü güçlerinden başlayarak düzene karşı mücadelenin adresi olan devrimci mücadele bayrağı altında birleşmeleri gerekmektedir. Devrim cephesinden bugünün esas gündemi bu olması, bu gündem üzerinde yoğunlaşılması gerekmektedir.


Hepsi millici, hepsi Amerikancı!

Gül’ün cumhurbaşkanlığına aday olması, burjuvazinin politika arenasında ilginç tartışmaları da gündeme taşımış oldu. CHP, Gül’ün ‘milli görüş’ünün Çankaya’ya uygun düşmediğini iddia ediyor. Erbakan camiasından ise, Gül’ün çoktan milli görüşü terkettiği, CHP’deki politikacılarla aynı kulvarda ilerlediği iddia ediliyor.

Her birinin iddiası kendi içinde doğruluk payı taşıyor. Gül, hem milli görüşçüdür, hem CHP’deki politikacılarla aynı kulvarda koşmaktadır. Çünkü o koşu kulvarı da, varış noktaları da aynıdır; Amerikancı politikaların uygulanması…

Türkiye’deki tüm düzen partilerinin ortak paydası Amerikancılıktır. O nedenledir ki, hangi parti hükümete geçmeyi aklına koysa, önce Washington’un yolunu eskitmeye başlar. Beyaz Saray’dan icazetini alır. Ondan sonra ve ona göre kampanya başlatır. “Ben bunu yapmadan geçtim hükümetin başına” diyen varsa, onlar da hükümetin başına geçtikten sonra, orada kalabilmek için girişir aynı icazet arayışına.

Gül, Türkiye’deki tüm diğer burjuva politikacılar gibi Amerikancıdır. Fakat onu Amerikancı olmakla suçlayan Erbakan tayfasının neci olduğunu görmek için Erbakan’ın hükümette olduğu yıllara bakmak yeterlidir. İsrail’le (ki ABD’nin Ortadoğu’nun tepesinde sallanan gladyosudur) yapılan pek çok gizli anlaşma (ki bu anlaşmaların çoğu bölgenin Müslüman ülkelerine karşıdır) onun dönemine rastlar. Onun ortak olduğu hükümetler de, tıpkı önceki ve sonraki hükümetler gibi, ABD ile kirli ortaklığı sürdürmüştür. İMF-DB-TÜSİAD yıkım programlarını uygulamıştır.

Gül’ü milli görüşçü olmakla suçlayan CHP’ye gelince... Amerikancı Türk Ordusu’na çizme parlatıcılık görevi, CHP’yi de Gül ve benzerleriyle bir kefeye yerleştirmektedir. CHP, Amerikancılığını zaten saklamadığına göre, geriye görüşünün ne kadar ‘milli’ olduğu kalıyor.

Bilindiği gibi, AKP’nin varlığı ve hükmetmesi, büyük oranda TSK’nın çaba ve becerisiyle hayata geçirilen, Amerika’nın ‘ılımlı islam’ politikası çerçevesinde mümkün olmuştur. Fakat bunun bir de evveli var. Bu işler, ‘80’li yıllarda, ABD’nin o dönem politikası olan Türk-İslam sentezinin, CHP’nin, darbeci TSK’sının faşist generalleri eliyle hayata geçirilmesiyle başladı. Sayısı hızla artırılan İmam Hatipler, Kuran Kursları; kendisi içerde, görüşleri iktidarda olan MHP; peşisıra Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı örgütlenip silahlandırılan kontr-hizbullah çeteleri…

Yani, bugün topluma hakim görünen millici görüşün (dinci görüş anlamına geliyor) gelişmesinin, yayılmasının baş sorumlusu Amerikancı Türk ordusudur. Bugün ordu yalakalığına soyunan herkesin de bu sorumluluğu paylaştığı, üstlendiği kabul edilmelidir. Başta CHP ve İP olmak üzere... Çünkü bugün en orducu, en kontracı politik odaklar bunlardır.