9 Ekim 2015
Sayı: KB 2015/38

Devrimci bir sınıf hareketi için ileri!
Sermaye düzeninin Suriye politikası çöktü
Parlamenter hayaller değil, devrimci sınıf mücadelesi!
'Oy avcısı' CHP'den emekçilere sahte vaatler
CHP'nin gençlere vaatleri ve gerçekler
Sermaye sınıfının "adaleti"
Kürt halkına yönelik saldırılar sürüyor
Genetiği kirli ve kanlı devlet!
Direnişçi Kocaer işçileri: Kölelik düzenini bitireceğiz!
Mücadeleci ve demokratik bir Birleşik Metal-İş için birleşelim!
Muhasebesiz, muhalefetsiz, umutsuz!
Birleşik Metal-İş Bursa ve İzmir şubelerinde genel kurul
Kale Kilit’te patronların kavgası!
Devrimci gençlik hareketi - H. Fırat
Birleşik sosyalist devrim!
Alman emperyalizminin “mülteci severliği”
Kutlanan ne?
Emekçiler sokakları boş bırakmıyor
Kahrolsun sömürgecilik!
“Cenazenin gösteriye dönüşmesinden korkuyorlar”
Gözaltı ve tutuklama terörü sürüyor
Tutsak sınıf devrimcilerine süngerli oda işkencesi
ORS deneyimi ve öğrettikleri
Önlemler alınmıyor, işçiler katlediliyor
DLB’lilerin ailelerine polis tacizi
'İsimsizler ülkesine döndük!'
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kahrolsun sömürgecilik!

Kürt ulusuna özgürlük, eşitlik, gönüllü birlik!

 

1930’lu yıllarda oluşturulup herkese dayatılan resmi tarih tezlerine göre Türkiye’de sadece Türk ulusu vardır. Yine bu tarih tezine göre, Türk ulusu sadece Türklerden ibaret olmayıp, misak-ı milli sınırları içinde yaşayan anasır-ı islamiyeden müteşekkil herkesi kapsar. Elbetteki egemen güç Türklerdir. Türkiye’de sadece Türkler devlet kurma hakkına sahiptir. Zira, sadece onlar kendi kendisini yönetmeye muktedirdir. Yine aynı yıllarda piyasaya sürülen ve söz konusu tarih tezi kadar ırkçı-şoven bir başka teori de Güneş Dil teorisi’dir. Bu teoriye göre de, Türkiye’de tek dil vardır. Bu da Türkçe’dir. "Karda yürürken çıkartılan kart-kurt sesinden türetilen bir dilse dil değildir, tastamam bir uydurmadır."

Bu teoriler ve tezlere göre Türkler dışındaki herkes vatandaşlık bağı ile Türk devletine bağlıdır. Hiç kimse başka bir kimlik iddiasında bulunamaz. Başka bir tarihten ve kültürden söz edemez. Özellikle de kendi kendisini yönetme talebinde bulunamaz. Bulunamaz, zira, bu hakka sadece Türkler sahiptir. Bir başka söyleyişle Türkiye’de efendi olma hakkı sadece Türklere aittir. Türklerden başkalarının, Mahmut Esat Bozkurt’un 1930’lu yıllarda veciz biçimde belirttiği gibi, “sadece ve sadece köle olma hakkı” vardır. buna rağmen birileri kendi kendisini yönetme hakkının olduğunu ileri sürer, bunda ısrar eder, hele hele kendi kendisini yönetmek için fiilen harekete geçerse eğer, kıyamet işte o zaman kopar. Dizginsiz bir devlet terörü ile acımasızca ezilir, katledilir, soykırıma tabi tutulur. Köyleri yıkılır, ekinleri yakılır, dağları ovaları bombalanır, suları zehirlenir, saklandıkları mağaralarda Hitler’in gaz odalarında yahudilere yaptığı gibi boğucu gazlarla imha edilir.

Bunlar da yeterli görülmez, yaşlı, kadın, çocuk denmeden kafileler halinde sürgüne mahkum edilir. Tunceli Kanunları türünden sömürge kanunları ile yıllarca mecbur-i iskana tabi tutulur. Köylerine, evlerine geri dönmeleri yasakalanır. Yaşadıkları topraklar bugünkü gibi güvenlik bahanesi ile yasak bölge ilan edilir. Seyit Rıza örneğindeki gibi, yaşı küçültülerek idam sephasına çekilir. Naaşları dahi sahiplerine verilmez. Ağa, bey denmez her fırsatta "Kürt", "Kürtçü", "Bölücü" denilerek hapishanelere tıkılır.

Öyle ve o kadar ki, en doğal ve en meşru bir ulusal hak talebinde bulunan herkes şaki ve eşkiya, ulusal ve demokratik bir yanının olup olmadığına bakılmaksızın her kalkışmaları, cumhuriyete karşı şeriatı geri getirmek amacı taşıyan gerici kalkışmalar olarak nitelenir. Kimi İngiliz, kimi Fransız kışkırtması olarak damgalanır.

Buraya kadar anlatılan Kürdün hikayesidir. Kürdün yaklaşık 600 yıl Osmanlı, bir yüzyıldır da Cumhuriyet yönetimi altında yaşadığı maceradır. Bin yıllık kardeşlik denen şeyin ne menem bir şey olduğunun en kısa ve en yalın özetidir. Eksiği var, fazlası yoktur.

Sömürgeci devlet gerçeği ve kanlı tarihi

Türk sömürgeciliğinin dünyada eşi benzeri yoktur. O kadar ki, Türkiye’de bırakalım temel ulusal hakları, hala Kürtlerin varlığı dahi kabul edilmemektedir. Zaman zaman sözünü ettikleri bin yıllık kardeşliğin ise gerçek yaşamda bir karşılığı yoktur. Bu sözler bir aldatmacadan ve aşağılık bir yalandan başka bir şey değildir.

Son yıllarda Kürt realitesinden, Kürt sorunundan, kültüre ve kimliğe ait kimi haklarından söz edilir oldu. Zorda kaldıkları her dönemde yaptıkları gibi Kürtlerin Cumhuriyetin asli öğeleri olduğu dillendirilmeye başlandı. Fiilen elde edilmiş kimi kazanımlar örnek gösterilerek sorunun çözüm yoluna girdiği ileri sürüldü. Peş peşe açılım ve çözüm adı altında özü ve esası aldatmaca, oyalamaca olan, gerçek hedefi ise imha olan manevralara başvuruldu. Bunların hiç birinin karşılığı bulunmamaktadır. Bunların tümü 84 yılındaki Eruh ve Şemdinli baskınları ile bir gerilla savaşına başalayan ve günümüzde bölge çapında bir harekete dönüşen Kürt hareketinin kabul ettirdiği gerçeklerdir. Hiç birinin kalıcılığı yoktur. Olmadığı da bugün yeniden ve daha büyük bir acımasızlıkla Kürt halkına dayatılan kanlı ve karanlık savaşla bir kez daha açığa çıkmış bulunuyor.

Yeniden klasik inkar ve imha siyasetine geri dönülmüştür. Bir kez daha söylenen şudur; Türkiye’de Kürt diye bir ulus yoktur. Kürdistan diye bir ülke, Kürtçe diye bir dil de yoktur. “Kürt sorunu değil, Kürt kardeşlerimizin sorunları” vardır. Bunlar ise son yıllarda atılan adımlarla önemli ölçüde çözülmüşlerdir. Kaldı ki, Kürtler Türklerle eşit haklara sahiptirler. Örneğin, Kürt kökenli herkes siyaset yapabiliyor, parti kurabiliyor, parlamentoda bulunabiliyor, vali, kaymakam, emniyet müdürü, subay, general, başbakan ve cumhurbaşkanı olabiliyor. Bakan olarak hükümette yer alıyor, devlet yönetimine talip olabiliyor. Gün boyu Kürtçe yayın yapan televizyonları ve yerel sayısız radyoları, Kürtçe çıkartılan çok sayıda gazete ve dergileri de vardır. Evlerde ve sokakta, hatta ve hatta kamusal alanda Kürtçe de konuşuluyor. Üstüne üstlük kendi belediyeleri ve çok sayıda belediye başkanlarına da sahipler. Bir kez daha, bunların olduğu kadarıyla tümü de, Kürt halkının yılları bulan dişe diş mücadelelere mal olan, paha biçilmez fedekarlıklar ve ağır bedellerin sonucu elde edilen fiili kazanımlardır. Hiçbiri sömürgeci sermaye devletince bahşedilmiş değildir. Tam tersine sömürgecilerden zorla koparılıp alınmıştır.

Gerçekse hala tam olarak şöyledir; sömürgeci sermaye devletinin aşağılık yalanlarının tersine, Türkiye’de sadece Türk ulusal kimliği ile siyaset yapılabilir, parti kurulabilir, bu koşulla TBMM’ye girilebilir, hükümette bakan olunur, devlet yönetimine katılınabilir, başbakanlığa ve cumhurbaşkanlığa talip olunabilir. TBMM’de yapılan yemin töreni de bunun için değil midir. Kısacası, Kürt kimliği ile bunların hiç biri mümkün değildir. Bu ancak fiilen olanaklıdır. Son yıllardaki fiili durumlar tam da bunun ifadesidir. Her şey zorla koparılıp elde edilmiştir. Tarih de güncel durum da bunun tanığıdır.

Kürtler, esas olarak da ağa ve beyleri ile geçmişte her daim CHP, ardından DP, sırasıyla AP, DYP, ANAP gibi partilere üye oldular, onlar adına seçimlere girdiler, seçildiler, onlar adına merkezi parlamentoda bulundular, bakan oldular vb. vb. Yani hiç bir dönem kendi iradelerinden söz edilemez.

Kürtler ilk kez yakın dönemde kendi iradesini dayattı ve kabul ettirdi. İlk kez Kürt kimlikli HADEP’i kurdular. Ancak SHP saflarında seçimlere girdiler, 20 milletvekilliği kazandılar. Mecliste HADEP olarak temsil edildiler. Ancak bu fazla sürmedi. Meclisteki yemin töreninde Leyla Zana Kürtçe bir kaç söz edince yaka paça kürsüden indirildiler. Ardından yine sille tokat gözaltına alınıp, dosdoğru cezaevine götürüldüler. Toplam on yıl cezaevinde yatırıldılar.

Bu devlet iki yüzlüdür, tüm bir tarihi bu türden iki yüzlülüklerle doludur. Dolayısıyla tüm bunların şaşılacak bir yanı yoktur. Bu devlet sadece ihtiyaç duyduğunda Kürde el atar, kardeşlikten sözeder. İhtiyaç hasıl olunca kendi ırkçı-şoven kimliğine döner, hışımla Kürdün üzerine yürür.

Örneğin İsmet İnönü’ler Lozan’a giderken Türk ve Kürtleri temsilen orada olcaklarını beyan etmişlerdir. Keza, Kurtuluş savaşı sırasında Kürtlerin yardımına başvurmuşlardır. Karşılığında ise kurtuluştan sonra özerk Kürdistan vaadedilmiştir. Sonrası biliniyor. Verilen sözleri hatırlatıp gereğinin yapılmasını isteyen Şeyh Said ve arkadaşları, Cumhuriyete karşı şeriatı geri getirmekle suçlanıp, Hitlerin özel mahkemelerini aratan ve adı İstiklal Mahkemeleri olan mahkemelerde alel acele idam cezasına çarptılıdılar ve idam edildiler. Bu kanlı icraatın başmimarı da Lozan fatihi İ. İnönü idi. Lozan anlaşması ile Türk devleti onaylandı sadece. Kürtlerin varlığı dahi kabul edilmedi. "Kürtler kendi kendilerini yönetmeye muktedir görülmedi. Kürtler için "vuslat bir başka bahara kaldı" yine.

Şeyh Sait isyanını, Ağrı, Zilan ve Dersim isyanları izledi. Karşılığı yine aynı acımasızlık oldu. Soykırım pratiği tekrarlandı. Dersimliler en doğal ve en masum bir hak olan kendi kendilerini yönetme talebinde bulundular diye, şaki, yani eşkiyalıkla suçlanıp, tarihin tanıklık ettiği en acımasız bir soykırımdan geçirildi. İsyanın lideri Seyit Rıza yaşı hızla küçültülerek alelacele Elazığ Buğday Meydanı'nda ipe çekildi.

Sömürgeci Türk devleti yalancı, iki yüzlü olduğu kadar kalleştir de. Bizatihi Mustafa Kemal, başta Elazığ mebusu Hasan Hayri olmak üzere tüm Kürt mebuslarının kendi milli kıyafetleri ile meclise gelmelerini söyledi. Buna uygun davranmadılar diye onları azarla da. Nedir ki, daha sonra tam da bunu yaptılar diye onları ipe çekti.

Kürtler kendi kendilerini yönetmek istiyorlar

Sömürgeci burjuvazinin tarihsel yalana dayalı inkar ve imha politikası ve bunun ifadesi kanlı icraatları günümüzde de devam ediyor. Kürtlerin varlığı bugün de kabul edilmiyor. En son olarak 7 Haziran seçimlerinde görüldüğü gibi, iradesi yine hiçe sayılıyor. Kürt halkının her bağımsız irade beyanına dizginlerinden boşalamış bir devlet terörü ile karşılık veriyor. Fakat boşuna! Artık yolun sonuna gelinmiştir.

Kürt sorunu gitgide bir büyük ağırlığa dönüşmüştür. Sorun tek tek ülkelerin iç sorunu olmaktan çıkıp bölge sorunu haline gelmiştir. Sorun gitgide ön plana çıkmakta ve yakıcı biçimde çözümünü dayatmaktadır. Bu arada Kürt halkı sürekli yeni kazanımlar elde etmekte, Kürt hareketi de olayların akışında her geçen gün daha etkin bir konum kazanmakatadır. Daha da önemlisi Kürtler gelinen yerde, niteliğinden ve gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden bağımsız olarak kendi kendisini yönetmek istemektedir. En somut haliyle Rojava ve son olarak da Kuzey Kürdistan’da peş peşe ilan edilen özyönetim ya da demokratik özerklik girişimleri bunun ifadesidir.

Bilindiği üzere Rojava gelişmesi sömürgeci Türk burjuvazisini adeta çılgına çevirmiştir. En başından itibaren Kürt halkının bağımsız bir irade beyanını, aynı anlama gelmek üzere kendi kendisini yönetme isteğini bir savaş gerekçesi olarak nitelemiş, ona karşı büyük bir tahammülsüzlük tutumu içinde olmuştur. O kadar ki, IŞİD adlı çeteleri Kobanê halkınının başına bela ederek, Rojava özerk yönetimini yıkma girişiminde bile bulunmuştur. Ne var ki, beklediği olmamıştır. Kobanê halkı IŞİD çetelerine büyük bir yenilgi yaşatarak, Türk sermaye devletini büyük bir hüsrana uğramıştır.

Kürt hareketi son yıllarda Kuzey Kürdistan’da da bu yönlü önemli mesafeler almıştır. Şöyle ki, çatışmasızlık durumundan da yararlanarak Kürdistan’ın pek çok yerinde denetimi eline geçirmiştir. Yerel yönetimlerin, yani belediyelerin yanısıra, pek çok yerleşim biriminde inşa edilen halk meclisleri, ha keza halk milisleri biçiminde atılan özsavunma organları adımı ile adeta özyönetim hazırlıkları yapmıştır. Deyim yerindeyse, oluşturulan bu alt yapı sayesinde Kürdistan’ın istisna bir kaç yerleşim birimi dışında, kendi kendisini yönetir hale gelmiştir. Şüphesiz sermaye devleti de bunun farkına varmış, sonuçlarını ise IŞİD’in Kobanê işgalini protesto amaçlı gerçekleştirilen 6-8 Ekim kalkışmaları ile görmüştür.

6-8 Ekim, sömürgeci devlet için bir milat olmuştur adeta. Bu tarihte gizlenemez bir korkuya kapılmış ve hızla karşı önlem almaya başlamıştır. Başta şimdiki Cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan olmak üzere dinci-gerici AKP iktidarının içişleri bakanı ve genel kurmayı devletin alanda hakimiyetini kaybettiğini ileri sürerek hızla özel güvenlik yasaları hazırlamış ve aynı hızla parlamentodan geçirmişlerdir. Dönem bir seçim öncesi dönemdir ama dümeninde AKP’nin bulunduğu sömürgeci devlet kendi karanlık ofislerinde sivri ucu Kürt halkına dönük yeni, kanlı ve karanlık bir savaşın hazırlığına girişmekten sakınmamıştır. Hiç vakit geçirmeden kanlı senaryolar eşliğinde bu yönlü icraatlara başlamıştır. Bunun için hiç bir irade tanımamış, hepsini de yok hükmünde saymıştır. 7 Haziran’ın hemen akabinde de savaş baltalarını çıkarmış, içerde ve dışarda kanlı ve karanlık topyekün bir savaş başlatmıştır.

Bu savaş elbette sadece Kürtlere dönük bir savaş değildir. Sadece Kürdistan’la sınırlı olarak da cereyan etmemektedir. Ancak, esas olarak Kürtlere dönük kanlı bir savaş olarak gerçekleştirildiği, asıl olarak Kürdistan üzerinde yoğunlaşıldığı da tartışmasız bir gerçektir. Savaşın esas nedeni ise, bir kez daha, Kürt halkının gelinen yerde belli belirsiz ortaya koyduğu kendi kendisini yönetme isteği, bu yönde ortaya koyduğu irade beyanıdır. '90’lı yılları da aşan bir acımasızlığın en çok yoğunlaştığı alanların bizatihi Özyönetim ilanının yapıldığı alanlar olması da bunun ifadesidir.

Özgür olmak, kardeş halklarla eşit koşullarda yaşamak, aynı anlama gelmek üzere, ayrı bir devlet kurmak da dahil, kendi geleceğini istediği biçimde tayin etmek hakkı Kürt halkının en doğal ve en meşru hakkıdır. Hiç kimse onun bu hakkını inkar etme hakkına sahip değildir. Bu hak şu ya da bu yönde sınırlandırılamaz, saptırılamaz ve engellenemez. Tam da bu nedenledir ki, halihazırdaki niteliğinden, kalıcı olup olmamasından ve gelecekteki seyrinden bağımsız olarak, ulusaların kendi kaderini tayin etme hakkının bir tür gerçekleşme biçimi olarak, Kürt halkının ilan ettiği özyönetim ya da demokratik özerklik tümüyle haklı ve tümüyle meşrudur. Kürt halkı gelinen yerde yıllardır mahkum edildiği zora dayalı birlik, yani sömürgeci kölelik yerine, kendi özgür iradesini tercih etmiş, kendi kendisini yönetmeyi kararlaştırmıştır.

Kürt sorunu devrimimizin en temel dayanaklarından biridir. Devrimimizin kaderi diğer şeylerin yanısıra, Kürtlerin temel ulusal hakları konusunda samimi ve candan çabalara bağlıdır. Gönüllü birliğin yolu da ha keza bu konuda yaratılcak güvene bağlıdır. Sömürgeci burjuvazinin kanlı tarihi ile yarattığı güvensizliği kırmanın yolu da bu çabalardan geçmektedir.

O halde, kahrolsun sömürgecilik, özgürlük, eşitlik, gönüllü birlik!

 
§