29 Eylül '01
Sayı: 28


  Kızıl Bayrak'tan
 Emperyalis savaş, ABD ve Türkiye

  Temel demokratik hak ve özgürlükler hedef tahtasında

  Emperyalist savaşın faturasını ödemeyi reddedelim!

  Dünya jandarmalığını pekiştirme hesapları

  Emperyalist savaş ve Türkiye
  İMF yeni saldırılar peşinde
  Tekel işçisine kapsamlı saldırı
  Aymasan dayanışma gecesinden notlar...

  Amerikancı iktidar ülkeyi emperyalizmin savaş arabasına koşuyor

  Yılgınlık teslimiyete direniş zafere götürür!..
  ON'lar devrime adadıkları yürekleriyle yolumuzu aydınlatıyorlar!
  Ölüm Orucu Direnişi 345. gününde sürüyor...
  "Yaşamı, onuru, umudu ve geleceği savunuyoruz"

  Ekim Gençliği'nden

  Emperyalist savaşa hayır!
  Mücadele Postasi

 Tüm yazılar

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 

Ulucanlar direnişi, devrimcilerin katliamlara rağmen teslim alınamayacağının bir manifestosuydu...

Yılgınlık teslimiyete,
direniş zafere götürür!..

Kapitalizmin tarihi, ezilen sınıflara
karşı işlenen suçların tarihidir!

A.Aras

Zindanlar bir anlamda herhangi bir toplumda sürmekte olan sınıf mücadelesinin aynasıdırlar. Zindanlardaki mücadele ile dışarda devamedegelen sınıf mücadelesinin şiddeti, düzeyi ve kapsamı arasında her zaman yakın bir ilişki, bir paralellik olmuştur. Öte taraftan her sınıfın kendine özgü olan karakteri, kültürü, mücadele anlayışı doğrudan buraya yansımaktadır.

Bu aynaya bakınca burjuvazi adına ilk elden söylenecek şey, onun geçmişte kalan egemen sınıfları aratmayacak bir zindan politikasını ve pratiğini sürdürüyor olmasıdır. Bu politika ve pratik, dünyanın her yerinde işçi ve emekçilerin, ilerici ve devrimci güçlerin ve ezilen halkların hak ve özgürlükler mücadelesini en kaba biçimde bastırmaya, toplumsal muhalefeti zor yoluyla susturmaya dayanıyor. En "modern" ve "insan hakları standartları"na uygun olduğu iddia edilenlerinden toplama kamplarına kadar zindanlar ve zindanlarda yaşananlar, kapitalist düzenin barbarlığının, ezilen sömürülen sınıflara karşı işlediği suçların en bariz örneklerini oluşturuyor.

Nice katliamlara, işkencelere ve insanlık dışı uygulamalara tanıklık eden-etmeye devam eden zindan duvarları arkasında yaşananlar, burjuva devletinin ve burjuva hukukunun gerçek karakterini, burjuvazinin ahlakını ve kültürünü en açık biçimde ele veriyor. Zira burjuvazi yalnızca açık işgal ve savaşlarda değil, olağan dönemlerde de kan dökmekte tereddüt etmemektedir. Burjuvazinin gerçek yüzünü görmek isteyenler, onun hukukuna -ki, esası özel mülkiyet sistemine ve sisteme karşı işlenen suç(!)ların cezalandırılmasına dayanıyor- burjuva hukukunun gerçek mahiyetini görmek için ise, ceza sistemine ve ceza infaz kurumlarına, yani zindanlara bakmalıdır. Binbir yol ve yöntemle sömürdüğü, baskı altında tuttuğu işçi ve emekçilere, mazlum halklara ve ilerici devrimci güçlere karşı sınıf kinini en pervasız biçimde kusuyor bu kurumlarda.

Tarihin mezarlığına gömülmüş egemen sınıflardan devraldığı bu kanlı mirası ve kini sınır tanımazlığa vardıran şey ise, burjuvazinin kendi geleceğine ilişkin duyduğu korkudur. Son tahlilde sisteminin güvencesini kurumsallaştırdığı şiddet politikalarında ve buna uygun uygulamalarda bulmaktadır. Kendi geleceğine dair güvensizlik ve korku, onu insanlığa karşı, ezilen sınıflara karşı sonu gelmez yeni suçlar işlemeye itmekte, demokrasi ve özgürlük söylemini yalanlayan uygulamalara sevketmektedir.

Direnişin olduğu yerde zulmün
hükmü yoktur

Boşuna değil bu korku ve kin! Çünkü en aşağılık uygulamalara, sistematik baskılara rağmen zindanlar, aynı zamanda devrimci-komünist güçlerin, ilerici muhalefetin direnerek toplumsal ideallerini koruduğu, mücadelenin bu en zorlu alanında destanlar yazdığı mekanlar olagelmiştir. Kuşkusuz, teslim olanlar, diz çökenler de var. Ama onların tarihsel mücadele süreci üzerinde hiçbir hükümleri yoktur.

Zindanlarda direnme geleneği açısından bakıldığında, özelde Türkiye'de ve genelde dünyada, zindanlarda devam eden çatışma, teslim alınamazlığın ve fedekarlığın üstün örnekleriyle devrime olan inancın abideleştiği bir alandır da. Zülmün, baskıların işkence ve katliamların olduğu her yerde, şu ya da bu ölçüde direniş de boyvermiş ve çoğunlukla sürece ve olaylara direniş damgasını vurmuştur.

Buradan bakıldığında bir toplumda sürmekte olan sınıf mücadelesi de zindanlara tutulmuş bir ayna işlevi görmektedir. Bir toplumda derin sınıfsal çelişkiler ve çatışmalar, dolaylı ya da dolaysız olarak, ilk yansımasını bu tür kurumlarda bulmaktadır. Bu anlamda bir toplumda sınıf mücadelesinin düzeyini ve şiddetini, kapsamını ve gidişatını zindanlara bakarak da anlayabilirsiniz. Zindanlar; egemen sınıflar açısından, devrimci ve ilerici muhalefeti ezmek, devrimci öncüleri sömürülen sınıflardan, dolayısıyla mücadeleden yalıtlmak anlamına gelirken; öte yandan, en ileri öncüleri şahsında, işçi ve emekçi sınıfların deneyim ve birikiminin yoğunlaştığı bir alan demektir de aynı zamanda.

Bu özelliğiyle zindanlar ve zindanlardaki tutum, mücadelenin kaderi bakımından olmasa da, sürecin şöyle ya da böyle seyretmesinde özel bir önem taşımaktadır. Olağanüstü dönemlerde (askeri faşist darbeler, kapsamlı operasyonlar vs) ise bu rol ve konum, çok daha belirleyici bir ağırlık kazanabilmektedir. Zira zindanlar, iki sınıfın iradesinin en çıplak biçimde karşılaştığı ve sürekli, çok yönlü çatışmalara sahne olduğu yerlerdir. Zindanlar bir toplumdaki en ileri kadrolar şahsında devrime ve sosyalizme bağlılığın, kazanmaya olan inancın sınandığı bir alandır.

Ancak direniş güç kazandırır

Bu basit bir sınama değildir. En kaba ve genel biçimiyle, devrimcilik ve sınıfsal kurtuluş davasına bağlılık sınanmaktadır. Sınıfsal bir temelde örgütsel, politik ve ideolojik sınamadır karşılaşılan. Direnmek, direniş çizgisi, şu ya da bu uygulamaya indirgenemeyecek kadar kapsamlı ve sağlam olmalıdır. Zira, düşman yalnızca tek bir araç ve biçimle yüklenmemektedir, yalnızca kaba yöntemlerle yetinmemektedir. Bu nedenle buradaki zaaflar kaçınılmaz olarak zindan dışında süren mücadeleye sirayet etmektedir. Zindanlarda devrimci duruşunu kaybeden örgüt ve bireylerin zindan dışında hızla dağılması tesadüf değildir. Tersinden zindanlarda direnen, devrimci tutumundan, ideallerinden taviz vermeyenlerin de dışarda güçlenmesi, şu ya da bu ölçekte bir destek bulması da gerçekliğin bir başka boyutudur.

Zindanlar, son iki yıldır, önümüzdeki yakın döneme damgasını vuracak bir çatışmaya bir kez daha sahne olmaktadır. Bugünden geriye bakıldığında Ulucanlar, ÖO biçiminde sürmekte olan büyük zindan direnişini de koşullayan sürecin başlangıç halkasını oluşturmaktadır. Buca, Ümraniye, Diyarbakır ardından Ulucanlar katliamıyla birlikte, sermaye devletinin katliamcı kimliği ve emellerini bir program dahilinde sürdürdüğünü görüyoruz. Özü ve esası '91'de TMY olarak ortaya konulan, ama düzenin iç zaafiyetleri nedeniyle uygulama gücü bulamadığı bu plan-program, hücre sistemidir. Yani, içerde (ve dışarda) örgütlülüğü tasfiye etmek yoluyla devrimci hareketi güçten düşürmek, mümkünse bitirmektir.

1996'da ÖO ile geçici olarak geri püskürtülen bu plan, ancak 1997 28 Şubat örtülü askeri darbesinin sonrasında bizzat MGK-yani ordu- denetiminde sürdürülen tahkimatın yarattığı olanaklar üzerinden tekrar gündeme alınabildi. PKK'nin Önderliği şahsında yaşadığı teslimiyetçi tutum ise bu planın hayata geçmesini onlar adına kolaylaştıran bir faktör oldu. Sınıf ve kitle hareketindeki yorgunluk ve kısır döngü, sosyal reformist partilerin düzene tam yedeklenmiş bir güç olarak hareket etmesi ise, sermaye devleti açısından diğer avantajlardı.

Bugünden bakılınca Ulucanlar'ın bir nokta operasyonu olmadığı daha iyi görülüyor. (Ki komünistler, Ulucanlar saldırısı öncesinde hücre saldırısına dikkat çektiler; zindanlardaki yeni dönem çatışmasının bu eksende yürüyeceğini tespit ettiler, bunu o günün imkanlarıyla sınırlı kampanyalarına konu ettiler.) Ulucanlar direnişi, bugün sürmekte olan büyük zindan direnişinin de, bundan sonraki dönemin de bir dönüm noktasıdır. Sermaye devletinin çok yönlü hesap ve beklentilerinin bir parçasını oluşturuyordu bu katliam.

Birincisi ve en önde geleni; tasfiyeci bataklığı sistematik olarak ve şiddet yoluyla yaygınlaştırıp derinleştirmekti. Burdur, Bergama bu sürecin sonraki ara halkalarını oluşturuyor.

İkincisi; uyguladığı vahşi saldırı ve açık bir katliamla toplumsal muhalefete bir mesaj vermekti. Terör ve korku yoluyla toplumsal muhalefeti teslim almaktı.

Üçüncüsü; emperyalist efendilerine sadık ve güvenilir bir uşak olduklarını kanlı bir operasyonla kanıtlamaktı. (Katliamın Ecevit'in ABD'ye yolculuğuna denk getirilmesi, ve Brüksel'deki yaptığı açıklamalar, bunu açıkça ortaya koyuyor. Katliam sonrasında Türkiye'ye vaadedilen kredi musluklarının bir kısmının açılması da bunu gösteriyor).

Dördüncüsü; Ulucanlar katliamı ile sermaye devleti daha kapsamlı operasyonlar için bir ölçü almayı-zindanda ve zindan dışında tepki ölçmeyi amaçladı. Nitekim 19 Aralık katliamının başındaki sorumlu katiller bir yıllık bir hazırlıktan bahsederken bu gerçekliği dillendirmiş oldular.

Katledildiler ama teslim olmadılar

Peki bu hedeflerinde sermaye devleti ne ölçüde bir başarı kazanabildi? Katliam yapmaksa başarı, insanları Nazi kamplarındakini aratmayan işkencelerden geçirmekse; kuşkusuz bu konuda faşist sermaye devleti çok başarılıdır. Fakat siyasal bir irade savaşına dönüşen ve bugün devrimciler ve devlet arasında bir mevzi savaşı olarak seyreden zindandaki çatışmada, sermaye devletinin açık bir başarısızlığı söz konusudur.

Bunu görebilmek için çok ciddi bir sınıfsal-kitlesel bir destek olmaksızın bir yılını doldurmak üzere olan ve dünyada bir başka örneği görülmeyen büyük direnişin kendisine bakmak yeterlidir. Sermaye devleti binbir yol ve yöntemle saldırmasına rağmen devrimcilere diz çöktürememektedir. '91'den beri uygulamaya çalıştığı "hücre sistemini" onlara ve kamuoyuna kabul ettirememektedir. Bu nedenle sermaye devleti gibi devrimciler de Ulucanlar'ı yeni dönem direnişlerinin başlıca uyarıcısı ve başlangıcı olarak gördüler. Bir yıl boyunca bunun bilinci ve sorumluluğuyla hareket ettiler ve daha büyük bir çatışmaya hazırlandılar. Bunun için sermaye devletinin binbir kirli ve kanlı yöntemine demagoji ve yalanlarına rağmen direniş sürüyor-daha da sürecek.

Ulucanlar direnişiyle zindandaki direnişçi geleneğin toprağın derinliklerindeki kökleri daha da güçlendi. Ulucanlar direnişi devrimcilerin kanlı katliamlara rağmen teslim alınamayacağının bir manifestosuydu. 26 Eylül'de silah seslerini bastıran "Öldürebilirsiniz ama teslim alamazsınız!" şiarı , "Ancak cesetlerimizi çiğneyerek bizi hücrelere atabilirsiniz!" biçiminde yankılandı 19 Aralık'ta. Bedeli ne kadar ağır olursa olsun, Ulucanlar direnişi, siyasal anlamını ve gücünü devletin tasfiye etme, teslim alma politikasına karşı verilmiş tok bir yanıt olarak gösterdi. Bayrak yere düşürülmedi. Devrimci irade ve direngenlik kırılamadı. Daha büyük bir direnişe ebelik yaptı.
Ölüm Orucu biçiminde bugün devam etmekte olan direniş ise, çok daha büyük direnişlerin başlangıcı olmayı daha şimdiden hak etmiştir, fazlasıyla bu gücü ortaya koymuştur. Bunun içindir ki sermaye devletinin hesapları tutmadı-tutmayacak. Döktüğü kan, yanına kâr kalmayacak. İşlediği ve işlemeye devam ettiği suçların hesabını er ya da geç vermek zorunda kalacak.

İşçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar teslim olmaktansa ölmeyi yeğleyen öncülerine sahip çıktıklarında, onlar gibi kararlı bir mücadele yürüttüklerinde ise, artık hiçbir şey onları kurtaramayacaktır.

 


 

Yargısız infaz

D. Yavuz

Bir el uzanır tetiğe... Serilir bir beden boylu boyunca... Gören yoktur, duyan yok... Tesadüf eseri bulunur ölüm... Ve tutanağa geçer "faili" meçhul... Tetiği çekenin kim olduğu bilinmese de katilin kim olduğu bilinir, yine de susulur; susmak gerekir -öyle düşünülür, öyle öğrenilmiştir... Görünmez kılınanlar kurar mahkemeyi ve yargılama başlar. Suçlama: İşçi sınıfından bahsediyor, sınıf dayanışmasından, devlete karşı isyan etmenin meşruluğunu savunuyor, insanların kafasını kurcalıyor...

Ara karar: Gözaltına alın, korkutun, yolunun yol olmadığını "uygun" bir dille anlatın...

Suçlama: Sağlam bir iradeye sahip, vazgeçmiyor-diretiyor, komünist olmakta kararlı...

Karar: Yargısız infaz.

Hakim de, savcı da, avukat da onlardır. Ve bu ülkede binlerce mahkeme kuruldu, bizden habersiz geleceğimiz yargılandı. Bitmiş de değil henüz, bakmayın şu sıra görünmediklerine zamanı kolluyorlar sadece... Kendilerine yeni kurumları da ekleyerek.

***

Ve son yargısız infazcı: Medya. Her yerde; evde, işyerinde, reklam panolarında... Artık ekranlara kuruluyor mahkemeler. Medya hem savcı, hem hakim, hem de avukat. Müvekkilini hiçe sayan, sürekli hakimi, savcıyı gözeten, kimi zaman savcının ufak dil sürçmelerine müdahale eden uşak ruhlu bir avukat.

Üzeyir Garih cinayeti üzerine söylenmedik kalmadı gibi. Cinayetle birlikte devlet içi şahin-güvercin çatışmasından tutun, TÜSİAD'ın ilericiliğine kadar her şey tartışıldı. Toplumun tüm güçleri kendilerine göre yorumlar yaptılar. Cenaze töreniyse toplumsal uzlaşmanın ve hoşgörünün temsiline dönüştürüldü.

Kimsenin aklına şüphelilere; Fuat'a, yetimhanelerde iğrenç koşullarda yaşamını sürdüren Pınar'a ve diğerlerine hoşgörüyle yaklaşmak gelmedi. Her biri sınıflandırılıp damgalandı.

Uzak değil bize medyanın yargısız infazları. Katliamları "şefkat operasyonu" olarak sunmalarından tanıyoruz onları. Hapishanelerde olmayan, hiçbir zaman da olmamış silahları ekranlarda göstermelerinden, ölüm orucunu "sahte oruç" olarak damgalamalarından...

Ve Üzeyir Garih cinayetiyle yargısız infazlarına bir yenisini daha ekledi medya. 13 yaşındaki şüpheli çocuk "deli" ve "tinerci" ilan edilip, katil olarak damgalandı. Yaşı büyütülerek polis şiddetiyle tanıştırıldı. Söylenmek istenen şuydu sanki: Bu ülkede 13 yaşındaki bir çocuğa şiddet uygulanması yanlıştır; ama eğer 16 yaşındaysa durum değişir, işkenceye maruz kalmasında bir sakınca yoktur. Ve böylelikle şiddet, gözaltında işkence meşrulaştırılmaya çalışıldı.

Her şüpheli ülkede yaşanan farklı bir dramı da gün yüzüne çıkardı. Katil ve tinerci olarak damgalanan Fuat'ın babası işsiz. 9 yıldır çalıştığı fabrikadan oğlunun katil olarak damgalanması nedeniyle atılıyor. Hiçbir sosyal güvencesi yok. Geleceği patronun iki dudağı arasında, atılması için makul bir gerekçe gösterilmesi bile gereksiz.

Bu noktada toplumsal yargısız infaz kurumu işletiliyor. Fuat suçlu olsa bile ceza onunla sınırlandırılmıyor. Feodal ve çarpık değerlerin de etkisiyle, bireyin işlediği suçun kefareti tüm aileye ödettirilmeye çalışılıyor.

Babanın durumuysa içler acısı. Sınıf dayanışmasının ve sınıf olma bilincinin bu kadar zayıf olduğu bir ortamda işine geri dönmek için dil dökmekten başka bir çıkar yol görmüyor. Ve o da TV kanallarında bunu yapıyor. Anne ağır hasta ve parası olmadığı için tedavi edilemiyor. Sağlık sistemi tarafından açıkça ölüme terkedilmiş. Tüm bunlar bölük pörçük de olsa yansıdı bize... Herbiri bir realite şova dönüştürülerek... Her zamanki gibi sınırlandırılarak, derinlemesine incelenmeden, çözüm üretilmeden...

***

Toplanılır birer ikişer... Marşlar, sevdiği türküler bir ağızdan söylenir... Ağıt yakılır, yine de gururla bakılır, çekinmeden pişmanlık duymadan... Baş edememiştir katiller ve katilliklerini göstermek dışında bir şey gelmemiştir ellerinden... Bitirdiklerini sanırlar, oysa her ölüm bir diriliştir artık...