23 Ekim 2015
Sayı: KB 2015/40

Düzenin seçim oyununda son hafta
Sokağa, eyleme, direnişe!
Hep aynı eşgal!
Kriz mücadele dinamiklerini güçlendiriyor
Seçimler, HDP ve sol hareket
Devrim mi reform mu?
İşçi sınıfı “anda yaşayan geçmiş”in tortularını sırtından atmalıdır!
Genel kurulda eleştiriye tahammülsüzlük
Birleşik Metal-İş Gebze Şubesi Genel Kurulu
Gürmak Amortisör'de direniş ve kıyım
B/S/H işçilerinden adliye önünde eylem
Ereğli OSB’de ‘infial’ yaşanıyor
Yeni dönem, devrimci sınıf hareketi ve devrimci parti
Dünyadan eylemler
Avrupa DGB 1. Genel Kurulu gerçekleştirildi
DGB Türkiye Meclisi Ankara’da toplandı
Sandıklar değil, çare SİZsiniz!
Siyasal tablo üzerine söyleşiler
Ankara Katliamı’nda yitirilenler uğurlandı
Ankara’da katledilenler anıldı
Sosyal-şovenizmin günümüzdeki adı - D. Yusuf
Hapishaneler ve devrimci mücadele
Hapishaneler’de hasta tutsaklar katlediliyor!
"Kanlı Pazar"dan Kanlı Cumartesi’ye...
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Yeni dönem, devrimci sınıf hareketi ve devrimci parti

 

İkinci emperyalist dünya savaşı sonrası dönem kapitalizmin genişleme dönemidir. Bu yaklaşık yirmi yıl sürdü. '70’lerde yeni bir iktisadi kriz baş gösterdi. Söz konusu bu krizin, bir çöküntüye yol açmasına fırsat verilmedi, çeşitli yöntemlerle ertelendi. Önce neo-liberal politikalar devreye sokuldu. Bunu küreselleşme saldırısı izledi. Sonrasında ise, Sovyet ve Doğu Bloku’nun yıkımı kapitalizmin imdadına yetişti.

Tahmin edileceği üzere, bu süreçlerde krizin tüm faturası işçi, emekçi ve ezilen halklara ödetildi. Buna rağmen kriz atlatılamadı. Her zaman olduğu gibi, her erteleme, atlatılmak şurda kalsın, yeni ve daha yıkıcı bir krizi mayaladı. Nitekim bu kez de böyle oldu. 2008 yılında, hem de sistemin kalbinde, yani ABD’de, geçmiştekilerden daha kapsamlı, daha şiddetli ve dolayısıyla tüm sonuçlarıyla, kendisini bir finans krizi halinde ortaya koyan daha yıkıcı bir kriz patlak verdi. Bu kriz gerçekten de büyük, derin ve küresel bir krizdi. Sadece geri ve yoksul ülkelerde değil, en gelişmiş kapitalist ülkelerde de etkisini gösterdi. O kadar ki, neo liberal saldırı politikaları belki de en eksiksiz ve en şiddetli biçimde bu ülkelerde uygulandı. Dönemi karekterize eden sağ rüzgarlar buralarda esti. ABD’de Regan, İngiltere’de Margret Teacher ve Almanya’da Helmut Kohl iktidar oldu. Sistemin çökmesini ertelemek de ancak bu sayede başarılabildi.

Büyük bir acımasızlıkla uygulanan neo liberal iktisadi ve sosyal yıkım politikalarına ve başvurulan önlemlere rağmen kriz atlatılamadı, hala devam ediyor. Atlatılmak şurda dursun, sürekli yeni sorunlar biriktiriyor. Daha bir derinleşiyor, daha bir yayılıyor. En güçlü ülke ekonomileri dahi bu krizden kaçınamıyor. Çin buna en iyi örnektir. Her sarsıntıda, Çin borsasının sallanması bunun ifadesidir.

Kriz sadece işçi ve emekçileri değil, orta sınıfı da yıkıma uğratıyor. Bugünkü kriz o denli büyük, o denli derin ve o denli kapsamlıdır ki, en zayıfı ve en güçlüsü ile tüm kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçileri etkiliyor. Kapitalist sınıf, sadece en geri ülkelerdekilere değil, kapitalizmin orta derecede geliştiği ülkelerdekilerine de, daha da önemlisi en gelişmiş ülkelerin işçi ve emekçilerine dahi artık taviz veremiyor. Tam tersine, işçi ve emekçilerin yılları bulan dişe diş mücadelelerin sonucunda ve gerçekten de ağır bedeller ödeyerek kazandığı iktisadi ve sosyal hakları, tek tek geri alıyor, gaspediyor.

Kapitalizmin yeniden krize girdiği '70’lerden itibaren hayata geçirilen, işçi ve emekçi kitlelerin tarihi kazanımlarına dönük iktisadi ve sosyal yıkım saldırıları bunun ifadesidir. Bu saldırılar hala tüm acımasızlığı ile her yerde uygulanmaya devam ediliyor. Doğal olarak bu salıdırılar en başta az ve orta gelişmiş ülkelerde ve bu ülkelerdeki işçi ve emekçiler üzerinde etkili oluyor. Ancak, örneğin zengin kıta Avrupa, bu zengin kıtanın en güçlü ekonomisine sahip olan Almanya bundan muaf değil. Burada da aynı saldırılar, hem de tam bir Haçlı Seferi misali hayata geçiriliyor. Dahası Almanya bu konuda en acımasız olanıdır, her zaman başlatıcısı ve başı çekenidir. O çok övünülen, varlığı sayesinde sol çevrelerde dahi kapitalizm ve Alman tekelci devleti hakkında çok derin yanılsamalara neden olan "sosyal devlet"e elveda eden de yine zengin ve güçlü Almanya olmuştur. Son bir yıl içinde en çok grev yapılan ülkenin de Almanya olduğu bir gerçektir.

Gelişmiş kapitalist ülkelerin işçileri, az ve orta düzeyde gelişmiş ülkelerdeki işçilerden, kuşkusuz henüz kendi burjuvazisi onlara belli tavizler veriyorlarken ayrıcalıklı bir konumdaydılar. Ne var ki bugün burjuvazi artık onlara taviz vermiyor ve sözü edilen ayrıcalıklı konumlarını çoktan yitirmiş bulunuyorlar.

Öte yandan, kriz sadece işçi ve emekçileri etkilemiyor. Sadece onları yıkıma uğratmıyor. Yaşam koşulları her geçen gün daha bir kötüleşen sadece onlar değil. Gelinen yerde bu aynı kriz, her geçen gün daha da belirgin biçimde orta sınıfı da etkiliyor. Onun yaşam standartlarını alt üst ediyor, dengesini bozuyor. Önceki ayrıcalıklı konumundan eser bırakmıyor. Belli kesimlerini, esas olarak da alt katmanlarını işçi sınıfına ve emekçilere doğru itiyor. Yaşam koşullarını belli bir hızla onlarınkine benzetiyor. Demek oluyor ki, gelişmiş kapitalist ülkelerin burjuvazisi artık, en önemli dayanağı olan ve diğer şeylerin yanı sıra bir de onun memnuniyeti sayesinde sürdürdüğü ve ayakta tuttuğu iktidarının vazgeçilmezi olan orta sınıfı da memnun etmiyor, edemiyor. Artık ona da taviz vermiyor ya da veremez hale gelmiştir. Şüphesiz ki bu da mevcut krizin ne kadar büyük ve derin olduğunu gösteriyor ve orta sınıfa da belli bir fatura hazırlamış bulunuyor.

Burjuvazi kendi ücretli kölesi haline getirdiği işçiye, hiç değilse yaşamını sürdürmesi için artık bir şey vermiyorsa ya da veremiyorsa, tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Bunun her halükarda politik ve pratik karşılığı olur ve olacaktır. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler bakımından bunun karşılığı, kendi burjuvazisinin iktisadi ve sosyal yıkım politikalarına, bunun dolaysız sonucu olan sömürüye, işsizliğe, düşük ücret politikasına, yoksulluğa, çalışma ve yaşam koşullarının günden güne daha da kötüleşmesine karşı, her defasında daha büyük kitleler halinde ve her defasında daha da sert mücadeleler için sokaklara çıkmak, gösteriler yapmaktır. Grevlere ve kimi ülkelerdeki gibi genel grevlerden genel grevlere koşmaktır. İşçi sınıfının ve emekçi yığınların deyim uygunsa kaybedeceği pek bir şey kalmamıştır. Bu yüzden de sokağa çıkmak, gösteriler düzenlemek, grevlere başvurmak kaçınılmaz olmaktadır. Bu aynı şey; olduğu gibi orta sınıf için de geçerlidir. Nitekim, kapitalist ülkelerin orta direği, sermaye iktidarının bir tür emniyet sübabı bu sınıf da, ayrıcalıklı konumunu yitirdikçe ve yitirdiği için, bu durumdan kaynaklı, her gün daha da büyüyen memnuniyetsizliği ile, artan bir öfke ile sokaklara çıkmaktadır. Orta sınıf olarak o da krizin tetiklediği tepkisini dışa vurmaktadır. Bu, son yıllarda daha da süreklileşmiştir ve daha da yaygın bir hal almaktadır. Kendi burjuvazisinin marifeti ile dengesi bozulan memnuniyetsizliği her geçen gün artan orta sınıfın tepkisi çok çeşitli olmaktadır. Tarihsel örneklerde olduğu gibi, bu sınıf her zaman öfkesini farklı biçimlerde ve birbirine zıt kulvarlarda dışa vurmaktadır. Bugün de böyle olmaktadır. Kimi yerlerde kendisini ırkçı ve yabancı düşmanlığı olarak, neo-Nazi ya da son dönemlerde ortaya çıkan Pegida gibi işçi, emekçi, ama bugünkü öncelikli hedefi göçmen düşmanlığı olan ırkçı-faşist çetelerin sınıfsal dayanağı olarak ifade etmektedir. Kimi zaman da, örneğin Yunanistan ve İspanya’da olduğu gibi ara dönem hareketleri ile, Syriza ve Podemos aracılığıyla kendisini ifade etmektedir. Onların ortaya çıkmasının en önemli zeminlerinden biri olmaktadır. Öfkesi ve ufku ile bu hareket ya da partileri beslemekte ve bu hareketlere rengini vermektedir.

Syriza’nın da Podemos’un da ufkunun orta sınıf ufku olması, programlarının düzeni aşan bir program olmaması, kapitalizme esasta bir itirazlarının bulunmayışları, sistemin en temel kurumlarına yaklaşımlarının bir düzen partisininkiyle aynı olması, özel mülkiyetin kutsallığına dokunmayışı tesadüfi değildir. Tam tersine, bunun kendisi krizin yıkıma uğrattığı orta sınıf tepkisinin mantıki politik ve pratik sonucudur. Dönemin ruhuna uygun bir gelişmedir. Gerçek şudur ki, içinde bulunduğumuz dönem bir ara dönemdir. Çok uzun yıllardır insanlık ve dünyamız bir gericilik dönemini yaşıyor. Bu dönem hala da devam etmektedir. Ancak şu da bir gerçektir ki, bu dönem yavaş yavaş sona yaklaşıyor. Haliyle, Syriza, Podemos ve benzeri hareket ya da partiler de bu ara dönemin mahsulleridirler.

İşçi sınıfının hala siyasal mücadele sahnesinin arka planında olduğu ve bunun dolaysız sonucu olan devrimci bir sınıf hareketinden yoksunluk koşullarında ortaya çıkmışlardır. Demek oluyor ki, geçicidirler. Modern sınıf hareketlerinin ve devrimci partilerin sökün edeceği günler geldiğinde hepsi de, gerçek yerlerine çekileceklerdir. Burjuvazi de bunu bilmektedir ve bunu bildiği için de onlara buna uygun bir misyon biçmektedir.

Burjuvazi, tüm örgütsüzlüğüne ve hareketinin zayıflığına karşın, işçi sınıfını tam olarak kontrol edemiyor. İşçi ve emekçi yığınlar, yıllardır biriken sosyal sınıf tepkilerini şu ya da bu vesileyle, şu ya da bu biçimde eninde sonunda dışa vuruyorlar. Tunus, Mısır, Haziran Direnişi ve daha pek çok örneklerde olduğu gibi, büyük kütleler halinde sahne alıyorlar. Milyonlar halinde, sonuç alıcı olmasa da, esasta sisteme ve onun en temel kurumlarına dönük halk hareketlerine ya da emekçi halk isyanlarına başvuruyorlar. Burjuvazi tam da burada, deneyimini konuşturup, dönemin geçici ya da ara bir dönem olduğundan hareketle, bu büyük belayı Syriza ve Podemos türü düzen içi alternatiflerle bloke etme yoluna başvuruyor. Onların önüne bunları barikat olarak dikiyor. Bu ara dönemi bu partilerle geçiştirmeye çalışıyor. Yeni dönemin sosyal-demokrat partileri olarak Syriza ve Podemoslar bunun için, burjuvazinin kontrol edemediği işçi ve emekçileri aldatmak, oyalamak, hareketini dizginlemek için vardırlar.

Devrimci sınıf hareketi ve devrimci parti yaşamsaldır. Hala ve ne yazık ki, dünyanın bir dizi coğrafyasında devrimci bir sınıf hareketineden ve bunun cisimleşmiş bir ifadesi olarak devrimci sınıf partilerinden yoksunuz. Syriza, Podemos ve tüm benzeri partiler de bu koşullarda öne çıkmış bulunuyor. Gerçek budur. Fakat bir başka gerçek daha var. Dönem bir ara dönemdir ve demek oluyor ki, bu durum geçicidir. Dolayısıyla, Syriza da, Podemos da ve benzeri diğer hareket ya da partiler de geçicidir. Günümüzde koşullar (kriz ve boyutları) öyledir ki, bu partilerin tümü de adeta geçici olmaya mahkumdurlar. Hiç biri uzun ömürlü olamıyor. Kriz politikalarına fazla direnemiyorlar ve kısa denebilecek süre zarfında bu politikalara teslim oluyorlar. Gerçekten de, kısa süre içinde yıpranıyorlar, çekiciliklerini kaybediyorlar. Tek başına Syriza deneyi ve macerası bu konuda hem de fazlasıyla öğreticidir, açıklayıcıdır ve bu iddiamıza yeterli bir kanıttır. Bu aynı macera ve Syriza’nın karşılaştığı akibet, Podemos’u da bekliyor. Zira kriz devam ediyor. Dahası, dünya ölçüsünde daha şiddetli ve daha derin bir kriz beklentisi var. Bu bir yana, şimdiki haliyle bile gitgide yıkıcı sonuçlar yaratıyor. İşçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları her geçen gün daha da kötüleşiyor. Hoşnutsuzluk had safhada ve sürekli öfke birikiyor. Ne zaman, nasıl, hangi vesileyle patlayacağını bilemezsek de, gelecek dönemin, proleter kitle hareketlerinin ve halk isyanlarının çoğalacağı bir dönem olarak yaşanacağı kesindir.

Bu dönem, aynı zamanda devrimci sınıf hareketlerinin ve devrimci sınıf partilerinin oluşup gelişeceği bir dönem olarak yaşanacaktır. Devrimci sınıf hareketi ve devrimci sınıf partisi günümüzde en yakıcı ve en yaşamsal ihtiyaçtır. Sınıf devrimcileri olarak komünistlerin en yakıcı görevi ve sorumluluğu da, bu yaşamsal ihtiyacı gidermek, onu bir gerçekliğe dönüştürmek üzere, süreci hızlandırmaktır.

 
§