11 Şubat 2006 Sayı: 2006/05 (05)
  Kızıl Bayrak'tan
   Emperyalist savaş hazırlığına karşı
devrimci mücadele seferberliği!
  İran’a karşı kirli işbirliği gizlenemiyor
  Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı
emperyalist zorbaların hizmetinde
  Danıştay TÜPRAŞ ihalesinin yürütmesini
durdurdu...Yağmacılar TÜPRAŞ’tan defolsun!
Galataport yağması şimdilik durdu
  Sömürü ve yağma düzeninin profesyonel
hızsızları... Burjuva politikacılarının ‘mal varlığı’ kavgası
Kemal Unakıtan: Sermayenin emek
düşmanı arsız şarlatanı
Pendik-Kartal-Maltepe İşçi Kurultayı 250 işçi ve emekçinin katılımıyla
gerçekleşti
  “Sağlık haktır satılamaz!”
  İşyeri hekimi kimin hekimidir: İşçinin mi, işverenin mi?/ Yüksel Akkaya
TEKEL işçileriyle dayanışalım!
12 Şubat’ta Tersane İşçileri Kurultayı’ına!
  8 Mart ve sendikalar...
Sınıfsal özüne ve devrimci içeriğine
uygun bir 8 Mart için! (Orta sayfa)
  Devrimci 8 Mart çalışmasına polis
saldırısı...Yine saldırdılar
yine engelleyemediler!
  Sermayenin itleri saldırmaya devam
ediyor!
   Chavez savaş kundakçılarını çileden
çıkardı
   Müslüman-Hıristiyan çatışması değil
emperyalizme karşı halkların birleşik
mücadelesi!
  Suriye “muhalefeti” Washington’daki
efendilerinden destek istedi
  Almanya’da grev rüzgarı!
  AEG direnişi kararlılıkla sürüyor!
  Filistin seçimlerinin anlattıkları
  Liselilerin Sesi’nden
  Bültenlerden
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Kızgın Müslümanlar ABD hizmetinde

ABD dış politikası, “Batı” ittifakının, onarılması yönünde yeniden şekillendiriyor. Geçen hafta sokaklara dökülen Müslüman kalabalıklar, bu “onarım” sürecinde kendilerine düşen görevi başarıyla yerine getirmeye hazır olduklarını bir kez daha kanıtladılar.

“Bush doktrini”nden, “dönüştürücü realizme”

11 Eylül'ün arkasından “Yeni Savunma Stratejisi” başlığıyla benimsenen “Bush doktrini”, Irak sürecinde yaşanan ekonomik, askeri, diplomatik zorlukların, Çin'in yükselmesinin, İran'ın nükleer krizinin gündeme getirdiği sorunların basıncıyla yeniden şekilleniyor. Bu yeniden şekillenme sürecini, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın geçen ay yaptığı açıklamalardan, Bush'un yıllık konuşmasındaki vurgulardan, Savunma Bakanı Rumsfeld'in 4 Şubat Pazartesi günü açıklanan Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme Raporu (QDR-2005) üzerine yaptığı sunuşta altını çizdiği “uzun savaş” kavramından, raporun içeriğinden izlemek olanaklı. Hafta sonu toplanan 42. Münih Güvenlik Konferansı'nın konusunun “ABD-Avrupa ortaklığının yenilenmesi” olması da bu bağlamda anlamlı.

Muhafazakâr, The New Republic dergisinin editörünün özetini ödünç alırsak, Bush doktrinine göre “ABD; uluslararası hedeflerine ulaşmak için, II. Dünya Savaşı sonrası küresel kurumlara dayanmak yerine, giderek daha çok tek yanlı güç kullanmaya, bunun etrafında oluşan bir istekliler koalisyonuna dayanacaktı. ABD, kitle imha silahlarından ve haydut rejimlerden gelen tehlikeleri engellemek için pazarlık yönteminden daha çok önleyici vuruş taktiğini benimsiyordu. Nihayet ABD, zayıflıklarından dolayı terörizmin kullanımına açık devletleri güçlendirmek için piyasa demokrasilerinin geliştirilmesine öncelik verecekti” (“After the Bush Doctrine”, 02/02/06). Bu doktrinin askeri boyutunu da, Rumsfeld'in, “ABD küresel çıkarları olan tek devlettir” saptamasıyla açılan QDR-2001 oluşturuyordu. Bu ikisini bir araya koyan birçok yorumcu gibi biz de, ABD'nin hegemonyacı bir konumdan emperyal bir konuma sıçramaya niyetli olduğunu saptamış, ama birçok yorumcudan farklı olarak, bu sıçramanın olanaksızlıklarını vurgulamıştık.

2004 boyunca Bush doktrininin itici gücü “neoconlar” giderek etkilerini yitirdiler, buna karşılık “realist” eğilimleriyle bilinen Rice'ın etkisi, Avrupa, Çin ve Ortadoğu'daki diplomatik girişimleri sonuç almaya başlayınca giderek güçlendi. Rice'ın yaklaşımına ilişkin önemli ipuçlarını 18-19 Ocak'ta yaptığı konuşmalarda bulmak olanaklı. Rice, tek merkezli bir imparatorluktan daha çok “gittikçe dünya ekonomisiyle bütünleşen bölgeler” ... “bu bölgelerde yükselen Çin, Brezilya, Hindistan, Mısır gibi güçlerden” oluşan bir dünya jeopolitiği tanımlıyor, “bu güçlerin tarihin oluşmasında giderek daha çok etkili olduğuna” işaret ediyordu. Rice, ABD'ye yönelik tehditlerin başında da hemen herkesi tehdit eden, terörizmi, salgın hastalıkları, kitle imha silahlarının yaygınlaşmasını, “başarısız devletleri” sayarak, başta Avrupa olmak üzere tüm diğer müttefiklerine de ortak bir işbirliği zemini sunuyor. (“Rice, Completes, Washington's strategic shift”, PINR, 02/02) Böylece jeopolitiği büyük güçlerden oluşan bir “realite” olarak kabul ettiğini, işbirliğine, “önleyici vuruştan” daha çok içeriden yapılacak “rejim değişikliklerine” dayanan bir “dönüştürme politikasına” önem verdiğini vurgulamış oluyordu.

Bush'un yıllık konuşmasını, birçok gözlemci içeriksiz (örneğin Financial Times, Jim Lobe/IPS, Fred Kaplan/Slate) bulurken kimi gözlemciler de temkinli diline, uluslararası ekonomik sorunlara yaptığı vurgulara, iddialı havanın yerini “yeni gerçeklere” bıraktığına, hatta Clinton'ın konuşmalarını anımsattığına dikkat çektiler (Washington Post, Los Angeles Times, Boston Globe). Fox News'le yaptığı söyleşide de global ekonomik sorunlara özellikle vurgu yapması, hegemonya ve işbirliği temalarına geri dönüş eğilimi olarak da yorumlanabilir diye düşünüyorum.

Rumsfeld'in konuşmasına ve QDR-2005'e gelince, Rumsfeld'in ABD'nin soğuk savaşı anımsatan “kuşakları kapsayacak bir uzun savaş” içinde olduğunu vurgulaması, El Kaide liderliği ile Hitler ve Lenin arasında kurduğu paralellik, savaşın aniden değil, sönümlenerek biteceğine ilişkin sözleri, (Washington Post, 03/02) alışılmış savaştan daha çok, uzun siyasi ve diplomatik bir tarihsel sürece yapılan göndermeler gibiydi. QDR-2005'e bakınca da, (www.comw.org/qdr/qdr2006.pdf) raporun; terör tehdidi ve Çin'in getirdiği tehditler, kitle imha silahları gibi ABD'nin kolaylıkla AB ile paylaşabileceği ortak sorunlar ekseninde şekillenmiş olduğu söylenebilir. Ancak QDR-2005'te bağlaşıklara, ortaklara, askeri işbirliğini ABD ordusuyla entegrasyon bağlamında ele almasına, (Silahlı Kuvvetler gazetesi Stars and Stripes'taki bir haberde “Savunma Bakanlığı diğer ülkelerin ordularına daha çok yardım yapacak” 03/02, diyordu) güç konuşlanması ve üsler stratejilerine bakarak, emperyal eğilimlerin hâlâ varlığını koruduğu da söylenebilir.

Gönüllü “ötekileri”

Devletler belli amaçlar zemininde işbirliği, ittifak yapar, bloklar kurabilirler. Ama bu amaçlar, hemen her zaman, yönetici seçkinlerin kendi gereksinimlerine göre tanımladıkları çıkarlardır. Bu yüzden, bu “çıkarların” demokrasi, özgürlük, uygarlık vb... gibi birleştirici söylemlere sarılmaları gerekir. Soğuk Savaş ittifakı, “özgür dünyayı” tehdit ettiği varsayılan bir “kızıl tehlike” kavramıyla meşrulaştırılmıştı. Soğuk Savaş'tan sonra, birkaç yıllık bir belirsizlikten sonra Huntington'un “Batı”ya, onun 200 yıldır işgal ve sömürü nesnesi olan “Doğu”dan farklı bir “uygarlık” olduğunu anımsatan, “Uygarlıklar Çatışması” paradigması ortaya atıldı. Bu paradigma “Batı” ittifakına mükemmel bir, hatta iki “öteki” tanımlıyordu.

İslam dünyasında (Doğu'da) siyasetçiler, “kanaat önderleri” hemen bu paradigmanın üzerine atladılar. Radikaller, İslamı “Batıya” karşı birleştirme hayaliyle, (hayal, çünkü ortada homojen bir İslam yok!) biz ayrı bir uygarlığız söylemini benimserken, liberaller, iki uygarlık arasında arabulucu olmaya (aslında taşeronluğa), soyundular. Böylece, İslam dünyasının “kanaat önderleri”, siyasileri, “Ne uygarlıklar çatışması, hepimiz aynı tarihe, aynı ekonomik sisteme, hatta aynı kökten (tek Tanrılı) bir dine aidiz” demek yerine, “Batı”nın, kendi açısından, kendi, dini ve ırkçı önyargılarıyla sürekli yeniden şekillendirdiği bir bakışla oluşturarak Müslümanlara sunduğu bir söylemi, ABD'nin kendi hegemonya gereksinimlerine uygun bir “öteki” konumunu, benimsediler. İster silahlı mücadeleyi, ister “ılımlı” İslamı benimsesinler.. bu, “Batı” tarafından tanımlanmış edilgen ve oryantalist bir konumdu.

Bir kez bu paradigma egemen olduktan sonra, artık, iyi planlanmış provokasyonlarla, Müslüman duyarlılıklarını kaşıyarak, bu “ötekinin” ne kadar akılcılıktan uzak, duygusal, uzlaşmaz, şiddete ve fevri reflekse eğilimli “çocuksu” bir özne olduğunu, yeniden ve yeniden kanıtlamak kolaylaşıyordu; Hollanda gazetesinde yayımlanan, diğer Avrupa ülkelerinde tekrarlanan karikatürler olayında olduğu gibi... Şimdi, bu insanları, insanlığın selameti için 21. yüzyıla taşımak, uygarlaştırmak (çocuk kendisi için iyi olanı bilmediğinden, belki biraz da döverek...) gerekmiyor muydu? “Buyurun rejim değişikliği” ve “Büyük Ortadoğu” projelerine.

Sokaklara dökülenlerin, onları sokağa dökenlerin acaba kaçı, “Batı”da kendilerini hedef alarak şekillenmekte olan kolektif sömürgecilik eğilimlerine destek verdiklerinin, ABD-AB yakınlaşmasını hızlandırdıklarının farkında?

Ergin Yıldızoğlu

(Cumhuriyet, 6 Şubat 2006)

----------------------------------------------------------------------------------------

‘Cuk Oturdu'

Pazartesi günü, ‘'karikatür krizinin'' transatlantik ittifakını onarma ve güçlendirme yönünde çabalarını yoğunlaştırmaya başlayan ABD'nin ekmeğine yağ sürdüğünü savunmuştum. Hafta sonu, ABD-Avrupa ilişkileri açısından yılın en önemli güvenlik zirvesi Münih Konferansı'nda yapılan konuşmalar, katılanların izlenimleri, onarım sürecinin hızla ilerlediğini, dünyanın geri kalanına karşı ortak bir transatlantik tavrının şekillenmeye başladığını gösteriyordu.

Münih toplantısı transatlantik ittifakının en önemli siyasi tartışma platformlarından biri (katılımcıların, konuşma metinleri için: http://securityconference.de). Reuters'ın aktardığına göre, bu yıl hava, önceki yıllardan çok farklıydı. Irak savaşı öncesinde ve sonrasında Münih toplantıları hep siyasi ayrılıkların dile getirildiği, NATO'nun ‘'işlevi üzerine anlaşmazlıkların yaşandığı platformlar oldular. Bu yıl Almanya ABD ve Fransa arasında transatlantik ittifakı, uluslararası tehditler, NATO'nun işlevi konularında egemen olan uyum eğilimiydi.

Örneğin, Rumsfeld ‘in konuşmasında, ‘'eski-yeni Avrupa'' polemiğinin izleri yok. Aksine Rumsfeld'in konuşması, ABD ve Avrupa'nın ortak tarihini, kültürel- siyasi köklerini (aynı uygarlık) adeta, aynı fidanın iki dalı olduklarını anımsatarak şimdi birlikte ‘'uzun bir savaş'' yaşadıklarını vurgulayarak başlıyor. Böylece adete bir ‘'uygarlıklar çatışması'' senaryosu hazırlıyor. Müslüman terorizmin örneklerini vererek devam ediyor. Sürekli işbirliği temasını vurguluyor. Rumsfeld konuşmasında Merkel ‘e teşekkür etti. Çünkü Merkel'in konuşması adeta Rumsfeld'in konuşmasının Avrupa'nın aynasındaki yansımasıydı. Merkel, Avrupa güvenliğinde NATO'nun birincil olduğunu, işlevinin, bölge dışı operasyonlara uygun biçimde yeniden tanımlanması gerektiğini, ABD-Avrupa ilişkisinin önemini vurguladı. Merkel'e göre NATO geleneksel alanından çıkmalı, dünyada birincil güç olmalı, gerektiğinde Afrika Birliği gibi yerel ögütlenmelere yardıma gitmeliydi. Almanya Savunma Bakanı Jung da ‘'NATO'nun salt savunma örgütü olma özelliğinin tarihe karıştığını'' söyledi.

Bush'un yeni dostu

Geçen hafta David Ignatious, Washington Post'ta, Fransız Devlet Başkanı Chirac ‘ın danışmanının her 4-5 haftada bir düzenli olarak Washington'a gelip, Ulusal Güvenlik Danışmanı Hadley ile görüştüğünü yazıyordu. Ignatious'a göre, şimdilerde, Bush yönetimi dış politikasını müttefikleriyle birlikte sürdürmeye büyük özen gösteriyor. Fransa ve ABD Suriye, İran konularında ortak davranıyorlar. BM'de ABD sert bir dil kullanırken Fransa Çin ve Rusya'yı ikna etmeye çalışıyor. Böylece Fransa-ABD ilişkilerinde yeni bir yakınlaşma süreci yaşanıyor.

Bu yakınlaşmanın yansımaları, geçenlerde Chirac'ın terorizme karşı (İran'ı hedef alarak) nükleer misilleme tehdidinde de görülüyordu. Fransız Savunma Bakanı da Münih toplantısında AB ile ABD arasında bir an evvel yeni bir stratejik ortaklık oluşturulması gerektiğini söyledi; uluslararası güvenlik alanında işbölümü yapılmalıydı. NATO ağır ve uzun süreli operasyonlar yaparken AB güçleri, daha hafif, sivil-askeri operasyonlara uygundu. Münih toplantısında, ABD, Almanya ve Fransa arasında, amaç ve tehdit algısı bağlamında daha önce görülmeyen bir uyum söz konuydu. Reuters bu iklimin ABD heyetini çok memnun ettiğini aktarıyor.

Ve karikatür krizi

TV ekranlarında ‘'Danimarka'ya ölüm'' , ‘'Fransa'ya ölüm'' , ‘'İslama hakaret edenin kafasını kesin'' pankartlarıyla adeta soykırım çağrısı yapan kalabalıklar, Batı'yı ortak bir tehdit karşısında, ortak bir kimlik ile birleştirme girişimlerinde ABD'nin işini çok kolaylaştırdı.

Ne yani sessiz mi kalsalardı? Doğru, karikatürler ağır, Müslüman duyarlılıkları yaralayıcı. Yayımlanmaları, kasıtlı, hatta provokasyon. Ama ‘'Doğu'' hep ‘'Batı'nın'' provokasyonlarına gelmek zorunda mı? Neden bir dakika düşünmeden, olayı genel, stratejik bağlamına oturtmak için en ufak bir çaba göstermeden, ‘'duyguyu aklın hizmetine vermeden'' sokağa dökülmek gerekiyor. Tamam, bu ‘'karikatürler'' yaraya tuz basmaya benziyor. Ama, yarayı açan bıçağın sapında ikiyüzlü, işbirlikçi dini liderlerin, yönetici sınıfların da parmak izleri yok mu? Neden bunları sorgulayan yok. Neticede öfkeyle kalkan, hep zararla oturmuyor mu? Karşı çıkış biçimleri, karşı çıkılan şeyi, Batı emperyalizmini güçlendirmiyor mu?. ‘'Karikatür krizi'' işte bu yüzden ABD-AB yakınlaşma sürecine ‘'cuk oturdu'' . Avrupa ve ABD medyası ‘'karikatür kriziyle'' birlikte, bir taraftan ‘'Müslümanlar alınmakta haklı, fikir özgürlüğünün de bir sınırı olmalı'' diyerek hem timsah gözyaşları döktüler, hem de Avrupalıyı, İslam karşısında ‘'homojen bir özne olma” yönünde, ABD-AB arasındaki bağları güçlendirecek biçimde etkilediler. Böylece karikatür krizinin tetiklediği süreç ABD-AB yakınlaşması, Batı blokunun yeniden inşası sürecinde katalizör rolü oynamaya başladı.

Ergin Yıldızoğlu

(Cumhuriyet, 08 Şubat 2006)

-----------------------------------------------------------------------------------------

Basın özgürlüğü ve oryantalizm

Önce Eylül ayında bir Danimarka gazetesinde daha sonra da bazı Batı Avrupa ülkelerinin gazetelerinde yayınlanan Hazreti Muhammed karikatürleri, İslam dünyasında şiddetli hatta ölümlü tepkilere, protestolara neden oldu.

İslamiyet dininin kurucusu ve peygamberi Muhammed'i terörist olarak gösteren karikatürler konusunda, ne gazeteler ne de Batı dünyasının siyasi yetkilileri, İslam dünyasının tepki ve kızgınlığını azaltmak için özür diledi.

Tam aksine, Batı dünyasında halen egemen görüş, bu karikatürlerin yayınlanmasının basın özgürlüğü çerçevesinde mütalaa edilmesi yönünde. Eylül ayında İskandinav ülkelerinde yayınlanan karikatürler Şubat ayında da Fransa, İtalya, İspanya gazetelerinde yayınlandı. Üstelik de basın özgürlüğünü desteklemek amacıyla iktibas edildi.

Sınırlar

Düşünce, ifade ve basın özgürlüğü büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Batı Avrupa olmak üzere dünya gündemine hem siyasi, hem hukuki hem de mesleki-teknik (medyatik) bir kavram olarak girdi.

Bu kavram, kaçınılmaz olarak farklı hukuk anlayışları, kültürel gelenekler ve uygulamalar nedeniyle, üstelik de siyasal, toplumsal, hukuki, kültürel hatta ideolojik bir boyut da içerdiği için, bütün dünyada üzerinde herkesin her sözcüğüne, her virgülüne onay verdiği, yani herkesin tamamıyla hemfikir olduğu bir kavram haline gelemedi.

Gelmesi de bu çeşitlilik içinde zaten mümkün değildi. Yine de gerek yasa hükümlerini yani teoriyi, gerekse uygulamaları taradığımızda basın özgürlüğünün muğlak, her anlama çekilebilecek boş bir kavram olmadığını kanıtlayan birçok tanım, çerçeve ve kısıtlama da mevcut.

ABD'yi devre dışı tutarsak, Avrupa hukuk anlayışında ve uygulamalarında basın özgürlüğünü sınırlayan en az dört alan var:

* Şiddet övgüsü, şiddet çağrısı

* Başta ırkçılık olmak üzere her türlü ayrımcılık

* Pornografi

* Hakaret

Söz konusu bu dört edim, basın kanunları ve basın meslek ahlak ilkelerinin yanı sıra ayrıca zaten ceza kanunlarında da yasaklanmış durumda.

Muhammed karikatürleri hakaret ve ayrımcılık ilkesine aykırı

Muhammed karikatürlerine baktığımızda, bunları basın özgürlüğü çerçevesinde mütalaa etmemiz mümkün görünmüyor. Çünkü bu karikatürler dört yasağın en az ikisini çiğniyor. Muhammed'i terörist olarak gösteren bu çizgiler hem hakaret hem de ayrımcılık ilkesine aykırı.

Bu, işin teknik yanı ya da ilk başta yapılabilecek hukuki bir yorum. Kimileri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin “Toplumun çoğunluğunda infial yaratsa bile” ibaresini taşıyan içtihadına göndermede bulunup, düşünce-ifade ve basın özgürlüğünü bu karikatürlere uygulamaya çalışsa bile, doğru bir tahlil yapmış sayılmaz.

Çünkü söz konusu karikatürler, “toplumun çoğunluğunda” değil, “belirli bir dine mensup kesimlerin çoğunluğunda” infial yaratmış durumda.

Basın özgürlüğü, kutsal, dini, sosyal değerlere de saygı gösterilmesini talep eder. Hakaretin bir önceki aşamaları olan gülünç duruma düşürmek, aşağılamak da basın özgürlüğünün, tartışılır bile olsa, cevaz veremeyeceği alanlar.

Farklı kültürlerin din, mizah, hoşgörü haddi kaçınılmaz olarak farklıdır. Öteki ile ilişkilerde bu gerçek göz önünde tutulmalıdır. Ama egemenler kendi değer yargılarını başkalarına, özellikle de Doğululara, Müslümanlara ya da mülksüzlere de empoze etmek istediklerinde sorun çıkıyor.

Evrensel olmasını çoğunluğun talep ettiği değerler bile, bu tür karikatür saldırılarıyla güç kazanmaz aksine boomerang etkisi yaratır, nitekim de yaratmıştır. Dünya bir ilkokul, Doğu da Batı'nın talebesi değildir.

Eleştiri mi?

Batılıların, mesela söz konusu Danimarkalı karikatürcünün; Batı-Doğu sentezinin mesela Salman Rüşdi'nin; ya da kendisi bizzat Doğulu ve Müslüman olan şahsiyetlerin mesela Turan Dursun ya da Bengladeşli Teslime Nesrin'in, tabi ki İslamiyeti eleştirme, beğenmeme, karşı çıkma hakları var.

Ayrıca Batı akademiasında İslamiyetin şiddet üretici, kadın düşmanı...vs... olduğunu savunan onlarca master ya da doktora çalışması yayınlandı, yayınlanıyor.

Tüm bu örnekler, İslam dünyasında tepkilere yol açmış olsa da, son karikatür örneği kadar yaygın ve şiddetli tepkilere neden olmamıştı. Karikatür krizinin bunca yaygınlaşması ve şiddete yol açmasının üç nedeni olsa gerek:

* Karikatürler bir taşla iki kuş vuruyor: Hem İslamiyetin resim yasağını çiğniyor hem de Muhammed'e hakaret içeriyor

* Karikatürler bugünkü iletişim kolaylıkları sayesinde çok kısa sürede çok geniş bir alana, okur kitlesine ulaşabiliyor (medyatik etki).

* 11 Eylül'den bu yana süren siyasal-ideolojik-kültürel saldırı kampanyasının bir parçası olarak algılanıyor.

Karikatürlere, basın özgürlüğü ve diğer tüm özgürlüklerin felsefi amacı perspektifiyle baktığımızda da durum şu:

Özgürlükler, insanlar, halklar, uluslar ve devletler arasında çatışma değil, barış ve uyuma hizmet etmelidir. Bu karikatürlerin yayınlanmasının İslam dünyasında şiddetli tepkilere yol açacağını başta karikatüristler ve “basın özgürlüğünün yanlış savunucuları” herhalde biliyorlar, öngörüyorlardı.

Dolayısıyla olumsuz bir sonuca yolaçabilecek bir özgürlüğün, özgürlüğün genel felsefi amaçlarına uymadığını hatta bu amaçla yüzde yüz çeliştiğini önceden saptamak ve bu yayından kaçınmak gerekirdi.

 

Kampanya

Gelelim işin siyasal-kültürel-ideolojik yanına:

Belki önce biraz tarih: Haçlı Seferlerinden bu yana İslamiyet ile Hıristiyan-Musevi dünya arasında bir çelişki mevcut. Toprağı bol olsun, bu çelişkiyi ve çelişkinin 20. yüzyıldaki paradigmalarını en iyi tahlil ve teşhir eden Edward Said oldu.

Said'in şaheseri Oryantalizm kitabının altbaşlığının “Sömürgeciliğin Keşif Kolu” olması çok anlamlıdır.

Daha yakın bir geçmişe baktığımızda, 11 Eylül 2001'den bu yana ve bilahare Afganistan ve Irak saldırıları belki de son olarak Hamas'ın Filistin'de iktidara gelmesi bu çelişkiyi yeni boyutlara taşıdı.

İlk bakışta Amerikan emperyal hedeflerinin önünde/karşısında, bugün Çin varmış gibi görünüyor. Serbest piyasa sosyalizmi adı altında ne idüğü belirsiz yumurtasız omlet tarzında bir rejimle yönetilen Çin ile ABD arasında ideolojik ve rejime ilişkin bir anlaşmazlık yok. Washington-Pekin çelişkisinin özü hakimiyet ve iktidar meselesi.

Ne var ki ABD ile İslam dünyası arasında temel bir dini yani kültürel buradan da kaynaklanan ideolojik bir çelişme var. Washington'un Kabil, Bağdat, Şam ve son olarak Tahran'la yaşadığı uzlaşmaz çelişkiler işin sadece konjonktürel siyasal boyutu.

İslam dünyası belki esas olarak siyasal alanda olmasa da ideolojik-kültürel alanda Amerikan emperyal stratejilerini en çok tehdit eden, engel oluşturan blok konumunda.

Genel olarak Batı Avrupa'nın özel olarak da AB'nin bu son karikatür krizinde, ABD'ye anlamsız bir pas attığını da görüyoruz. Guantanamo'da, Ebu Gharib'de Müslüman militanlara ölümcül işkenceler yapmakla yetinmeyip Müslümanların Kutsal Kitabı Kur'an-ı Kerim'i yerlerde sürükleyen ABD emperyalizmi, Muhammed karikatürleri konusunda İslam dünyasından yanaymış gibi poz kesiyor.

Son 5-6 yılın siyasal konjoktürü içinde değerlendirdiğimizde, karikatürlerin İslam dünyasına yönelik kültürel-ideolojik bir saldırı kampanyasının parçası olduğunu anlıyoruz. Batı'nın Doğu'yu aşağılaması devam ediyor... Batı, Doğu'nun değerlerini çiğnemeye devam ediyor... Batı, Medeniyetler Çatışmasını körüklüyor.

İslam dünyasındaki ateşli, şiddetli protesto ve tepkiler can almaya başladı. Bu da İslam dünyasının kültürel-ideolojik bir saldırıya olgun bir yanıt vermek konusunda henüz başarılı olamadığını gösterdiği gibi, provokasyona gelme konusunda da tecrübesiz olduğunu gösteriyor.

Bu şiddetli tepkiler İslam dünyası içindeki şiddet yanlısı radikal kesimleri güçlendirdiği gibi, Batı'daki İslamiyet karşıtlığını da güçlendiriyor hatta meşru hale getirebiliyor.

Bugünkü aşamadan sonra, yani Batılı liderlerin meseleyi hala basın özgürlüğü çerçevesinde ele alıp yayını haklı ve meşru gösterdiği bir ortamda, diğer yandan da İslam dünyasındaki şiddetli tepkilerin neredeyse denetlenemez hale geldiği bir dönemde, köklü ve yaygın bir önlem oluşturma siyaseti giderek etkisizleşiyor.

Çünkü söz konusu karikatürlerle basın özgürlüğü kavramını uzlaştırmak, her iki taraf açısından mümkün değil.

Bu kriz aslında basın özgürlüğüne darbe vurdu. (RD/KÖ)

Ragıp Duran

(Bianet, 06/02/2006)