14 Kasım 2014
Sayı: KB 2014/45

Devrimci Gençlik Birliği 30 Kasım’da kuruluyor
Polise sınırsız yetki!
Düzen partileri Alevi oylarının peşinde
Sefalet ücreti dayatmasına karşı birleşik mücadele!
2015 hedefi: Daha fazla sömürü ve kölelik
Ermenek’te AKP-patronlar göçük altında
Yırca’da yürütme durdu, direniş sürüyor!
9 ayda 5 milyar lira ciro! Nasıl mı?
Sömürünün yolu Ülker’den geçer
GOP’ta örgütlenme tartışıldı
Metal TİS’lerinde 'uyuşmazlık'
GÜRMAK’ta kıyım ve eylem
Mersin Belediyesi işçi ve emekçi düşmanı
Sermaye işçi kanıyla besleniyor
Kürt sorunu, “çözüm süreci” ve devrimci çözüm
Kobanê direnişi 2. ayında
Şimdi bir savaş var ya yüzyıllardır... - G. Umut
Emekçi kadınlar 25 Kasım’a hazırlanıyor!
Kadına yönelik şiddetin son bir yılı
“Demokrasi tehdidi“ ve bitmeyen anti-komünist histeri - A. Eren
Kudüs’te intifada rüzgarı
Meksika’da öfke dinmiyor
Gençlik hareketine müdahale olanakları
DGB genel kurula hazırlanıyor
Savaşımız aynı...
Sverdlov’dan Habipler'e, Habipler'den Alaattin’e!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

“Demokrasi tehdidi“ ve
bitmeyen anti-komünist histeri

A. Eren

 

Almanya’nın Thüring Eyaleti’nde, büyük olasılıkla Berlin Duvarı’nın yıkılışından 25 yıl sonra Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Yeşiller Partisi’nin desteği ile Sol Parti adayı Bodo Ramelow başbakan seçilecek. Sol Parti adayının eyalet başbakanı seçilmesi ve bunun eski Doğu Almanya’da gerçekleşmesi karşısında, geçmişte sosyalizme karşı mücadeleyi meslek edinmiş bir papaz olan şimdiki Devlet Başkanı Joachim Gauk; Sol Parti’nin hala “komünist totaliter” geçmişi ile hesaplaşmadığı, demokrasiyi içselleştirmediği argümanıyla Ramelow’un eyalet başbakanı seçilmesine karşı çıkarak tartışmalara yol açtı. Öyle ki, Sol Parti adayı Ramelow başbakan seçilmek için yürüttüğü seçim propagandası çerçevesinde Doğu Almanya’nın “hukuk dışı bir devlet” olduğu söylemini -ki bu anti-komünist bir söylem olarak bilinir- sıkça kullanmasının yanında, bu söylemi yeni eyalet hükümetinin görüşmelerinde de açıkça dile getirdi. Başbakan adayı Ramelow, parti içindeki tepkileri de bir kenara iterek, yeni dönemde Sol Parti’nin kurulacak hükümetlerde yer almaya her koşulda hazır olduğunu pratikte göstermiş oldu.

Fakat eski sol kavramları dahi kullanmaktan kaçınmak, sermaye çevrelerinin geçmişe yönelik yoğun ideolojik bombardımanı karşısında boyun eğmek ve biat etmek dahi bazı çevreleri tatmin etmiyor.

Doğu Almanya’nın, “kapitalist topluma alternatif sosyalist bir toplum inşasına girişiminin tarihsel bir hata, meşruiyeti olmayan bir arayış olduğu”nun her defasında vurgulanması gerekiyor ki, “çoğulcu demokrasiyi” içselleştirdikleri inandırıcı olsun. Yani milyonlarca insanın Hitler faşizmine karşı büyük bedeller ödeyerek Marx ve Engels’in ülkesinde, sömürüsüz, sınıfsız bir sosyalist toplumsal düzen yaratma çabası Alman tekelci burjuvazisi tarafından hiçbir koşulda affedilmiyor.

Geçtiğimiz hafta Berlin Duvarı’nın yıkılışının yirmi beşinci yılı dolayısıyla Federal Almanya Parlamentosu’nda yapılan kutlama törenine meclis başkanının özel davetlisi olarak çağrılan müzisyen Wolf Biermann (DDR’den kaçısından bu yana Batı Almanya’nın gerici kesimlerinin yıllarca sosyalizme karşı saldırılarında en çok kullanılan popüler anti-komünist bir zat), Sol Parti fraksiyonun oturduğu sıraları parmakla göstererek “canavar yuvası” ve “maziden kalan artık” gibi terimlerle beklenmedik bir saldırıda bulundu. Bu çıkış burjuva parlamenterist davranış normlarını dahi zorlamış olacak ki, birçok parti temsilcisi “bu laflar söylenmeseydi daha iyi olacaktı” türünden açıklamalarda bulundular. Parlamentodaki kutlama sosyalizmle, tarihle bir hesaplaşmaya dönüştü. Açıkça belirtmek gerekiyor; burada sorun Doğu Almanya’da yaratılmaya çalışılan “sosyalizmin” savunulması, Berlin Duvarı’nın kabul edilmesi ya da hoş görülmesi değil, öne çıkan esas tartışma, kapitalist toplumsal yapıya alternatif bir düzen yaratma girişimi ve bunun hala taraftar bulması. Tekelci burjuvazi yüzyıl da geçse bunu kabullenemiyor. Bu açıdan Karl Marx’ın “başta çobanlarımız olmak üzere biz (Almanlar) uygar toplumların devrim merasimlerinde sadece bir kez yer aldık, o da mezara taşınırken” sözleri hala çok güncel.

Almanya’nın yayılmacı politikalarını ve dışa yönelik “sorumluluk üstlenme” gerekçesiyle militarist müdahalelere katılımını devlet başkanı seçildikten bu yana aktif bir şekilde sürdüren ve Almanya kamuoyunu “papazvari söylemlerle” ikna etmeye çalışan Gauk, bu çabasını sürekli anti-komünizm histerisiyle sürdürmekte.

Özellikle “Soğuk Savaş” stratejisinin ideolojik ve politik kavramlarının yoğun bir şekilde kullanılması, “demokrasi”, “özgürlük”, “hukuk”, “insan hakları” vb. kavramların içi boşaltılarak karşı tehdit olarak kullanılması dikkat çekmektedir.

Demir Perde”ye savaş ilanı

Devrimci işçi hareketine karşı burjuvazi, Marx ve Engels zamanından bu yana çift yönlü stratejik yol izlemektedir. Birinci yol, her türlü araç ve yöntemin kullanılmasıyla devrimci işçi hareketini fiziksel olarak tasfiye etmek. İkinci yol ise devrimci harekette iç ayrışma, yumuşama, rüşvet, şantaj, ajanları sızdırarak egemen sistemin sınırları içine hapsetmek. Bu iki stratejik yol ile birlikte dünya burjuvazisi Sovyetler Birliği’nin varlığından itibaren sistemli bir savaş sürdürdü. Bu ikili stratejide hangi yolun öne çıkacağında koşullar belirleyici oldu. Sovyetler Birliği doğrudan emperyalist müdahaleyle yenilmeyince (1918-1920 yılları), genç Sovyetler Birliği, diplomatik olarak tanınmasının ardından ekonomik sabotaj, iç muhaliflerin desteklenmesi ile içten çökertilmeye çalışıldı. Bu strateji de iflas edince Sovyetler Birliği, Nazi terörüyle boğulmak istendi. Devrimci işçi hareketinin ideolojik ve politik olarak tasfiye edilmesinde ikinci yöntemin kullanılması etkili oldu. Devrimci işçi hareketi doğrudan savaşta hiçbir dönemde yenilmemiştir.

1945’ten 1947 yılına kadar ABD-İngiliz emperyalistleri Hitler faşizmine karşı büyük bir zafer kazanmış olan Sovyetler Birliği’nin özellikle Avrupa halkları nezdinde yarattığı sempati ve dayanışma gerçekliğini de gözeterek yeni bir stratejiyle harekete geçtiler.

ABD ve NATO, savaş sonrası oluşan sosyalist bloka karşı yürüttüğü “soğuk savaş” stratejisi çerçevesinde, dünya komünist hareketini ideolojik olarak uyuşturmak ve etki altına almak amacıyla kapsamlı, sistematik ve çok yönlü bir çalışma başlattı. Daha önce Stalin’e “My friend Joe” diye hitap eden İngiltere Devlet Başkanı Winston Churchill, 5 Mart 1946 yılında yaptığı meşhur “Fulton Konuşması”nda “Demir Perde”nin, yani Sovyetler Birliği`nin yıkılması çağrısında bulundu. Bu savaş çağrısı sadece Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri ile sınırlı olmayacak, diğer ülkelerdeki komünist işçi partileri de, Sovyetler Birliği’nin “Hıristiyan uygarlığını tehdit eden beşinci kolu” nitelendirilmesiyle hedefe konuldu.

Mart 1947’de, dönemin ABD başkanının adıyla anılan “Truman Doktrini” gibi kapsamlı bir politik, askeri, ideolojik hareketle, sadece dönemin komünist partisi değil, ABD’nin çıkarları önünde engel olarak görülen her türlü demokratik hareket dahi “komünist tehlike” oluşturduğu argümanıyla saldırı hedefi yapıldı. “Komünist tehlikeye“ karşı en somut müdahale Mart 1947’de, Hitler faşizmine karşı büyük zafer kazanmış olan Yunanistan Demokratik Ordusu’na yapıldı. Truman, “Yunanistan'ın devlet varlığı bugün binleri bulan silahlı komünist terör aktiviteleri tarafından tehlike altında bulunmaktadır. Yunanistan, kendi ayakları üzerinde duran bir demokrasisi olacaksa desteklenmelidir” ifadelerini kullandı.

İngiliz emperyalistlerinin Yunanistan’da karşı-devrim güçlerini yönetimde tutma çabası sonuçsuz kalınca ABD, Avrupa uygarlığının tehlikede olduğu gerekçesiyle “demokrasiyi yeniden inşa etmek” adına fiili müdahalede bulundu.

Dahası 14 Eylül 1949'da ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin bir direktifi doğrultusunda, komünist partiler içinde “ayrı görüş taşıyan muhaliflerin” oluşumunun güçlendirilmesi ve Doğu Bloku ülkelerinin “demokratik sosyalizm” ve komünist partilerin ise sol sosyal demokratizme evriminin sağlanması, somut bir görev olarak formüle edildi.

Komünist reform hareketini” Sovyetler Birliği’ne karşı oluşturmak için, özellikle emperyalizme karşı mücadele içinde yetişmiş kadrolar “stalinist” tanımlamasıyla izole edildi ve birçok partide ayrışmalara hız verildi. “Totalitarizm” yerine böylece “demokratik, özgürlükçü” siyasal yapılar oluşmalıydı. “Bu sürecin sonunda komünist partiler içinde ‘reformcu’, ‘demokratik sosyalist’ eğilimlerin etkili duruma gelmesi büyük bir başarı olacaktır” (Direktif No. 31) denmektedir.

Anti-komünizm kampanyası ve reformizmin güçlendirilmesi ile eski partilerin politik kimliklerinden sıyrılarak “serbest pazar ekonominin” savunucuları konumuna gelme çalışmaları paralel sürdürüldü. İşçi hareketi ve sendikal yapılar içinde yer alan “eski sosyalistler” bu yeni “demokratik sosyalizmin” sözcüleri oldular. Devrimci işçi hareketini egemen sisteme bağlamak için emperyalist güçler aktif olarak müdahalelerde bulundu. Örneğin Hitler faşizmine karşı yurtdışında mücadele etmiş komünist kadroların Almanya’ya gelişleri İngilizler tarafından engellenirken, reformist ideoloji ve oportünizmi etkili kılmak için, Max Brauer gibi tanınmış sarı sendikacılar ABD’den özel uçaklarla sendikal hareketi yeniden inşa etmek üzere getirilmiştir.

Berlin Duvarı’nın yıkılması
anti-komünist söylemi sonlandırmadı

Belli ölçülerde söylem düzeyinde dahi politik programlarında devrimi ve kapitalizmin aşılmasını belirten sol sosyal demokrat partiler, bu “anti-komünizm histerisiyle” yüzyüze kaldılar. Doğu Bloku’nun dağılması ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından ilan edilen “tarihin sonu”, liberal demokratik uygarlığın zafer ilanı özellikle Almanya’da bu “soğuk savaş” ideolojik saldırısını sonlandırmadı.

Avrupa genelinde “zeytin dalı”, “mozaik sol partiler” parlamentarist sistem içinde kalarak politika yapmaya zorlandılar, ikna edildiler. Parlamenterist sol güçlendiği ölçüde, yönetimlerde yer aldığı oranda, parlamento dışı işçi ve emekçi mücadelesiyle bağlar koparılarak, bu partiler eski sosyal demokrat partilerinin sol fraksiyon rollerini üstlendiler. Almanya Sol Partisi bu sürecin sadece en canlı örneği. Fraksiyon başkanı Gysi, Wolf Biermann’ın saldırısını teşhir edeceğine “Evet, DDR bir diktatörlüktü” diyecektir. Bununla da yetinmeyerek “DDR adına özür diliyoruz” diyecek düzeyde bu anti-komünist histerinin pervasızlığına boyun eğmişlerdir.

Sol Parti, bugüne kadar birçok eyalet meclisinde önemli bir güç elde ederek ve bazı eyalet hükümetlerinde “yönetim sorumluluğu” alarak egemen kapitalist sistemle, izlenilen ekonomik, sosyal programlarla fazla sorunlarının olmadığını pratikte ispatlamıştır. Büyük sermaye gruplarının bazı sözcüleri, Gauk’un “histerisine” karşın, sol parti üyesinin başkan olmasında bir sorun görmediklerini belirterek, “esas olan pazar mekanizmasının işlemedir” tarzında demeçler vermişlerdir. Zira Sol Parti bütün kadrolarını, hükümet yönetimlerinde yer alma konusundan uzun dönemden bu yana ikna etmiş bulunmakta. Bazı cılız itirazlara karşın parlamenterist sistemin içinde entegre oldukları ortaya çıkan gerçek.

Fedaral Almanya Devlet Başkanı Gauk ve medyanın başlattığı tartışmaların arkasında, Berlin Duvarı’nın yıkılışının kutlamaları, sosyalizme karşı bir ideolojik saldırı fırsatına dönüştürmüştür. “Kapitalist sistemin dışında başka bir toplumsal alternatifin tarihsel olarak mümkün olmadığı” propagandası medya yoluyla emekçi sınıflara enjekte edilmiştir. Bodo Ramelow gibi Sol Parti yöneticisi politikacılar egemen sermaye gruplarının belirledikleri “oyun kurallarına” boyun eğmeye hazır olduklarını, geçmişlerinden özür dileyerek göstermeye çalışmışlardır.

 

 

 

 

 

Alman makinist grevi üzerine...

 

Alman Çalışma Bakanı Andrea Nahles grev hakkını sınırlamaya hazırlanıyordu. Alman Makinistler Sendikası (GDL) bu saldırıyı, demiryolları patronlarını ve hükümeti oldukça rahatsız eden toplam 4 gün süren bir grevle karşıladı.

Makinistler sendikasının üye sayısı çok azdı. Nedir ki, grev son derece etkili oldu. Bu dört gün boyunca ne kısa ne uzun mesafeli yolcu trenleri ne de yük trenleri sefere çıktı. Almanya’da günlük hayat adeta felç oldu. Tren seferlerinin yapılmamasından dolayı haftalık futbol maçlarına katılım dahi önemli oranda azaldı. Bu durum genellikle günlük ulaşımı trenlere endeksli Alman halkının alışkın olduğu bir durum değildi. Haliyle çok hazırlıksız yakalanıldı.

Greve tam denebilecek düzeyde bir katılım oldu. Alman Makinistler Sendika Genel Başkanı Claus Weselky’nin kararlı tutumunun da bunda etkisi vardı. Deuche Bahn (DB) patronları, hükümet sözcüleri ve Alman kirli basının tüm çabalarına karşın, makinistler birlikteliklerini grevin sonuna dek sürdürdüler.

Sermaye patronları ve kirli basın her zamanki gibi Almanya’da günlük yaşamın felç olmasından GDL'yi sorumlu tuttular. Grevin zamansızlığından, ileri sürülen taleplerin karşılanmaktan uzak oluşundan dem vurdular. Bununla da yetinmediler, her türlü tehdide, şantaja ve dahası da kendisine teklif edilen rüşvete rağmen uzlaşmaya yanaşmayıp, grev konusunda kararlı davranan sendika genel başkanını hedef tahtasına oturttular. Resmini yayınlayarak, ‘’Bu adamı durdurun!’’ diye kamuoyunun önüne attılar. Deyim uygunsa tam bir linç kampanyası başlattılar.

Her türlü yalana ve aşağılık yol ve yönteme başvurarak Alman halkı ile makinistleri karşı karşıya getirmeyi ve grevin saflarında gedikler açmayı amaçlayan bu çabalar hedefine ulaşmadı. Grev, kapitalist sınıfın, hükümetin ve kirli basının nefretini ve düşmanlığını kazanırken, günlük yaşamı altüst olan emekçiler içinde aleyhte tepkilere yol açmadı. Her şeye rağmen haklı bulundu, anlayışla karşılandı. Bu arada emek düşmanı cephenin grevin iptali için yaptığı iptal başvurusu da mahkemece reddedildi.

Gerçekte hedef tahtasına oturtulan grev hakkıydı

DB patronlarıyla TİS görüşmeleri her defasında sonuçsuz kaldı. Oysa ki, makinistlerin ileri sürdükleri talepler, ücretlerde %5 oranında bir zam yapılması, çalışma sürelerinin (2 saat) düşürülmesi ve mesailerin azaltılması, bu temelde yapılacak anlaşmanın sadece makinistler için değil, bilet kontrolcüleri de dahil, tüm personel için geçerli olması gibi son derece makul taleplerdi. Buna rağmen uzlaşma olmayınca greve başvuruldu.

Greve başvurmak işçilerin hakkıydı ve onlar da bu haklarını kullandılar. Ne var ki, grevin ilan edildiği sektör kilit bir sektördü ve hayatı durdurmada özel bir yere sahipti. Tam da bu nedenledir ki çok etkili oldu. 4 gün sürmesine karşın adeta bir genel grev etkisi yarattı. Türlü tehdit ve şantaja, zorbalıklara, başkanlarına sunulan aşağılık rüşvete karşın ortaya konan kararlılık ve birliktelik grevi ayrıca etkili hale getirdi.

Bir kez daha, grev sermaye sınıfına karşı mücadelede işçilerin en etkili silahıdır. Üretimden gelen güçlerinin kullanılmasının en tam ve en etkili ifadesi olan grev silahı doğru ve yerinde kullanıldığında ne denli etkili olduğu makinistler grevi sırasında daha bir anlaşılır hale geldi. Bu silahın, demiryolları gibi stratejik bir sektörde apayrı bir etki yarattığı ve yaratacağı ise tartışmasızdır. Gerçek şu ki, DB patronları, hükümet ve basın için, GDL'nin ileri sürdüğü talepler sadece bahaneydi. Asıl hedefleri grev hakkıydı. Onlar tam bir koro halinde, günlerce bu hakka saldırdılar.

Alman makinistler grevi 10 Kasım akşamı itibariyle sona erdi. Ancak, makinistlerle DB patronları arasındaki mücadele sertleşerek devam ediyor. Sermaye sınıfı ve işbaşındaki hükümetin sınıfın kazanımlarına dönük saldırıları kapsamında, grev hakkına dönük sınırlama çabaları, önümüzdeki dönemde daha bir yoğunlaşacak.

Sonuç yerine

Alman makinistler grevinde sadece DB patronlarıyla karşı karşıya gelinmedi. Alman Sendikalar Birliği Başkanı Reiner Hoffmann açıktan greve karşı çıktı. Makinistlerin dışındaki DB personelinin üyesi olduğu sosyal-demokrat çizgideki EVG Sendikası da grev karşısında bir başka utanç verici bir tutum aldı. Bu, DB personelini hiç şaşırtmadı. Zira bu sendikanın eski başkanı görevinden ayrılır ayrılmaz DB da personel müdürü yapılmıştı.

Alman makinistler grevi, diğer pekçok şeyin yanı sıra, bir kez daha, her yerde sınıf sendikacılığının ne denli yakıcı bir ihtiyaç olduğunu hatırlatıyor.

 
§