18 Aralık 2009
Sayı: SİKB 2009/48

  Kızıl Bayrak'tan
   Faşist ablukayı yarmak için!…
  Kürt halkıyla eylemli
dayanışmayı yükseltelim!...
DTP’nin kapatılması ve düzen
güçlerinin timsah gözyaşları
Yeni bir sosyal demokrat
parti arayışı
Ölümlerin gerçek sorumlusu
aynı karanlık odaktır!
  İşçi ölümlerinin hesabını sormak için örgütlü mücadeleyi yükseltelim!
  İş cinayetlerinin sorumlusu barbarlık düzeninden hesap soralım!
  TEKEL işçilerinin Ankara nöbeti sürüyor!.
  Entes direniş güncesi
  Bursa’da “İşten atmalar yasaklansın!
İşsize iş!” forumu
  İşçi ve emekçi hareketinden
  Bir yargısız infaz dosyası daha: Alaattin Karadağ cinayeti
  Karadağ cinayeti dosyası açıklandı...
  Yeraltı nehirlerimizin
asi damarı Alaattin Karadağ’a!
  Erdal Eren eylem ve
etkinliklerle anıldı
  İzmir Devrimci Liseliler Birliği’ne
gözaltı terörü!
  Metal işçileri kurultay kürsüsünde
birliğini ve mücadelesini tartıştı...
  Dünyadan..
  Kopenhag’daki iklim zirvesi emperyalistlerin kirli yüzünü gizlemeye yetmiyor...
  Hillary Clinton Latin Amerika
ülkelerini tehdit etti!
  DTP’nin kapatılmasının
hatırlattıkları -M. Can Yüce
  Yaşasın 19 Aralık direnişimiz!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bir yargısız infaz dosyası daha: Alaatin Karadağ

Polis terörüne ve cinayetlerine son!

Alaattin Karadağ 19 Kasım 2009 akşamı saat 21.00-21.30 sularında polisin “dur ihtarı”na uymadığı gerekçesi ile vurularak katledildi. Yargısız bir infaz olduğu şüphe götürmez bu cinayetle ile ilgili yanıt bekleyen onlarca soru orta yerde duruyor. Ancak bugün için Karadağ infazının teknik ayrıntıları kadar önem taşıyan nokta, bu infazla birlikte bir kez daha gün yüzüne çıkmış olan ve sonuçları tüm toplumu etkileyen gerçeklerdir. Alaattin Karadağ’ın infazı açıktır ki, münferit bir olay değil bütünlüklü bir saldırı politikasının sonucudur. Dolayısıyla Karadağ’ın infazı, son yıllarda karşımıza çıkan polis cinayeti bilançosu ile birlikte değerlendirilmek durumundadır. Ama bunun yanısıra Karadağ’ın infazı ile ilişkili ortaya çıkan ve çıkacak olan her gelişme ve belge, bu infazın aydınlatılması için olduğu kadar, polis cinayetlerinin ve yargısız infazların mahkum edilmesi açısından da önem taşımaktadır. Diğer bir deyişle, bu yargısız infaz karşısında yürütülecek mücadele ve alınacak tutum, sadece Alaattin Karadağ’a değil, bugüne kadar polis tarafından katledilmiş olan herkese sahip çıkmak ve yeni ölümlere set çekmek anlamına gelecektir.

Bu nedenle, önümüzdeki günlerde Alaattin Karadağ’ın infazı ile ilişkili belge ve bilgileri, hukuki süreç de dahil olmak üzere bütün gelişmeleri kamuoyu ile paylaşacağız. Bugün bunu yapamamamızın nedeni, bürokratik nedenlerle otopsi raporu gibi kimi belgelerin henüz hazırlanmamış, tanık beyanlarının alınması gibi kimi işlemlerin henüz gerçekleştirilmemiş olmasıdır. Belge ve işlemler tamamlanır tamamlanmaz bunları da kamuoyuna sunacağız.

Bir yandan Alaattin Karadağ’ın yargısız infazıyla katil yüzü bir kez daha açığa çıkan kurumları teşhir etmeyi; diğer yandan ise, Karadağ ile bugüne kadar polis eliyle katledilmiş insanlarımıza sahip çıkmayı ve kolluk güçlerinin bu keyfi katliamlarına set çekecek bir mücadeleyi birleşik bir tarzda yürütebilmeyi hedeflemekteyiz.

 

 

 

 

Alaattin Karadağ polis tarafından
infaz edilmiştir!

19 Kasım 2009 akşamı saat 22.00 sularında haber ajansları, Esenyurt Saadetdere mevkiinde polisle şüpheli iki şahıs arasında çatışma yaşandığını, bir polis ile bir minibüs şoförü yaralanırken, şüphelilerden birinin “ölü ele geçirildiğini” yazdılar. Fazla dikkat çekmeyen bu haberi İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün açıklaması izledi. İstanbul Emniyet Müdürü Çapkın olay yerinde yaptığı açıklamada şu hususlara değindi:

- Şahıslar dur ihtarına silahla karşılık vermiştir.

- Polis bu nedenle silah kullanmak zorunda kalmış, şüpheli “maalesef” ölü ele geçirilebilmiştir.

- Şüphelinin üzerinden sahte kimlik çıkmıştır.

- Şüpheli eskiden ölüm orucu eylemine katılmış ve cezası Cumhurbaşkanı tarafından ertelenmiş bir hükümlüdür.

Tek başına bu açıklama, “Esenyurt’ta gerçekte ne yaşandı?” sorusunu akıllara getirmeye yetmiştir. Zira Çapkın’ın ince ince düşünülmüş açıklamasında yıllardır tekrarlanan argümanlar bir aradadır. Alaattin Karadağ’ın infazının üstünün örtülmesi çabası, olayın basına yansıdığı ilk dakikalarda harcanmaya başlanmıştır.

Çapkın açıklamasında gerçekte şunu söylemeye çalışmıştır: Polis bir kişiyi vurdu. Ancak bu kişi zaten teröristti (sahte kimlik-ölüm orucu eylemi anıştırması-hükümlülük vurgusu). Dur ihtarına uymamış (topluma yöneltilen bir tehdit) ve polise karşı silah kullanmıştı (yani katli vacipti). Sonuç olarak üzerinde durmayı gerektiren çok bir şey yoktu.

Akabinde sol basın ve siteler, olaya tanık olan şahısların beyanlarına dayanarak hazırladıkları haberlerle Karadağ’ın açık bir infazla karşı karşıya kaldığını kamuoyuna duyurdular. Hala teknik kimi ayrıntılar belirsiz olsa da; Karadağ polis tarafından, hiç de Çapkın’ın iddia ettiği gibi zorunluluktan değil kasten infaz edilmiştir. Zaten burjuva basın tarafından kullanılan “ölü ele geçirme” ifadesi yeterince açıklayıcıdır. Zira düzenin kurumlarınca teknik bir kavram gibi kullanılan “ölü ele geçirme” ifadesi, gerçekte “yargısız infaz”ın bir diğer adıdır. Devlet özellikle “ele geçirme” tabirini kullanarak, katlettiği kişinin ölümünü önemsizleştirmeye ve meşru kılmaya çalışmaktadır.

Olay yerindeki hemen tüm görgü tanıkları, Karadağ’ın yerde can çekişir halde bekletildiğini ve hastaneye kaldırılmadığını ifade etmişlerdir. Dahası Karadağ yerde yatarken, olay yerine Ford Transit marka beyaz bir araba ile gelen, sivil giyimli uzun boylu bir şahsın Karadağ’a ateş ettiğine ilişkin olarak en az 4 kişi tanıklık etmektedir.

Bütün bu beyanlardan ortaya çıkan şudur: Karadağ, “dur ihtarı”na uymadığı gerekçesi ile “Yunus” olarak adlandırılan motorize polis ekiplerince takip edilmiş, bacağından ve kasığından yaralanmıştır. Bunun üzerine yere düşüp kendinden geçtiği bir sırada sivil giyimli bir başka polis gelerek Karadağ’a tekrar kurşun sıkmıştır. Böylece Karadağ sol koltuk altından girip göğsünü delip geçerek sağ koltuk altından çıkan kurşunla asıl ölümcül yarasını almıştır.

Özcesi Alaattin Karadağ, TKİP afişlemesi faaliyeti esnasında kendisini ve bir başka yoldaşını hedef alan silahlı polis saldırısı üzerine polisle girdiği çatışmanın ardından yaralı olarak ele geçmiş, hemen sonrasında ise olay yerine gelen polis kimlikli bir profesyonel katil tarafından infaz edilmiştir.

 

 

 

 

Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu'nda yapılan değişiklik yargısız infazlara çıkartılan davetiyedir!

Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu (PVSK) 13 Haziran 2007'de eski Cumhurbaşkanı Sezer'in onayından geçerek yürürlüğe girmiştir. Yetkisizken dahi yargı mekanizmasını arkasına almış olmanın güveni ile keyfiyette sınır tanımayan polis teşkilatı için bu yasa, yürürlüğe girdiğinden bu yana, onlarca insanın katledilmesinin, yüzlercesinin yaralanmasının, binlercesinin ise hakaret, taciz ve işkenceye maruz kalmasının yasal dayanağı haline geldi.

PVSK ile, polisin geçmişte izin alarak ya da denetime tabi tutularak başvurabildiği uygulamaların önündeki engeller kaldırılarak, polise “buyur meydan senin” denilmiş oldu. Böylece, yıllardır devrimci ve demokrat güçlere fiilen yöneltilen polis terörü, artık yasal bir kılıfa sokularak tüm topluma uygulanabilir hale geldi.

Sonuçları ortadadır. Polis artık sudan gerekçelerle ve sokak ortasında insan öldürebilmekte ya da ağır bir biçimde yaralayabilmektedir. Örneğin 28 Ekim'de Hakkari'de trafik kontrolü sırasında polise “biraz kibar davranın, böyle davranmanız doğru değil” diyen bir sağlık emekçisi, polisler tarafından hastanelik edilmiştir. Yine geçtiğimiz aylarda Mustafa Atasoy isimli bir polis, evine gitmekte olan Fatih Cem İnci'yi kendisine küfür ettiği gerekçesiyle karnından vurmuştur.

Yasanın üzerinde durulması gereken birçok önemli noktası vardır. Ancak özellikle polise kimlik tespiti ve arama hakkını sınırsızca kullanma ile dur ihtarına uyulmadı diye silaha başvurma yetkisi verilmesi, cinayetlerin ve işkencenin önünün alınamaz hale gelmesine yol açmıştır.

Bu kanun ile polise istediği kişinin üstünü, arabasını vb. arama yetkisi verilmiştir. Eskiden izne tabi olan arama uygulaması artık polisin (emniyet kurumunun dahi değil, salt bir kişi olarak polisin) keyfiyetine terkedilmiştir. Polis artık hâkim kararı olmadan dilediğince kimlik tespiti yapabilmekte, üst ve eşya arayabilmekte, hatta durdurup fiilen gözaltına alabilmektedir. Bu öylesine keyfiyete dayalı bir “yetki”dir ki, başta Kürt gençleri olmak üzere emekçiler özellikle merkezi yerlerde hemen her gün potansiyel suçlu muamelesi görmektedirler. “Neden” sorusunu soran şahıslar doğrudan şiddetle yüzyüze kalmaktadır. Kadınlar açısından ise bu yetkinin bir taciz gerekçesine dönüştürüldüğü onlarca örnek üzerinden bilinmektedir.

Dur ihtarına uyulmadığı taktirde polise verilen silah kullanma yetkisi yaşama hakkına yönelen en ağır ihlallerin başında gelmektedir. Ve bu yasal düzenleme, son yıllarda yaşanan tüm polis cinayetlerinin gerisindeki zihniyetin kime ve neye ait olduğunu anlatmaktadır.

Bu yetkinin ne anlama geldiği, Alaattin Karadağ'ın delik deşik edilmiş bedeninden okunabilir. Ya da, 19 Kasım 2008'de öldürülen Soner Çankal'ın ardından yürütülen soruşturma esnasında katil polisin verdiği savcılık ifadesine bakılabilir. “Ateş etmem Polis ve Vazife Selahiyetleri Kanunu’nun yetkileri dahilinde olmuştur” diyerek, kendisine cinayet işleme yetkisini kimin verdiğine dikkat çekmiştir! Bu aynı savunmaya Alaattin Karadağ’ı vurduğunu beyan eden polis Oğuzhan Vural’ın ifadesinde de rastlanmıştır. Oğuzhan Vural da kendinden önceki diğer polisler gibi Karadağ’ı kurşunlamasını PVSK’nın bahşettiği yetki ile gerekçelendirmeye çalışmıştır.

En önemli noktalardan biri budur. Bugün sokak ortasında pervasızca işlenen cinayetlerde polis yalnızca tetiği çekendir. Polise sınırsız yetki veren iktidar odakları, polisi aklayan yargı mekanizması ve yaşananları meşrulaştırma misyonunu üstlenen medya organları, bu cinayetlerin dolaysız sorumluluğunu taşımaktadır.

Burada dikkatle üzerinde durulması gereken bir başka nokta ise, PVSK'nın her şeyin başı sonu olmadığıdır. Zira bu ülkede polis terörü bu kanunla başlamamıştır, bu kanunun yürürlükten kalkmasıyla da son bulacak değildir. Ancak yine de, geçmişte fiili olarak gerçekleştirilen saldırıların bugün yasal bir kılıf eşliğinde yapılıyor olması gerçeği önemlidir.

 

 

 

 

Polis cinayetleri her geçen gün artıyor!

Son yıllarda polis tarafından gerçekleştirilen hak ihlalleri dizginlerinden boşalmış durumda. Hemen her gün haberlere yansıyan yeni bir örnekle karşılaşılıyor. Devrimci-demokrat güçler zaten yıllardır sistematik bir devlet terörünün hedefi iken, son yıllarda yapılan yasal değişikliklerle birlikte polis terörü artık daha pervasızca ve toplumun tüm kesimlerine ayrımsız bir biçimde uygulanmaktadır.

TİHV’nin bu yılın Haziran ayında sonuçlarını açıkladığı araştırması bu konuda kapsamlı veriler sunmaktadır. Bu araştırma Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun değiştiği Haziran 2007 yılından bu yana polis tarafından gerçekleştirilen hak ihlallerini içermektedir. Sadece Haziran 2007 ile Haziran 2009 tarihleri arasında tam 53 kişi polis tarafından öldürülmüştür! Bu kişilerden 40’ı doğrudan polis silahı ile öldürülürken 13 kişi ise gözaltı merkezlerinde katledilmiştir. Polisin silahlı cinayetlerinin neredeyse tümünün gerekçesi aynıdır: “Dur ihtarına uymamak”! Bu araştırmanın yapıldığı tarihten (2009 Haziran’ı) bu yana ise bu sayı 70’in üzerine çıkmıştır.

Aynı raporda, bu süre zarfında 416 işkence ve kötü muamele vakası yaşandığı da belirtilmektedir.

Belirtilen tarih aralığında katledilen insan sayısı ciddi bir keyfiyete ve pervasızlığa işaret etmektedir. Sadece 2009 Haziranı’ndan bu yana 10’dan fazla polis cinayeti daha gerçekleşmiştir. Bu sonuçlara çeşitli insan hakları kurumlarına yapılan başvurular ve basına yansıyanlar üzerinden ulaşılmıştır. Zira, tekrar polis terörüne maruz kalmak korkusuyla yüzlerce kişinin sessiz kalmayı tercih ettiği bilinen bir gerçektir. Bu ise, polis terörünün boyutunun gerçeği yansıtır bir biçimde verilere dökülememesine yol açmaktadır.

 

 

 

 

Kolluk güçleri ve yargı,
cinayeti örtbas etmeye çalışıyor...

Burjuva medyanın cinayeti meşrulaştırma kampanyasının ardından Karadağ’ı vuran polisi aklama ve olayla ilgili çelişkileri örtbas etme görevini yerine getirmek üzere yargı mekanizması devreye girdi. Karadağ’ın otopsi işlemi, ailesi tarafından teşhis edilmesi gerekliliği yerine getirilmeksizin (yasada teşhis önkoşulu bulunmasına rağmen) hızla gerçekleştirildi.

Öte yandan, soruşturma dosyasının kapsamına bakıldığında, bir dizi çelişkili ve kesinlikten uzak konunun basına somut bilgiymişcesine yansıtıldığı görülüyor.

Bunların başında, yaralanan minibüs şoförü geliyor. Gerek dosyada beyanı bulunan görgü tanıkları gerekse bizzat ifade veren polisler tarafından Karadağ’ın minibüsün ön tarafında bulunduğu belirtildiği halde, şoförün Karadağ tarafından vurulduğu sanki su götürmez bir gerçekmiş gibi sunulabiliyor. Halbuki olayın ardından bir dizi ilerici basın-yayın organına ve sitesine yansıyan tanık beyanlarında da belirtildiği üzere, polis tarafından açılan rastgele ateşin böyle bir sonuç yaratmış olması güçlü bir ihtimal. Araca isabet eden kurşunların açtığı deliklerin tespit edilmesi, ancak tek bir mermi çekirdeğine rastlanmaması da bu olasılığı güçlendiriyor.

Bir başka nokta, soruşturmada ifadesine başvurulan görgü tanıkları içerisinde bir dizi basın-yayın organında açık isim ve soyadı ile olaya ilişkin bilgilerini beyan eden tek bir şahsın dahi olmamasıdır. Kimi tanıklarla olay sonrasında yapılan röportajlar görsel medyaya yansıdığı halde, savcılık bu konuda doğrudan araştırma yapmak yerine, tanıkların dinlenmesini kendisine adres ve isimlerin ulaştırılması önkoşuluna bağlamıştır. Savcılık kendisine Karadağ’ın avukatları tarafından sunulan ilk dilekçede ismi geçen tanıkların bulunması için her ne kadar Esenyurt Emniyeti’ne yazı yazmışsa da gelen cevabi yazıda tanıklarıdna hiç birinin adresine rastlnamadığı söylenmiştir. Bu drum polisin şüpheli olduğu olaylarda soruşturma sürecinde yine polisin görevlendirilmesinin çok olağan bir sonucudur.

Dikkati çeken en önemli nokta ise, tanıkların infazı gerçekleştiren kişi olarak sözünü ettiği “uzun boylu sivil kişi”den savcılık soruşturmasında tek kelime ile söz edilmemesidir. Karadağ’a ateş ettiklerini kabul eden Yunus ekibindeki polislerin beyanları da bu şahsı korumak için tek elden oluşturulmuş gibi görülmektedir. Hepsi ifadelerinde özellikle “telsizlerinin çıkış yapmadığını ve takviye ekip çağıramadıklarını” belirtmişlerdir. Ancak olayın tanıkları bu ifadenin gerçeği yansıtmadığını anlatmaktadır. Karadağ ailesinin avukatlarının polis telsizi kayıtlarının dosyaya getirilmesi yönündeki talebi ise savcılık tarafından halen dikkate alınmamıştır. Bunun yanısıra olayla ilgili kamera görüntüleri savcılık dosyasına sunulmak için bir kopyası dahi çıkarılmadan İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’ne gönderilmiştir. Bu durum; ilk elden Alaattin Karadağ cinayetinin aydınlatılması gerekmesine rağmen önceliğin Karadağ’ın yanında olduğu iddia edilen diğer şahsın tespitine verildiğini yani insan hayatının bir kez daha “terörle mücadele” safsatasıyla ikincil plana itildiğinin göstergesidir.


Alaattin Karadağ'ın yargısız infazı karşısında yargı mekanizmasının katillerden yana tavır alması elbette ilk değil, tersine genel bir durumdur. Zira sözkonusu olan resmi bir devlet politikasıdır. Devletin yargı kurumu tetikçilerini aklamak için üzerine düşeni yerine getirmektedir. Buna ilişkin bir dizi çarpıcı örnek mevcuttur:

* 7 Eylül 2005’te çatışmada ölen yakınlarının cenazelerini karşılamak üzere Siirt’te toplanan kalabalığın arasına giren askeri araçtan G.Y. adlı uzman çavuş ateş açmış ve Abdullah Aydan yaşamını yitirmişti. G.Y. hakkında açılan davada Siirt Ağır Ceza Mahkemesi beraat kararı vermiş, karar temyiz edilmiş, ancak Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından beraat kararı onaylanmıştır.

* Sabra Tekstil'de iki işçinin patron ve adamları tarafından silahla yaralanmasının ardından gelişen hukuki süreç de ibretliktir. Silahla yaralanmayı protesto etmek için gerçekleştirilen basın açıklamasından gözaltına alınan 4 kişi hızla tutuklanırken, işçileri silahla yaralayan şahıs hakkında halen daha dava açılmamıştır. Soruşturma aşaması bilinçli olarak sürüncemede bırakılmıştır.

* Soner Çakal, 19 Kasım 2008’de Ankara’nın Altındağ İlçesi’nde polis Vahit Karşılıyan’ın açtığı ateş sonucu yaşamını yitirmiştir. Tutuklu olarak yargılanan polis,16 Eylül 2009’da görülen duruşmasında tahliye edilmiştir.

* Ankara’da 2002 Kasım’ında yapılan YÖK protestosu sırasında Veli Kaya adlı öğrenciyi bir depoya sokarak döven Sefa Sevim ve Ergün Ateş adlı iki polisin “kötü muamele” suçundan yargılandığı dava 13 Ekim 2009’da sonuçlandı. Polislere 6'şar ay hapis cezası verildi ve bu hükmün açıklanması da geriye bırakıldı.

* Vicdani retçi olduğunu açıklayan ve bu nedenle 9 Haziran 2009’da tutuklanarak Askeri Cezaevi’ne konulan Mehmet Bal’a, gözaltında tutulduğu 2. Motorlu Askeri İnzibat Karakol Bölük Komutanlığı’nda darp etme, su dökme gibi işkence ve kötü muamelede bulunan üç nöbetçi er, Hasdal 3. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından “kasten adam yaralama” suçundan 4’er ay hapis cezasına çarptırıldı. Sanıkların duruşmadaki iyi hallerini dikkate alan mahkeme başkanı cezaları 3’er ay 10’ar güne indirdi.

* 22 Temmuz 2007 tarihinde, bir şüpheliye benzetildiği için Tuncay Cüzdan polis tarafından katledilmişti. Tuncay Cüzdan'ı öldüren polis beraat etti.

* 20 yaşındaki Baran Tursun 25 Kasım 2007 tarihinde polis Oral Emre Atar tarafından vurulmuştu. Otopsi sonucunda kafasında mermi çekirdeğine rastlanana dek olay tutanaklara trafik kazası olarak geçirildi. Mermi çekirdeğinin bulunmasının ardından “dur ihtarına uymama” gerekçesi ortaya atıldı. Baran Tursun'u öldüren polis 2 yıl 1 ay hapis aldı ve dosya halen Yargıtay’da.

* 21 Kasım 2007 tarihinde İstanbul-Avcılar’da polisin vurduğu tekme sonucu öldürülen Feyzullah Ete'nin katili polis 4 yıl 3 ay ceza aldı.

* Polis tarafından öldürülen Aytekin Arnavutoğlu'nun davasında önce ömür boyu hapis cezası verildi. Ardından bu ceza 4 yıl 8 aya indirildi. Polis ise tutuklanmadı. Dosya halen Yargıtay’da.

* Adana'da Murat Kasap'ı öldüren polise 1 yıl 8 ay hapis cezası verildi. Mahkeme 5 yıl süreyle hükmün geri bırakılmasına karar verdi.

* Cezaevinde katledilen Engin Çeber davasında tanıkların dinlendiği ve katiller aleyhine önemli verilerin ortaya çıkartıldığı duruşmanın ses kaydının her nasılsa silindiği ortaya çıktı!

* Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı, Ender Bulhaz Aktürk adlı devrimciye uygulanan Guantanamo işkencesi dahil çeşitli işkence yöntemlerini “orantılı güç” saydı. Karara gerekçe olarak da Aktürk'ün ölmemesini gösterdi. Kararda şunlar söylendi: “Adli Tıp Kurumu’nun 15 Nisan 2009 tarihli raporlarında belirlenen arazların şahsın yaşamını tehlikeye sokmadığı ve basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek nitelikle olduğunun belirtildiği…” İşkenceyi kabul eden savcılık, Ender Bulhaz Aktürk işkence sonucu ölmediği için kovuşturmaya gerek olmadığına karar verdi.

Yargı mekanizmasının polis cinayetleri, yargısız infazlar ve işkence karşısındaki tutumunun ne olduğuna ilişkin binlerce örnek verilebilir. Adalet mekanizmasının çarkları polisi ve onun pisliklerini temizlemek için çalışmaktadır.

 

 

 

 

Yargısız infazlara karşı etkili bir mücadele ertelenemez bir görevdir!

Bugün sıradan polisinden rütbelisine kadar kolluk güçleri sokak ortasında türlü bahanelerle insan öldürmektedir. Bunun karşısında güçlü bir tepkinin ortaya konulamaması ise polisi pervasızca cinayet işlemek konusunda daha da cesaretlendirmektedir.

Bunun önünü kesmenin, yeni yargısız infazları engellemenin yolu birleşik bir mücadelenin örülmesini gerektirmektedir. Elbette bu ülkede yargısız infaz yeni bir olgu değildir. Yıllardır “teslim ol çağrısına” ya da “dur ihtarına” silahla yanıt verildiği gerekçesiyle devrimciler katledilmektedir. Bugün farklı olan, yargısız infazların yasal bir kılıfla ve sıradan insanları da hedefleyen bir tarzda yapılması, daha önemlisi bu cinayetler karşısında adeta bir kanıksamanın yaşanıyor olmasıdır. Daha Alaattin Karadağ’ın infazı sıcaklığını korurken, Konya'da 16 yaşında bir çocuğun polis tarafından sırtından vurulduğu haberi gelmiştir. Bu kanıksamanın kırılması için tüm devrimci, demokrat ve duyarlı güçlerin harekete geçerek güçlü bir mücadeleyi örgütlemesi, ertelenemez bir sorumluluktur.

2008'in sonlarında Yunanistan'da yaşanan kitlesel protestolar hala akıllardadır. Yunanistan polisinin 15 yaşında bir çocuğu silahla vurarak öldürmesinin ardından 400 okul işgal edilmiş, polis karakolları hedef alınmış, pek çok kentte onbinlerin katıldığı protesto eylemleri gerçekleştirilmiştir. Polis terörüne son derece anlamlı bir yanıt verilmiştir.

Polis cinayetlerine karşı güçlü bir tepkinin örgütlenebilmesi için yapılması gereken çok şey var. Basın açıklamalarından kitlesel eylemlere, dava süreçlerinin takip edilmesinden yargısız infazlar ve her türlü polis terörüne karşı kitleleri bilgilendirme çalışmalarına kadar...

Çağrımız, Alaattin Karadağ şahsında yargısız infaza maruz kalan bütün insanlarımıza sahip çıkma ve katliamlara karşı ortak bir mücadelenin temellerini atma çağrısıdır.