Emperyalist savaş bezirganlarının
kanlı hesaplarını bozalım!
Emperyalist kapitalist düzenin
savaşa olan ihtiyacı
Egemenlerin kapsamlı bir savaşa hazırlık yaptıkları dönemler, barıştan, güvenlikten ve ulusal çıkarlardan en fazla söz ettikleri, ikili, üçlü askeri anlaşmaların yanısıra barış, saldırmazlık adı altında bir dizi anlaşmanın altına imza attıkları dönemlerdir aynı zamanda. Bu açıdan bakılınca, barışın istisnai ve geçici bir durum, iki savaş arasında kısa bir soluklanma anı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sömürü, eşitsizlik ve en incesinden en kaba biçimine kadar sömürgecilik, bunlara dayalı toplumsal bir sistem olan kapitalizm varoldukça bu durum değişmeyecektir. Değişen tek şey, döneme ve ihtiyaçlara bağlı olarak savaşın farklı biçimde gerekçelendirilmesi, değişen düşmanlar ve düşmanın değişen tanımıdır.
Bugünün emperyalist devletleri Sovyetler Birliği ve Doğu Blokunun çöküşünün ardından bir önemli gerekçeden ve umacı olarak kullandıkları bir düşmandan bir süre yoksun kaldılar. Demokrasi ve insan haklarını korumak, dünya barışını ve tüm insanların güvenliğini sağlamak gibi gerekçelerin daha fazla öne çıkarılması, komünizm tehlikesinin yerine nerden ve nasıl geleceği belli olmayan, yeri ve konumu tespit edilemeyen teröristlerin-terörizmin konulmasıyla bu iş, sanıldığı gibi 11 Eylül saldırılarından sonra değil, daha öncesinden tamamlandı. Ve çok geçmeden belirleyici olanın, öne sürülen savaş gerekçesi değil, bizzat savaş açma ihtiyacı olduğu görüldü. Elde edilecek ganimetler orta yerde durduğu, kendisi için savaşacak güçleri emrinde tutmayı başadığı ve kendi aralarında iyi-kötü bir mutabakat sağladıkları sürece, haydutlar açısından gerekçelendirmenin uluslararası planda ikna edici olup olmamasının hiçbir önemi yoktur. Son birkaç yılın somut olayları ve NATO Zirvesi süreci bunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Savaşa olan ihtiyacın ve savaş hazırlıklarının bu tersyüz edilmiş dışavurumu, kitleler üzerinde yanılsama yaratma ihtiyacına dayanıyor hiç kuşkusuz. Ama savaş için ileri sürülen gerekçeler ile, buna yolaçan nesnel nedenler ve dinamikler bambaşka şeylerdir. Savaş, egemenler için açık, vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, bir takım hedeflerin ancak kaba güç kullanılarak elde edilmesi gerçeğinin iyice belirginleşmesiyle çekincesiz bir tarzda gündeme sokulur. Bu açıdan bakılınca, egemen sınıflar katında barış, kendi egemenliklerinin önündeki sınırlayıcı bir süreç olarak katlanılır bir durum değildir. Egemenliği korumanın, büyütmenin temel aracı ve yöntemi, zor ve zorun en kapsamlı kullanımı olan savaştır. Bu nedenledir ki, stratejik politikanın bel kemiğini ve temel konusunu savaş oluşturur. Asıl yatırım buraya yapılır, temel accedil;ılımlarda anahtar rolünü savaş oynar. Tıpkı günümüzde olduğu gibi.
Tüm dünyada yaygınlaşan
savaş hazırlıkları ve savaş yatırımları
2. Dünya Savaşından bu yana milyonlarca insanın canına malolan onlarca yerel savaş ve saldırıdan sonra, bu açıdan yeni bir sayfa açılıyor, yeni bir döneme giriyoruz. Tüm dünyada ABDnin başını çektiği yeni bir savaş hazırlığı ve silahlanma döneminden geçiyoruz. Bu dönemin belirgin özelliği, 50 küsur yıldır oluşan dengelerin değişmesi, rekabetin her alanda keskinleşmesi, egemen güçler arasında uç veren yeni bir kamplaşma ve halklara dönük haydutça saldırılardır. Başını ABDnin çektiği saldırı ve işgaller (Somaliye saldırı, Yugoslavyanın parçalanması, Afganistan ve Irak işgali), henüz buzun görünen kısımlardır.
Ana hatları yeni yeni belirginleşen bu tabloyu, yalnızca ABDnin egemenliğini koruma savaşına indirgemek ve olan biteni yalnızca onun saldırgan politikalarıyla açıklamak doğru olmaz. Kuşkusuz ki ABD, bu tabloda sürükleyici halkadır ve bugünkü koşullarda belirleyici güç durumundadır. İktisadi üstünlüğünü gitgide daha çok kaybeden ABDnin askeri gücünü devreye sokarak egemenliğini elde tutmaya çalışması ve ilk hamleleri yapması son derece doğaldır. Ama, emperyalist kapitalizm bir bütün olarak bu girdabın içindedir. Zira, hepsi aynı iktisadi koşulların basıncı altındadır, aynı nedenlerle savaş ve saldırganlığı tırmandırmaktadır. Kimilerinin buna esasa dayanmayan itirazı, sahip oldukları dezavantajlar yüzündendir.
Çeşitli düzeylerde seyrederek bugüne kadar devam eden 73 bunalımı, kapitalizmin yaşadığı en uzun bunalım olma özelliği taşıyor. Tüm avantajlarına rağmen, kapitalizm bu bunalımı 30 yıldır aşma gücü gösteremiyor, en fazla kontrol altında tutmayı başarabiliyor. Bunalımın faturasını sürekli olarak yoksul ve emekçi yığınların üzerine yıkarak bu kontrolü sağlayabildiğini ayrıca belirtmek gerekir. Buna rağmen, kapitalist ekonomiler sürekli kan kaybediyor, gittikçe büyüyen açıklarla boğuşuyor. Birkaç yılda bir orta gelişmişlikte bir takım ülke ekonomilerinin yerle bir olması, Japonya ve kapitalist ekonominin yeni siması Rusyanın bu bunalımlardan ciddi kayıplar vererek etkilenmesi, bu krizin ne kadar yaygın olduğunun ve ne kadar şiddetli geçtiğinin bir kanıtıdır. Savaş ve saldırganlığa yön veren politik açılılar, işte bu iktisadi zeminde boy vermektedir.
Savaşın-savaşa yatırımın ve savaş hazırlıklarının günümüzde ne ölçüde tırmandırıldığını görmek için tek tek ülkelerin bütçeden silahlanmaya ayırdıkları paya, silah ve savaş sanayine yapılan yatırımlara ve bu sektördeki kâr oranlarına, silahlanma yarışına, silah altına alınan asker ve askeri tatbikatların sayısına vb. bakmak bile yeterlidir. Bu konu başlığı altına giren tüm verilerde ciddi bir artış sözkonusudur. Fakat savaş hazırlıkları ve yatırımlarındaki artış yalnızca bu resmi alandaki rakamlarla da sınırlı değil. Doğrudan savaşa hizmet etmek üzere kurulan ve oynadıkları rol itibarıyla gittikçe önemli bir yer tutan AR-GE (araştırma-geliştirme) kuruluşlarını, think-tankleri, stratejik araştırma merkezlerini, danışmanlık hizmetlerini, parayla tutulmuş stratejistleri, özel orduları, özel savaş şirketlerini ve nihayet tekellerin bu faaliyetlerden aldıkları kâr payarını ve yaptıkları yatırımları da hesaba katmak gerekir.
Son on yıl içinde çoğunluğu ABD ve Avrupa kökenli, savaş hizmeti veren yüzlerce danışmanlık şirketi kuruldu. Bu türden yarı-resmi ve özel şirketlerin olmadığı, hizmet götürmediği ülke nerdeyse yok gibi. Bunlardan bir kısmı güvenlik adı altında doğrudan askeri hizmet de veriyor, yani özel savaş birliklerine sahip. Oynadıkları rolü ve tuttukları yeri görmek için birkaç örnek verelim. Irak savaşında ABD hizmetinde savaşa aktif olarak katılan özel şirketlere bağlı asker sayısı, Iraktaki toplam asker sayısının yüzde onu (onbinin üstünde ) civarındadır. (Bu oran Birinci Körfez Krizi döneminde yüzde birin altındaydı.) Özel şirketler adına orada savaşanlar, Iraktaki İngiliz asker sayısını geride bırakarak ikinci temel işgalci gücü oluşturmaktadır. ABDnin Afganistan ve Irakta bir yıl içinde harcadığı tahin edilen 90 milyar doların yaklaşık 30 milyarı, buralarda iş yapan özel savaş şirketlerine aktarıldı. Özel şirketlere bağlı bu askerler öldüklerinde resmi kayıtlara geçirilmiyor, yani askeri kayıp sayılmıyor.
Bunlar ayrıca ele alınması gereken yeni dönemin bir olgusu olarak çıkıyor karşımıza. Biz şimdilik şu kadarını belirtelim: Düne kadar savaş kararlarının alınması, alınan savaş kararlarının desteklenmesi vb. açısından perde arkasında rol oynayan emperyalist tekeller, bugün bizzat kurdukları özel savaş şirketleri, özel işgal ordularıyla sahnenin önplanında da rol oynamaktadırlar. Bu türden şirketlerin ezici bir çoğunluğunun İngiliz ve ABD kökenli olması da bir tesadüf değil. ABD ve İngilterede devlet ve hükümet temsilcilerinin şahinler denilen özel savaş ekiplerinden oluşması da... Piyasaların bu kadar durgun ve sınırlı olduğu bir yerde, emperyalist tekellerin savaş gibi kârlı bir alanda oynadıkları bu yeni rolün bir tek sonucu olabilir: Kâr etmek için daha fazla savaş! Savaşa her geçen gün daha fazla yatırım!
Savaş yatırımcılığının politikadaki karşılığı, tepeden tırnağa savaşın hizmetindeki bir devlet-hükümet modeli ve politikacı tipidir. Bu tip politikacılar gittikçe yaygınlaşacak gibi görünmektedir. Tayyip Erdoğan bu tipte bir politikacı olduğunu fazlasıyla ortaya koymuş bir isimdir. Örnek aldığı Adnan Menderes ve Turgut Özalı diğerlerinden ayıran ortak özellik, emperyalizme sadık uşak olmanın bütün gereklerini yerine getirmekteki gözü karalıklarıdır. Menderes Koreye asker göndererek, Özal Birinci Körfez Savaşında baba Bushla beraber sonuna kadar hareket ederek bunu gösterdi. Erdoğanın farkı ise, bu aynı hizmeti dört bir yanda yerine getirmeye heves ederek onları aşmaya çalışması.
ABDnin NATOya,
Türkiyenin ABDye olan ihtiyacı
Emperyalistlerin savaş, saldırı ve işgallere olan ihtiyacı onun NATOyu niçin feshetmediğini açıkladığı gibi, niçin çok kolayından gözden çıkarılamayacağına da ışık tutuyor. (*) Yalnızca Sovyet tehditine karşı bir askeri pakt olarak değil, aynı zamanda Avrupa üzerinde ABDnin bir denetim aracı olarak inşa edildiği gerçeği, sözkonusu tehdit ortadan kalktıktan sonra daha bir netlik kazanıyor. 2. Dünya Savaşının bitiminden bu yana NATO kıyafeti giydirilmiş 100 binden fazla ABD askerinin, Sovyet tehditinin ortadan kalkmasına rağmen Avrupanın göbeğinde görev yapmaya devam etmesi bunu anlatıyor.
AB ülkeleri açıktan dile getiremeseler de bu durumdan fazlasıyla rahatsızlar. ABnin NATOdan bağımsız olarak AB ordusu inşasına girmesi ve ABDnin bu girişime taş koymaya çalışması, ABD ile ilişkilerinden dolayı Türkiyeye bu ordu içinde karar hakkı vermemesi, bu rahatsızlığın sonuçlarıdır. NATO Zirvesi bir anlamda karşılıklı tavizlerle bu gerilimi azaltmayı da amaçlıyordu. Bu yüzden İstanbul zirvesinde tartışma başlıklarından biri de Almanyadaki NATO askeri varlığının peyderpey Türkiye ve Doğu Avrupa ülkelerine kaydırılmasıydı. Alınan kararlar henüz somutlanmamış olmakla beraber, yakın bir zamanda ABD, Türkiyedeki varlığını ve etkisini NATO askeri kılıfıyla daha da artıracaktır. Özellikle bir takım üs ve limanları denetimine almak ve etkin bir şekilde kullanmak için NATO adına hareket etmenin sağlayacağı kolaylıklardan sonuna kadar yararlanmaa çalışacağı açıktır.
Ama tüm bu kılıf arayışlarına gerek bırakmayacak bir gerçeklik var ortada. ABDnin savaş hazırlıklarına katılma ve fiilen yürüttüğü saldırılarda yeralma konusunda fazlasıyla gönüllü ve istekli olduğunu defalarca ortaya koymuş bir burjuvazi, onlarca hükümet, politikacı, gazeteci sıfatıyla ortada dolaşan sayısız uşak ve bir ordu var ortada. Diğerlerini bir yana bırakırsak, bu ülkenin ordusu (ki ABD askeri modelini en küçük ayrıntısına kadar uygulayan, yönetici kademeleri bizzat onun tarafından belirlenen bir ordudur) aynı zamanda ülkenin en büyük ve en kârlı tekelci şirketlerinden birine sahiptir, dolayısıyla sermaye sınıfının bir parçasıdır.
Bir takım pürüzler ortadan kalktığı koşullarda, böyle bir ordu ve böyle bir devleti emperyalist savaş ve işgale katılmaktan, alıkoyacak hiçbir şey yoktur. Güçlü bir devrimci sınıf ve kitle hareketi dışında... Savaş borazanlarını susturmak, savaş bezirganlarının kanlı hesaplarını bozmak için büyük bir sorumluluk, büyük bir görev bilinciyle hazırlanmak demektir bu!
(*) Bir süre öncesine kadar ABDnin önde gelen savaş şahinleri, NATOya eskisi kadar ihtiyaçları olmadığını, NATO adına oluşturulan gücün zaten kendilerinden oluştuğunu, Wallersteinin ifadesiyle NATOnun hem askeri hem de mali olarak kendilerine yük olduğunu düşünmeye başladılar. Kosovada yaşanan gerilim (diğer ülkelerden izin almadan saldıramaması) bu yöndeki eğilimi iyice pekiştirmişti. Aslında bu, ABDnin ABye ihtiyacı olmadığı düşüncesinin örtük bir dille ifadesinden başka bir şey değil. 11 Eylül sonrası bu yöndeki eğilim, işgal için BMden karar çıkmaması ve AB ülkelerinin NATOyu devreye sokma önerisini reddetmesiyle doruğa çıktı. Yalnız kalan ABD tam da bu noktada müttefiklerine karşı sert tutumlar aldı, yeni bir dost ve düşman tanımı yaptı. Iraka tek başına girrek herkese meydan okudu. Fakat Irakta bataklığa saplanması, onun bir kez daha NATOya muhtaç olduğunu gösterdi. Zira NATO, yalnızca bir askeri pakt değil, aynı zamanda kirli savaş ve saldırılarda kullanılan bir politik kılıftı.
|