28 Ağustos 2009
Sayı: SİKB 2009/33

  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin “Kürt açılımı” açmazda!
  “Demokratik açılım” tartışmaları Kürt halkına saldırılar eşliğinde sürüyor!
  Emperyalist-kapitalist sistemin haydutları 1-7 Ekim’de Türkiye’ye geliyor.
  Haksız savaşların kiri silinemiyor
Sosyal yıkım saldırılarına
karşı mücadeleye!
Sermaye düzeninin
kolladığı iki katil!
Asemat’ta eylem, Asil Çelik’te
açlık grevi..!
Entes direnişinden
  İşçi ve emekçi hareketinden .
  Sermaye düzeninin Kürt sorununda tarihi çözümsüzlüğü
  Bir sendikalaşma deneyiminin gösterdikleri.
  3. köprü projesi: Yeni bir talan ve
çevre katliamı
  Afganistan’da seçim oyunu
  CIA’ya işkence soruşturması
  İlaç tekelleri insan yaşamını
hiçe sayıyorlar
  “Açılımlar” ve devrimci yurtsever
tutum üzerine
  Din tacirlerinin Ramazan’dan yansıyan görüntüleri
  Bültenlerdern.
  Hasta tutsaklar serbest bırakılsın!
  Sincan Kadın Hapishanesi’nden
mektup
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Açılımlar” ve devrimci yurtsever
tutum üzerine

M. Can Yüce

Daha önce “Kürt Açılımı” dediler. Sonra adını değiştirdiler ve bu kez “Demokrasi Açılımı” adında karar kıldılar. Burada bu “adlandırma evrimini” tartışacak değiliz. Ancak bu değişikliğin, inkârcı sömürgeci sistemi restore etme konusundaki derin kaygıları, korkuları ve kararsızlıkları yansıtan önemli bir nokta olduğunu vurgulayarak geçelim…

Bir iki haftadır süren tartışmalar, İçişleri Bakanı’nın koordinatörlüğünde sürdürülen “temaslar”, “büyük” burjuvaların gösterdiği ilgi ve verdiği destek, son olarak MGK’nın bu sürecin devamını isteyen bildirisi, devletin bu kez bu “açılımı” önceki paketlere göre daha ciddiye aldığını gösteriyor. Ancak öyle de olsa bu konuda sayısız soru işareti de yok değil. En başta hazırlanan açılım hakkında henüz açıklanmış tek bir ayrıntı yok. İkincisi, MHP ve CHP, bu sürece cepheden tavır almış bulunuyorlar ve geçen her gün tutum ve üsluplarını sertleştirmektedirler. Bugün Genelkurmay Başkanı’nın “Zafer Bayramı” vesilesiyle yayınladığı bildiri, açılımın “ölü doğma” veya çok sıradan kırıntıların ötesinde bir içeriğe sahip olmama olasılığını güçlendiriyor. Öyle de olsa, bir “devlet politikası” olduğu belirtilen “açılım süreci” devam ediyor…

Buna karşılık, 15 Ağustos’ta açıklanacağı bildirilen “yol haritası” bugüne dek açıklanmadı, açıklanamadı. Yol Haritası’nın içeriği çok net olmamakla birlikte 10 yıldır açıklanan çizginin özünden ve genel çerçevesinden öte bir anlam taşıdığını söylemek, en “iyi” yorumla, kendi kendini aldatmak demek olur. Bu cephede başta esen “iyimser hava” yerini daha “karamsar” bir havaya terketme eğilimine bırakmış gibidir. Bu sürece “tarihsel anlamlar” yükleyenlerin önümüzdeki birkaç gün içinde neler söyleyeceği, konuyla yakından ilgilenenler açısından merak konusudur!

Bu kısa ve çok genel özetten sonra devrimci yurtsever tutumun ne olması gerektiği konusuna geçebiliriz. Bu cephenin dışında kalan Kürt politik ve aydın çevreleri ise süreçle ilgili açıklamalar ve değerlendirmeler yapmaktadırlar. Bu tutumları bir bakıma anlaşılırdır. Bu konuda takınılması gereken doğru devrimci yurtsever tutum nedir?

Talepleri içeren bildiriler ve diğer araçlarla bu “açılımlar” sürecinin bir parçası, bir sürükleneni haline gelmek mi; yoksa bu sürecin ne olduğunu tanımlamak, gerekli duruşu sergilemek mi doğrudur?

Şunu peşinen kabul etmek zorundayız ki, hükümet veya devletin bugünkü yaklaşımının daha önceki benzer tutumlara göre belli bir “ciddiyeti” olsa da, yine henüz resmi olarak açıklanmış bir politik çerçeve olmamasına rağmen, resmi çizgi ve “kırmızı çizgileri” delecek bir eğilim, bir yaklaşım yok ufukta… Yani resmi çizgi ve TC’nin bilinen devlet-ulus yapısını zorlayacak, yeniden tanımlayıp restore edecek bir eğilim, bir niyet ve bu doğrultuda herhangi bir işaret yok… Bu çok açık…

Açık olan bir diğer nokta da şu: Ortada eşit iki tarafın müzakere süreci ve tartışma zemini yok… Bir tarafta egemen konumundan, özünde aşağılayan ve üstenci duruşundan ödün vermeyen bir devlet var. Öte yandan kendini eşit, özgür iradeye sahip, kendi kaderini ve geleceğini belirleme iddiasında, inancında ve iradesinde olan bir taraf değil, işin başında kendi parya-sömürge konumuna dokunmayan, bazı hak kırıntıları dileyen, bu devlet tarafından kabul edilmeyi siyasetinin mihenk taşına oturtan, başka bir deyişle “Cumhuriyet Kürdü” olmak için her şeyi altın tepside sunan ve sunmaya devam eden bir taraf var…

Kürt halkı politik olarak çok zayıf olabilir, bu güç dengelerinde temel hak ve özgürlüklerinden hiçbirini gerçekleştirmeyebilir. Bunca mücadele ve ödenen bedele rağmen hiçbir şey elde edemeyebilir. Ama burada önemli olan ve geleceği kazanacak olan şudur:

Kendini düşünsel ve ruhsal olarak eşit görme, eşit haklara sahip olduğunu politik bir duruş ve davranış tarzı olarak her fırsatta ve zeminde gösterme, bunu kendisi için olmazsa olmaz bir hat olarak algılama duruşu ve gücüdür! Kürt halkı ve politik temsilcileri, okur yazarları, 10 yıl öncesinde bu bilinci ve ruhu kazanmıştı, bunu onuru olarak biliyordu. Ancak son 10 yılda tasfiye edilen budur ve onun yerine “dilencilik” bilinci ve ruhu ikame edildi. Acı ve tehlikeli olan, sürekli kaybettiren ve kaybettirecek olan bu paryalık ruhudur, daha da kötüsü bunun en geniş kesimlerde ve zeminlerde “meşruiyet” kazanmaya başlamasıdır!

Süren tartışmalara, “Kürt sorunu ve çözüm önerileri” diye başlayan “başlıklara” bakın, yukarıdaki tespiti siz de acı ve öfkeyle fark edeceksiniz!

“Çözüm” olarak ortaya konulan bu “açılımlar” sürecinde tarafların konumu en genel hatlarıyla ve özetle budur! Sömürge-sömürgeci, efendi-parya, egemen-ezilen ilişkisinin ve hiyerarşisinin “çözüm” platformu olarak ortaya konulduğu bir sürece dolaylı ve dolaysız dahil olmak, her şeyden önce bağımsız bir duruşa, kendine ait bir zemine ve çizgiye sahip olmamak, anılan egemen platforma su taşımak anlamına gelir!

Öncelikle yapılması gereken şey, yukarıda kısaca vurguladığımız, bize “çözüm süreci” olarak dayatılan platformu reddetmek, ona cepheden tavır almak ve Kürt halkı açısından onursuzluktan başka bir anlamı olmayan bu süreci deşifre etmektir! Bu paryalık duruşunu Kürt halkına yakıştırmak, bunu da “tarih yapmak” olarak yutturmaya çalışmak, Kürt halkına yapılmış en büyük kötülüklerden biridir!

Yine öncelikle Kürtler ve onun gerçek temsilcileri, kendilerini “eşit taraf” konumunun dışında gören her yaklaşımı ve “açılımı” reddetmek durumundadırlar. Şunu demelidirler: Bir Kıbrıs’ta “Türk tarafı” için öngördüğünüz konum ve düzey nedir? Bize bundan aşağısını kabul etmez ve kendimize en büyük hakaret sayarız. Her şeyden önce teorik ve haklar düzleminde bu olmazsa olmaz koşulumuzdur; bunu kabul etmemek işin başında gerçek çözümü reddetmektir. Bu eşikten geçilerek bir çözümün kapısı aralanabilir. Aralanan kapıdan kimi haklar elde edilebilir, kimi hakların kazanımı yılları alabilir. Ama düşünsel ve ruhsal olarak kendini eşit görmek ve bunu her söz ve davranışına yedirerek yansıtmak yaşamsal önemdedir. Bu yaklaşım ancak “onurlu” sıfatını hak edebilir; onurlu barışın ilk ve temel, olmazsa olmaz koşulu bundan başkası değildir.

Peki, “tarafların” yaklaşımı bu mudur?

TC’nin yaklaşımı belli… Ya, kendisini tek ve mutlak karar mercii haline getiren A. Öcalan’ın, kendi yaşamı ve “yarının ne olacağı” dışında bir derdi var mı? Yürütülen “savaşın”, yapılan politika ve eylemlerin bu hedef dışında, bunu örten ve buna meşruiyet perdesi yapılmaya çalışılan birkaç kırıntının dışında politik ve pratik bir değeri var mı?

 “TC’nin atacağı kırıntı düzeyinde bile olsa bazı adımlar, onun yapısında önemli gedikler açılabilir. Bu da Kürtler’in geleceği açısından bir kazanımdır” gibi bir akıl yürütme, kendi içinde bazı doğruları taşıyabilir. Yanı TC’nin varoluş ve kuruluş özelliklerinden dolayı atacağı en geri adımlar bile uzun vadede onun aleyhine bir işlev görebilir. Bu anlaşılırdır. Ama öyle de olsa bu tür “nesnel sonuçlar” bahane edilerek anılan sürece katılmak, daha doğru bir ifadeyle ona “eklemlenmek” devrimci yurtseverlik açısından kabul edilemez!

Devrimci yurtsever tutum, kendi özgür, bağımsız zemininde ve çizgisinde durmak, Kürt halkının özgürlük, eşitlik ve bağımsızlık haklarını, en başta düşünce düzeyinde savunmak ve bunun ruhunu her politik ve pratik davranışta sergilemek demektir. Bunun, politik güç ve bugünden yarına gerçekleşebilirliğiyle bir ilgisi yoktur!

Kendi kaderini tayin hakkı, bunu, öncelikle düşünsel ve ruhsal olarak savunmak ve politikayı bunun üzerinden bina etmek, işte yurtseverliğin, onurlu duruşun özü ve ruhu bundan başkası değildir! Ne yazık, son 10 yılda Kürt halkında yok edilmeye çalışılan bilinç ve ruh da budur!

“Biz bir ulus ve halk olarak, başka halk ve ulusların sahip olduğu tüm hak ve özgürlüklere sahip olmaya hakkımız var. Olası bir çözüm süreci, biz eşit, saygın bir taraf olarak kabul edildiğimiz ölçüde anlamlı ve onurlu olabilir. Tartışmalar, görüşmeler, müzakereler, ancak bu temel üzerinden gelişirse anlamlı ve pratikte çözüm gücü haline gelebilir. Parya konumunda görüldüğümüz her zeminde ve süreçte var olan temel sorunlar ve çelişkiler de devam eder” yaklaşımına sahip tek bir politik aktör, politik temsilci görebiliyor musunuz?

Peki, kendini parya konumunda gören, Cumhuriyet Kürdü olmak için yırtınan politikacıların bu duruşu onurunuzu ve yüreğinizi acıtmıyor mu?

Unutmayın ki, dilencilerin, kendini köle, parya konumunda görenlerin dost ve düşmanları nezdinde “sıfır” düzeyinde bile değerleri ve saygınlıkları yoktur! Onlar, kendi halkına ve “kullarına” karşı “tanrı-despot” aşağılamalarında geri durmasalar bile, gerçekliğin en kaba özeti budur!

25 Ağustos 2009