18 Eylül 2009
Sayı: SİKB 2009/36

  Kızıl Bayrak'tan
  “Bölgesel güç” hayalinin gerisindeki
tarihsel suç ortaklığı
  “Kürt açılımı”nın inandırıcılık krizi derinleşiyor
Emperyalist haydutlara geçit vermemek için etkin bir faaliyet!
Kapitalizm kirli ve kanlı
bir düzendir!
Kapitalizm sular altında boğmaya
devam ediyor!
  Sel felaketine ilişkin açıklama ve eylemlerden.
  Eğitim emekçileri hak gasplarına karşı eylemde!
  Kent AŞ işçilerinden Ankara yürüyüşü
  İşçi ve emekçi hareketinden..
  Kürt ulusal sorunu üzerine değerlendirmelerden seçmeler...
Demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunu/2
  Metal İşçileri Kurultayı 3. hazırlık semineri gerçekleşti
  Ulucanlar katliamı ve direnişi 10. yılında..
  Binler 12 Eylül düzenine karşı
alanlara çıktı
  “Sesimizi boğmaya gücünüz yetmez!”
  Zindanlarda tecrit ve işkence artarak devam ediyor.
  Filistin sorununda emperyalist çözüm planları.
  Almanya’da devrimci seçim faaliyetlerinden
  “Devrimin komutanı” devrimle birlikte yaşamaya devam edecek!
  İkiz kardeş: Zorbalık ve ikiyüzlülük! -
M. Can Yüce
  Ape Musa’nın katili sermaye devleti
Kürt sorununu çözemez!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Bölgesel güç” hayalinin gerisindeki tarihsel suç ortaklığı

Son günlerde düzen cephesinde yoğun bir dış diplomasi trafiği göze çarpıyor, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun trafiği bile tek başına bu yoğunluğun çapını ortaya koyuyor. Davutoğlu, bir gün Irak’ta, başka bir gün Afganistan’da, diğer bir gün ABD’de… Önümüzdeki günlerde ona Tayyip Erdoğan da eklenecek, başbakan bir kez daha ABD’nin yolunu tutacak. Ancak daha önce İngiltere’ye gidecek. Bu arada dışarıdan da Türkiye’ye önemli ziyaretçiler geliyor. Irak yöneticileri ile Beşar Esad bugünlerde Türkiye’deler. Geçtiğimiz günlerde ise NATO Genel Sekreteri bir Türkiye ziyareti gerçekleştirdi.

Ne kadar yoğun ve durakları ne kadar çok olsa da, asıl önemli olan trafiğin ana güzergahı ve akış yönüdür. Buradan bakıldığında, bu trafiğin genel seyrini ve varış noktalarını görebilmek zor değildir. Trafiğin yoğunlaşma alanı Ortadoğu ve Kafkaslar’dır. Ama bir de bu trafiğin aktığı yolların kesiştiği bir başka ana yol var ki, bu yol ABD’ye çıkmaktadır. Öyle ki, bu yoğun trafiğin aktörü olan Dışişleri Bakanı Davutoğlu daha çok bölgede turlamaktadır. Ancak bütün yolların kesiştiği ABD yolunda Tayyip Erdoğan vardır ve onun ABD ziyareti tüm bu bölge trafiğinin seyrini belirleyecektir.

Diplomasi trafiğindeki yoğunlaşmanın dönüm noktası Obama’nın Türkiye ziyareti olmuştu. Başkanlık koltuğuna oturur oturmaz soluğu Türkiye’de alan Obama, Türkiye ile ilişkilerinde yeni bir dönemi başlatmak istediklerini açıkça ortaya koymuş ve bu ilişkiyi de “model ortaklık” olarak tanımlamıştı. Sermaye devleti ve hükümeti katında belirgin bir heyecanla karşılanan bu yeni ilişki düzeyini Davutoğlu, “ABD Başkanı, bu ilişkinin benzersizliğinin altının çizmek istedi. Bu sıradan bir ilişki değil, bir prototip, benzersiz bir ilişki” ifadesiyle tanımlamış, daha da ileri giderek, bu “model ilişki” için, “insanlık bu ilişkiye ihtiyaç duyuyor ve ABD ile Türkiye birlikte, insanlığa katkıda bulunabilir” demişti.

Emperyalist efendiyle kurulan kölece ilişkiyi bu biçimde yücelten Davutoğlu, bunları söyledikten sonra bu ilişkinin içeriğini de soğukkanlı bir biçimde şöyle ortaya koymuştu:

“ABD’nin bir süper güç olma özelliğini sürdürebilmek için herkesi içine alan bir politika izlemesi ve çok taraflı yaklaşımlara yönelerek uluslararası kurumları kullanması gerekiyor. (…) bölgesel düzeni sağlamak için ABD bölgesel güçlerin yardımına ihtiyaç duyuyor. (…) ABD, Roma İmparatoru Cesar’a değil Marcus Aurelius’a ihtiyaç duyuyor. Obama’nın yaklaşımı da Cesar’ın değil Aurelius’un yaklaşımı. Güç kullanarak sadece bir yere kadar ilerleyebilirsiniz. Şimdi ABD de çok taraflı yaklaşım kullanıyor.”

Bu ifadeler, Bush döneminin ardından Obama ile birlikte ABD emperyalizminin yöneldiği politika değişiminin içeriğini ortaya koyuyor. Dünya üzerindeki hegemonyasını pekiştirmek için diğer emperyalist güçlere karşı açık bir meydan okumayla girdiği tek taraflı işgal ve savaş politikalarıyla batağa saplanan ABD, buradan bir çıkış arıyor. Bunun için de salt savaşla yapamadığını, yanısıra diplomasiyle ve bunun için kullandığı silahlarla yapma yoluna gidiyor. Bu silahların ne olduğu açık. Bu yeri geliyor BM, yeri geliyor NATO ve İMF, yeri geliyor bölgesel dayanakları oluyor. Şiddet dili ve yönteminin yanısıra Amerikan barışı ve diplomasisi devreye giriyor.

İşte Türkiye’deki işbirlikçi-uşak takımının büyük bir şevkle üstlendiği ve soluksuz biçimde gereğini yerine getirmek için uğraş verdiği rol budur. ABD hesabına Irak’ta, Afganistan’da, Kafkaslar’da, İran’da mekik dokuyan dışişleri bakanı, bu rolü üstlenmiş olmanın açık bilinciyle konuşmaktadır.

Obama’nın Türkiye ziyareti bir kalkış noktası olarak alınırsa, iade-i ziyaret olarak görülen Erdoğan’ın ABD ziyaretinin, birçok şeyin yanı sıra aynı zamanda bir muhasebeyi içereceği de kendiliğinden ortaya çıkar. Obama’nın bizzat gelerek ilişkinin geleceğine dair çizdiği çerçeveye bağlı olarak verilen görevlerin gereklerinin ne ölçüde yerine getirildiği masaya yatırılacak ve değerlendirilecektir. Kuşkusuz bu muhasebenin sonunda da zorlanma alanlarına müdahaleler yapılacak, aynı zamanda stratejiye ilişkin değil ancak taktiklere ilişkin yenilikler üzerine konuşulacaktır. Erdoğan’ın ziyareti tüm bu açılardan birçok soru işaretinin yanıtını verecektir.

Bugün bu çerçevede Türk sermaye devletinin üstlendiği görev alanları az-çok ortadadır. Bu görev alanlarından biri ve belki de başta geleni, Irak’tan Amerikan askeri varlığının çekilmesi için köprü vazifesi görmek ve Amerikan ordusunun çekilmesinin ardından doğacak boşluğu doldurmaktır. Zira Amerikan ordusunun çıkmasının ardından Irak’ta bir Kürt-Arap çatışması olasıdır. Bu çatışmayı engellemek, engellenemiyorsa Güney Kürdistan’ın hamisi olarak boy göstermek, Irak’ta Türk sermaye devletine verilen görevler kapsamındadır. Elbette ABD’nin buradaki hesabı Kürt halkının ulusal hakları değil, Ortadoğu üzerindeki Amerikan hegemonyasının ve petrol-enerji hatlarının güvenliğidir.

Diğer bir görev alanı Kafkaslar’dır. Rusya-Çin ekseni karşısında ABD’nin bu bölge üzerindeki nüfuz ve egemenliğini sağlamak ve öncelikle Rusya’nın etkisi altında bulunan Ermenistan’ı Türkiye üzerinden kazanarak, bu bölgeyi güvenli bir enerji koridoru haline getirmektir.

Bir başka görev alanı ise Afganistan’dadır. Afganistan’da batağa saplanan emperyalistler takviye askeri güce ihtiyaç duyuyorlar. Öyle ki 2010’dan itibaren emperyalistlerin bir numaralı gündeminin Afganistan olacağı konuşuluyor. Bundan Türk sermaye devletine düşen görev Afganistan’da savaşmak için asker göndermektir.

Buraya kadar ifade ettiklerimiz, ABD emperyalizminin Türk sermaye devletine biçtiği görevlerin öncelikli olanlarıdır. Ama hem bu görevlerin hem de ek başka görevlerin amacı açıktır: ABD emperyalizminin siyasal, ekonomik ve hegemonik ihtiyaçlarının ve çıkarlarının bekçiliğini yapmaktır. Ayrıca Amerikan uşaklığını bölgeye pazarlamak ve bunun için modellik yapmaktır.

Buraya kadar saydığımız görev alanlarında atılan adımların dış sahadaki gerekleri ortadadır. Bu şimdilik kendisini yoğun bir diplomasi trafiği biçiminde göstermektedir. Fakat dış politika sahasında mesafe almak için Türk sermaye devletinin iç politika sahasında atması gereken adımlar vardır. Özellikle Irak ve Güney Kürdistan bağlamında konulan hedeflere ulaşmanın yolu, içeride Kürt sorunu konusunda atılacak adımlara bağlanmıştır. “Kürt açılımı” bu amaca bağlı olarak gündeme sokulmuştur. Güney’de Kürt halkının hamisi olarak çıkmanın koşulu içeride Kürt sorununu bir gerilim ve çatışma kaynağı olarak çıkartmaktan geçiyor. Bugün açılım yoluyla Kürt hareketinin tasfiye edilmesi çabası bu çerçevede anlam kazanıyor. Zira diğer taraftan Kafkaslar bağlamında da “Ermeni açılımı” yapılmıştır. Böylelikle Ermenistan’la çok yönlü ilişkiler kurmanın yolu açılacaktır.

Bir başka önemli hamle ise, bugünlerde açığa çıkan ABD’den füze alım planıdır. Türkiye’yi ABD için silah satışında en büyük müşteri haline getirecek olan bu girişimin asıl boyutu emperyalist güvenlik stratejisiyle ilişkisi planındadır. Zira, birçok veri bu büyük silah alımının ABD’nin füze kalkanı projesinin sınırlarının Polonya’dan Türkiye’ye kaydırılmasına hizmet ettiğini göstermektedir. Bu, Amerikan emperyalizminin “yaşam alanı” olarak tanımladığı Kafkaslar ve Ortadoğu’da hegemonyasını kalıcılaştıracak bir güvenlik alanı oluşturması anlamına gelmektedir.

Açıktır ki tüm bunlarla amaçlanan, bölge halklarını teslim almak ve emperyalist egemenliğe biat etmelerini sağlamaktır. Çeşitli hamleler yoluyla Türkiye’nin çevresinde oluşturulan egemenlik alanının dışında kalan her halk Amerikan hegemonyasına boyun eğmeye zorlanmaktadır. Bu, “ya benim yanımdasınız ya da karşımda” dayatmasının bir başka biçimidir. Zaten Obama’lı Amerikan emperyalizminin Bush’lu olanından farkı da bu yöntemdedir. Birinin açık zor yoluyla ulaşmaya çalıştığı sonuca, diğeri zor tehditinin yanısıra başka yollarla da ulaşmak istemektedir.

İşte “bölgesel güç” olma hayalleri kuran sermaye devleti, böylesine ağır bir suçun ortaklığına ve taşeronluğuna soyunmaktadır.