Küba lideri Fidel Castro, 3 Ocak günü ülkenin en büyük tiyatro binası olan Karl Marks salonunda yaptığı konuşmada, özellikle devrimlerin güncelliği üzerinde durdu. Castro, Marksa gerçekten hak vermek zorundayım. İnsanlık, tarih öncesi dönemini, ancak gerçek anlamda adaletli bir sosyal düzen inşa ettiğinde terkedebilir diyor.
Bu sözler bir bakıma Castronun konuşmasının da özeti oluyor. Castro, tüm konuşmasında, insanlığın temel sorunlarının devrimlerden başka bir yolla çözülemeyeceği gerçeğinin altını net olarak çiziyor. Milyarlarca insanın bu dünya üzerindeki yaşamı birkaç kişinin ne düşündüklerine, inandıklarına ve kârlarına bağlı. Bu durumu kabullenemeyiz. Bizi rehineye dönüştüren bu anlamsız duruma son verilmesini istemek hakkımızdır diyor.
Devrimin özgünlüğü
Kübayı insan onurunun korunduğu ülke olarak niteliyor Castro. Ama emperyalist burjuva basını bu konuşmayı boş bir iyimserlik olarak yorumluyor. Gerçekten öyle mi?
Devrim öncesinde Küba, tarihsel olarak ABD tekellerinin bir tarlası konumundaydı. Bir avuç işbirlikçi burjuva ile latifundiya sahipleri ABD tekellerine dayanak oluşturuyordu. Sierra Maestrada başlayan gerilla savaşı ve bu savaşın emekçi sınıfların değişik katmanları tarafından desteklenmesi, 1 Ocak 1959da, Batistanın gece ülkeden kaçmasıyla sonuçlandı.
Anti-emperyalist demokratik devrim Batista diktatörlüğüne son vererek ilk görevini tamamlamıştı. Küçük-burjuva devrimci bir dünya görüşüne sahip 26 Temmuz Harekatı, ideolojik-politik olarak bölgenin devrimci geleneğine bağlıydı ve heterojen bir konuma sahipti.
Bu nedenle Batista rejiminin yıkılmasından sonra, özellikle büyük burjuvazinin dışındaki kesimler, ABDnin desteğiyle gelecekteki gelişmeler üzerinde etkili olma çabasına girdiler. Fakat Küba devrimcilerinin önemli bir özellikleri vardı. Soyundukları davada inançlı ve tutarlıydılar. Bu yönüyle, Latin Amerikada tarihsel olarak etkili olan reformcu-popülist gelenekten radikal bir kopuşu temsil ediyorlardı. İkinci olarak, milli burjuvaziye dayalı gelişme modellerini savunan ve destekleyicisi konumunda olan yerleşik komünist partilerinden de bir kopuşun ifadesiydiler.
16 Şubat 1959da devlet başkanı olan Fidel Castronun önderliğinde, Sovyetler Birliğinin de desteğiyle birçok toplumsal dönüşüm gerçekleştirildi. İlk etapta mevcut devlet kurumları dağıtıldı. Ordu ve polis tasfiye edildi, eski rejimin uşakları yargılanarak cezalandırıldı. Parlamentonun dağıtılmasının yanı sıra bütün partiler yasaklandı. Yeni bir toplumsal sistem yaratma hedefiyle devrimci-demokratik bir iktidar inşa edildi.
En temel sosyal sorun toprak sorunuydu. Latifundiyalar dağıtılarak köklü bir toprak reformu gerçekleştirildi. Yabancı tekellerin varlığına el konuldu. Eğitim ve sağlık alanında tam bir seferberlik ilan edildi. Emekçileri korumak için sosyal yasalar çıkarıldı.
1959 Mayısındaki toprak reformundan sonra ABD açıktan saldırıya geçti. İlk önce ekonomik şantajla, sonra ise askeri müdahale ile Kübaya boyun eğdirmeye çalıştı. Birçok askeri saldırının ardından 17 Nisan 1961de karşı-devrimci güçler, ABDnin denizden ve havadan desteğiyle, Kübanın güney sahiline çıkartma yaparak fiili saldırıya geçtiler. Küba halkı 72 saat içinde bu karşı-devrimci güruhu püskürterek dağıttı.
Yaşanan ideolojik-politik evrim ve işçi sınıfının toplumsal yaşamda artan rolü, 2 Ekim 1965te Küba Komünist Partisi kuruluşuna yolaçtı.
Küba devrimi bölgede derin izler bıraktı. Birçok ülkede gerilla savaşları başladı. İlk kez bölgede büyük bir emperyalist gücün kapısı önünde bir halk kurtuluşunu savunuyordu. Bu önemli bir tarihsel gelişmeydi. Emekçi kitleler bir devrimle elde edilen toplumsal dönüşümlerin sonuçlarını sahiplenip savunuyordu. Yeni devrim bir egemen sınıf yerine diğer bir egemen sınıfı getirmemişti. Emekçi halk yığınları kendi iktidarlarına sahip çıkıyorlardı.
ABD ve dünya gericiliğini en çok rahatsız eden de bu oldu. Onlar Doğu Blokunun çöküşüyle Kübanın yaşama olanağını yitireceğini umuyorlardı. Ülke ticaretinin %85sini Doğu Bloku ülkeleriyle yapan Küba gerçekten de en zor dönemini yaşıyordu. Ancak, şantaj, abluka, tehdit ve karşı kampanyalara rağmen Küba halkı direnme yolunu seçti.
Karşı-devrimci güçlerin Kübayı boğmayı başaramadığını belirtiyor Castro konuşmasında. Kaybeden ABD olmuştur. 45 yıl sonra Kübanın bugün 178 ülkeyle diplomatik ilişkisi var. BMde 179 ülke Kübaya ambargoya karşı tutum aldı. Bundan dolayıdır ki, ilk kez ABD Kongresinde, Bush yönetiminin Küba politikası açıktan eleştirilerek, seyahatin yasaklanmaması talep edildi.
Ekonomik alanda Küba nefes almaya başlamış bulunuyor. Geçen yıla göre yüzde 2.6 oranında bir ekonomik büyüme sağladı. Eğitim, sağlık, kültürel yaşam diğer ülkelerle kıyaslanamaz düzeyde yüksek. Başkan Chavezin yönetimindeki Venezuella ve Latin Amerikadaki diğer gelişmeler Kübayı ayrıca rahatlatmıştır. Bolivyada Ekim ayındaki kitle ayaklanması Gonzalo Sanchez de Lozdayı Miamiye yollamıştır. Meksika, Ekvador, Peru gibi ülkelerde dipten gelen dalga giderek belirginleşmektedir. Neo-liberal politikaların yolaçtığı kitlesel eylemler yaygınlaşmaktadır. Devrimi savunalım çağrısı yapan Castronun işaret ettiği dinamikler de, alt sınıfların yaygınlaşan bu politik hareketlilikleridir.
Avrupa Birliğinin Kübaya yönelik politikası da geri tepmiştir. Portekiz, Yunanistan, Belçika ve Avusturya elçilikleri Kübayla diyaloglarını AB kararına rağmen kesmemişlerdir. Bunda Küba yönetiminin diplomatik terör ve emperyalist şantajları açıktan teşhir eden tutarlı politikası da etkili olmuştur.
Küba hala büyük ekonomik sorunlarla yüzyüze ve dünya pazarıyla girilen ilişkilerin sistem dışı etkiler yaratması kaçınılmaz. Bu nesnel gelişmeler karşısında politik iradenin etkisi önemli olsa da, uzun dönemde, başka devrimlerle desteklenmediği koşullarda, bu iradenin etkinliği sınırlı kalacaktır. Bu nedenle, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların maddi-manevi desteği büyük bir önem taşımaktadır. Emperyalist hayduta boyun eğmeyen, diz çökmeyen Küba halkı bunu fazlasıyla hak etmektedir.
Bu yüzyıl devrimler yüzyılı olacaktır. Tarihsel gelişme dinamikleri buna işaret ediyor. Devrimin 45. yılında Küba yöneticilerini iyimser kılan da bu gerçektir.
Devrim ve sosyalizm davasına bağlılığın sembolleri olan Karl ve Rosanın anısına her yıl geleneksel olarak düzenlenen yürüyüş bu yıl 11 Ocak Pazar günü yapılacak. Bu yılki gösteriye 250 tanınmış kişilik ve politik grup çağrı yaptı.
Bundan 85 yıl önce Alman proletaryasının bu iki yiğit önderi, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, Alman burjuvazisi tarafından hunharca katledildiler. Bugün, sosyal savaşın bütün Avrupayı pençesine aldığı, tekelci burjuvazinin ve onun hükümetlerinin savaş çığırtkanlığını yükselttiği bir dönemde kitlesel militan gösterilerin anlam ve önemi daha da artmaktadır. Berlinde gerçekleşecek gösteriye yapılan çağrılarda, İkinci Dünya Savaşı sonrası başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün emekçi sınıfları hedef alan bu kapsamlı saldırıyı püskürtmek, tarihsel mücadelelerle kazanılmış hakları kıskançlıkla savunmak bütün toplumsal kesimlerin en acil politik sorumluluğudur deniliyor. Açıklama Alman Komünist Partisi (DKP), KPD, anti-faşist gruplar ve diğer sol örgütler tarafından yapıldı.
Geçen yıllar gerçekleşen gösterileri resmi bir törene dönüştürme eğiliminde olan Demokratik Sosyalizm Partisinin (PDS) Berlin parlemento grubu bu yıl gösteriye çağrı yapmaktan kaçındı. Böylece anma gösterilerine düzene karşı tepkilerin ortaya konulduğu devrimci bir atmosferde egemen hale geliyor. Geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da Türkiyeli sol örgütler de gösteriye katılacaklar.
100 bini aşkın bir katılımın beklendiği gösteri SPD-Yeşiller hükümetiyle bir hesaplaşmaya dönüşecek, bütün hazırlıklar bu yönde.