12 Kasım 2005 Sayı: 2005/44 (44)

  Kızıl Bayrak'tan
  Sınırlı bir isyanın egemenlerin yüreğine saldığı korku..
  Sermaye devletinin fiili anayasasının özü...
  EKS iş başında!
  Çocuk yurtlarındaki şiddet burjuva devletinin aynasıdır
  Bu düzenin özü ve ruhu şiddettir!
TEKEL'de özelleştirmeye karşı mücadelenin kaderi işçilerin elinde
Özelleştirme gündeminden...
  Fransa banliyölerinde "öteki"lerin isyanı
  Paris'te isyan ama Komün'ü hatırlamadan /Yüksel Akkaya
  AB Komisyonu Türkiye İlerleme Raporu açıklandı
  TMY Tasarısı Karşıtı Birlik Kuruldu
  Devrimci Demokratik Yapılar Arası Diyalog ve Çözüm Platformu kuruldu
  Güne yükleniyor, geleceğe hazırlanıyoruz; "İşçi sınıfı savaşacak sosyalizm kazanacak!"/ Orta sayfa
  "İşçi sınıfı savaşacak, sosyalizm kazanacak!" gecesi yapıldı
  Geceye gelen mesajlardan...
  Geceye gelen dayanışma mesajlarından
  Büyük Ekim Devrimi'ni doğru anlamak /Sosyalist Şoreşger
  Beyaz Saray'dan yükselen pis kokular; Savaş kundakçıları birbirine düştü
  Bush "Amerika Devletleri Zirvesi"nde hüsrana uğradı
  Emperyalist-siyonist gericiliğin "İran kompleksi" derinleşiyor
  Suriye; Gerici saldırganlığı durdurmanın yolu anti-emperyalist direniştir
  Ümraniye İşçi Kurultayı hazırlıklarımız güçlenerek sürüyor!
  Pendik, Kartal, Maltepe İşçi Kurultayı çalışmaları
  Ümraniye İşçi Kurultayı çalışmaları devam ediyor
  Basından/ "Vagon raydan çıkıyor"mu?
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Bu düzenin özü ve ruhu şiddettir!

Bir devlet kurumunda, muhtaç çocuklar için kurulmuş bir yuvada minicik çocuklara yöneltilen şiddet, yine ‘münferit' ilan edilmeye, yine suç bireylere yüklenmeye çalışılıyor. Devletin başbakanı “haklı olarak” medyayı suçluyor. Öyle ya, televizyonlar bu görüntüleri milyonların karşısına çıkarmasa başbakan da bu soru ve sorunlarla karşılaşmayacaktı. Devletin mahkemeleri çocukları döven kadınları suçluyor. Ama aynı devlet, aynı kadınları ve başka yüzbinlerce kadını kendi çocuklarını dövmekle hiç suçlamıyor. Öyle ya, ev içindeki şiddet evin dört duvarı tarafından gizlenebiliyor.

Devletin, Malatya'daki dayak, Urfa'daki taciz-tecavüz, daha kimbilir hangi yurtlardaki hangi şiddet olaylarını örtbas etme girişimleri garip karşılanmamalı. Zor ve şiddet üzerine kurulu bir sistemin devletidir sözkonusu olan. Zor, devletin sadece güvenlik kurumlarında değil, yurtlar ve okullar başta olmak üzere hemen her kurumunda esas çözüm aracı konumundadır. İronik olan, şiddet görüntülerinin ekranlara taşınması ve devletin nerdeyse her eve bir televizyon örtüsü kampanyası düzenleyecek bir telaşla örtbas etme çabalarının, devlet eliyle gerçekleştirilen kimi şiddet/terör olaylarının yıldönümüne rastlamasıdır. Bu rastlantı, bugünkü olayların devlet ve düzen cephesinde münferit değil, sistemli olduğunu kanıtlamaktadır.

Yıldönümlerinden biri 3 Kasım, Susurluk vakasıdır. Susurluk, sistemin devletin resmi/gayrı-resmi zoruyla yetinmeyip, illegal bir örgüt eliyle de terör uygulama ihtiyacı duyduğunun resmiydi. Aradan yıllar geçmesine rağmen bu hiç inkardan gelinmedi. Hatta, Mehmet Ağar gibi kimi sorumlularca savunusu bile yapıldı. Aynı Ağar bugün bir yurtta çocukların dövülmesi olayını hükümet partisine karşı politika üretmek için kullanabiliyor. Kimse de çıkıp Susurluk çetesi eliyle uygulanan terörün hesabını sormuyor bu faşistten. Soramıyor, çünkü bunu sorması devleti sorgulaması anlamına gelecektir. Devleti sorgulamaksa devletin bir görevlisinin harcı değildir.

7 Kasım, gazeteci İlhan Erdost'un askeri araç içinde dipçiklerle döve döve öldürülmesinin yıldönümü. Bu aynı zamanda tüm toplum üzerinde terör estirilmesi anlamına gelen bir askeri darbe sürecine de işaret ediyor. İdamlarla, infazlarla, işkencelerle estirilmiş azgın bir terör dönemi içinde Erdost'u anmak, öldürülme tarzının kaba dayak olması ve bir dayak olayına karşı yükselen tepkilere ışık tutması yüzünden. Aynı dönemde kaç kişinin benzer biçimde öldürüldüğüne yönelik bir istatistik olmamakla birlikte bu sayının oldukça yüksek olduğundan kimsenin kuşkusu yok. Ama, deşifre edilebildiği için Erdost, aynı süreçte benzer biçimde katledilen tüm gençler için simge niteliğinde.

Her darbe döneminde sokaklara, evlere, meydanlara taşınıp ayyuka çıkarılarak uygulanan işkence ve infazların, ara dönemlerde de karakolların dört duvarı arasında ama sistemli biçimde süregeldiği biliniyor. Devlet zaman zaman “münferit vaka” diyerek inkardan gelse de, gerek mahkemelerde işkence suçlularını aklamak suretiyle gerekse de kimi devlet görevlilerinin ağzıyla devlet zorunu hep savundu. Tıpkı, Susurluk vakasında devletin öldürme hakkını savunduğu gibi. Bu savunular da sistematiğin birer kanıtı durumunda.

Dikkat edilirse, Malatya'daki dayak pek çok kişi tarafından şiddetle kınandığı halde, devlet kurumlarından çıt çıkmıyor. Lüzumlu lüzumsuz her konuda demeç vermekten pek hoşlanan asker sessiz, cumhuriyetin temelini korumaya and içmiş Cumhurbaşkanı sessiz, işkence merkezlerinin başı Emniyet Genel Müdürlüğü sessiz. Bir tek hükümet konuşuyor, o da saldırılar karşısında afallamış vaziyette ve bin bir pot kırarak.

Oysa, yurtlarında minicik yavrulara -sırf sahipsiz oldukları için- dayak atılan cumhuriyet devletinin kuruluş yıldönümüne rastlayan bu rezalet, devletin sorgulanmasına son derece uygun bir malzeme konumunda. Buna rağmen susuyorlar. Çünkü ağızlarını açtıklarında sarfedecek tek bir savunma sözü bulamazlar. Çünkü, gözlerin daha yukarılara dikildiği bir durumda, sadece dayak atan görevlileri suçlayan konuşmalarla geçiştiremezler sorunu. Sadece kurumu (SÇEK) suçlamak da yetersizdir artık. Çünkü devletin başka kurumlarında uygulanan şiddet de sorgulanmaya başlanmıştır.

82. kuruluş yılı kutlanan cumhuriyet devleti, işkence, dayak, devlet terörü, F tipi cezaevleri, cezaevi operasyonları, toplu katliamları, vurgunları, soygunları, rüşvet alıp-vermeleri, hileli ihaleleri ve daha bin bir kirli ve kanlı eylemiyle birlikte savunulacaktır. Çünkü bu devlet, aynı kirli ve kanlı tarihe sahip burjuva sınıfın yönetim aygıtıdır. Kirli-kanlı işlerinden dolayı cumhuriyet devletine temelden eleştiri yöneltmek, ülkenin burjuvazi tarafından yönetilmesine karşı olmaya kadar varan bir devrimci görüşe sahip olmayı gerektirmektedir.

Ama başka çaresi de yoktur. Yurtlardaki kimsesiz çocuklara yönelik şiddete, taciz ve tecavüze karşı olanlar, devletin ve sistemin bütün olarak her yerde, her alanda uyguladığı şiddete de karşı olmak zorundadır. Tuğla fabrikalarındaki köle çocuklar da en az Malatya yurdundaki çocuklar kadar çocuktur. Yaşlarının biraz daha büyük olması durumu değiştirmiyor. Çözüm isteyen gözlerin kökten çözümler aramasının zamanı çoktan geldi de geçiyor.

Son olarak, bu çözümü gösteren bir yıldönümü daha kutlandı. Belki çoğunluk görmedi, görmek/göstermek istemedi ama, büyük Ekim Devrimi'nin yıldönümü de kutlandı bu arada. Emekçilerin devleti olarak da tanımlayabileceğimiz Rusya'daki işçi devleti, toplumun tüm ezilen, horlanan, itilip-kakılan kesimlerinin dayanağı olmuş, konumuz itibarıyla da özellikle çocukların bakım ve korunmasına yönelik tedbirleriyle tanınmış bir devletti. Bunu, karaçalmacı kimi burjuva yazarlar, her ne kadar, komünizm çocukları ailelerin elinden alıyor, diye tanımlasa da, işçi sınıfı cephesinde sözkonusu olan çalışan annelerin çocukları için zorunlu kreş ve bakım evleri ile kimsesiz çocuklar için -ki Sovyet devleti bir büyük savaşın ardından kurulduğu için kimsesiz çocuk sayısı çok fazlaydı-okullar, yurtlar anlamına geliyor. Dönemin dünyaca ünlü eğitimcisi Makarenko'nun kimsesiz çocuklar için kurduğu böyle okullara, aile şiddetine maruz kalan çocukların da sığındığı gözönüne alınırsa, elbette, dayakçı ana-babalardan çocukların kurtarılması da gerekiyordu.

Kaldı ki, zamanında sosyalizmin basıncı ve işçi sınıflarının mücadelesi sonucu kimi sosyal uygulamalara zorlanan bazı Avrupa devletlerinde, aile içi şiddete karşı çocukların devlet korumasına alınması uygulaması halen sürmektedir. Tabii, münferit olaylar bazında.

Bu konuyu, şiddetin çözümü şiddetten geçer, sözüyle bağlayabiliriz. Bugün güçlü olanın güçsüz üzerinde uyguladığı her türden şiddet, ancak, şiddete uğrayanların karşı şiddetiyle önlenebilecektir. Bu, işçi sınıfının örgütlü bir güç halinde, zoru zorla yenmesi ve bu çocuklar başta olmak üzere toplumun tüm ezilen, sömürülen kesimlerine sahip çıkmak üzere yönetime el koyması anlamına geliyor. Bunun dışında hiçbir güç, kimsesiz çocuklara yönelik bu şiddeti durduramayacaktır. Kaldı ki, YÖK protestosunda da izlediğimiz gibi, “kimseli” çocuklara yönelik şiddeti önlemek bile mümkün olamıyor.

------------------------------------------------------------------------------------------

Eğitim-Sen'den kapatma davasına tepki...

“Eğitim-Sen kapatılamaz!”

27 Ekim tarihinde Eğitim-Sen hakkında açılan kapatma davası nedeniyle sendika tarafından Ankara Adliyesi önünde basın açıklaması gerçekleştirildi. Ankara dışından katılımın yoğu olduğu eyleme 1500 eğitim emekçisi katıldı. Eylem emekçilerin Opera Köprüsü'nde biraraya gelmesiyle başladı. Burada kortejler oluşturularak açıklamanın yapılacağı Adliye önüne kadar “Eğitim-Sen kapatılamaz!”, “Sokakta kurduk, sokakta savunacağız!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Bilimsel, parasız, demokratik eğitim!” sloganları eşliğinde yüründü. Yürüyüş esnasında yolun bir bölümünü trafiğe kapatmak isteyen eğitim emekçileri ile polis arasında kısa süreli arbede yaşandı. Yolun açılıp basın açıklamasının yapılacağı Adliyenin önüne gelinmesiyle polis geriye çekildi.

Ankara 2 No'lu İş Mahkemesi'nin “tüzük değiştiği için kapatmaya konu kalmadığı” gerekçesiyle davanın düştüğü kararının açıklanmasından sonra Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaattin Dinçer tarafından basın açıklaması gerçekleştirildi. Dinçer kararın“demokrasinin gelişimi açısından umut verici” olduğunu vurguladı. Eylemde KESK Genel Başkanı İ. Hakkı Tombul da kısa bir açıklama yaptı. Tombul yeniden işyerlerine dönmenin, örgütlenmenin önemine vurgu yaptı. Eylem yaklaşık bir saat sürdü.

Kızıl Bayrak/Ankara