28 Ağustos 2009
Sayı: SİKB 2009/33

  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin “Kürt açılımı” açmazda!
  “Demokratik açılım” tartışmaları Kürt halkına saldırılar eşliğinde sürüyor!
  Emperyalist-kapitalist sistemin haydutları 1-7 Ekim’de Türkiye’ye geliyor.
  Haksız savaşların kiri silinemiyor
Sosyal yıkım saldırılarına
karşı mücadeleye!
Sermaye düzeninin
kolladığı iki katil!
Asemat’ta eylem, Asil Çelik’te
açlık grevi..!
Entes direnişinden
  İşçi ve emekçi hareketinden .
  Sermaye düzeninin Kürt sorununda tarihi çözümsüzlüğü
  Bir sendikalaşma deneyiminin gösterdikleri.
  3. köprü projesi: Yeni bir talan ve
çevre katliamı
  Afganistan’da seçim oyunu
  CIA’ya işkence soruşturması
  İlaç tekelleri insan yaşamını
hiçe sayıyorlar
  “Açılımlar” ve devrimci yurtsever
tutum üzerine
  Din tacirlerinin Ramazan’dan yansıyan görüntüleri
  Bültenlerdern.
  Hasta tutsaklar serbest bırakılsın!
  Sincan Kadın Hapishanesi’nden
mektup
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bir katliamın arkasındaki gerçek...

Haksız savaşların kiri silinemiyor!

Meşru bir temele dayanmayan ve karşısındaki insana zarar veren her eylem, ruhsal ve bedensel açıdan normal bir insanda derin izler bırakır. Söz konusu bir savaş hali ise eğer, bu durum kendisini daha da yaygın ve kuvvetli bir şekilde gösterir. Cinnet ve travma, tekil örneklerden ziyade kitlesel bir boyut kazanır. Bu durum tıp literatürüne “Vietnam sendromu” olarak da girmiştir. 

Konuya güncelliği çerçevesinde bakacak olursak... Irak ve Afganistan’daki savaşların yoğunluğu ve uzunluğuna bağlı olarak, stres başta olmak üzere çeşitli nedenlerden, 2008’de 143 Amerikan askerinin intihar ettiğini Amerikan Kara Kuvvetleri bildirmektedir. Bu sayı 2007’de 115’tir. Yine Amerikan ordu kaynaklarına göre, 2008’de intihar eden askerlerin %30’u görev sırasında, %35’i ise eve döndükten sonra intihar etmiştir.

Ayrıca, Afganistan veya Irak’ta görev yapıp da ülkesine dönen Amerikalı askerlerin, ülkelerine döndükten sonra da insan öldürmeye devam ettikleri bilinmektedir. Amerika’da yayınlanan New York Times gazetesi aynı dönemlerde, Afganistan’da savaştıktan sonra ABD’ye dönen askerlerden 121’inin en az bir defa cinayetle suçlandığını veya cinayet işlediğini ve en çok sevgililerini ve yakın akrabalarını öldürdüğünü açıklamıştır. Aynı gazete Afganistan ve Irak’ta savaşın sürdüğü 6 yılda, askerden yeni emekli olanlar ve halen görevinin başında bulunan askerler arasında 349 intihar olayı yaşandığını da belirtmektedir. İntihar oranı, bir önceki altı yıllık döneme göre yüzde 89 artmış bulunmaktadır. Amerikan ordusunda intihar eden askerlerin dörtte üçü Irak’ta veya Afganistan’da görev yapanlardır. Başka araştırmalar ise, ABD’nin 1975’te sona eren Vietnam savaşından dönen askerlerin yüzde 15’inin post-travmatik stres bozukluğu yaşadığını belirlemişti.

American Journal of Puplic Health isimli dergi tarafından yapılan bir başka araştırma, Irak ve Afganistan’dan dönen askerlerin üçte birinden fazlasının psikolojik problemler yaşadığını göstermektedir. Dergiye göre, savaş bölgesinden dönen 300 bin askerin psikolojik travma, alkol, uyuşturucu, uyum sorunu ve evlilikleriyle ilgili ciddi sorunlar nedeniyle profesyonel yardıma ihtiyacı bulunmaktadır.

Türk askerleri de “Vietnam sendromu” yaşıyor

Gelelim Türkiye gerçekliğine… Genelkurmay’ın vakti zamanında “düşük yoğunluklu” olarak tanımladığı bu savaşta resmi açıklamalar 30 bine yakın insanın öldüğünü söylemektedir. Bu ölümlerin yaklaşık üçte birini güvenlik güçlerinin oluşturduğu düşünülürse, bölgede bulunmuş olan askerlerin bedensel ve ruhsal durumu daha iyi anlaşılacaktır. Sayısı 1 milyona yaklaşan ordunun önemli bir bölümü savaş bölgesinde bulunmaktadır. Zorunlu askerlik süresinin 18 ay olduğu Türkiye’de, ‘84 yılını başlangıç olarak alırsak, bugüne dek dönüşümlü olarak savaş bölgesinde bulunan muvazzaf ve geçici asker sayısının milyonları bulduğu görülecektir. Bu rakam savaşın yaratacağı travmanın kapsama alanının genişliğini göstermektedir.

Konu ile ilgili Anadolu Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı’ndan Doç. Dr. Cem Kaptanoğlu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) 1995 Tedavi Merkezleri Raporu’nda yer alan bir yazısında şunları söylemektedir:

 “Güneydoğu’da sürmekte olan savaşın sivil halkta ve savaşan taraflarda yol açtığı ruhsal etkilerin boyutlarıyla ilgili hemen hiç bilgimiz yok. Travmanın şiddetini yalnızca, ölen ve yaralananların, yanan yıkılan köylerin sayılarıyla değerlendirebiliyoruz. Oysa, Vietnam Savaşı’na katılmış eski askerlerden PTSB (Post Travmatik Stres Bozukluğu) tanısı almış olanların şimdi %35’inin evsiz olduğunu, %50’sinin başta şiddet suçları olmak üzere çeşitli nedenlerle tutuklandığını ve Vietnam’da savaşmış tüm askerlerin yaklaşık %15’inde halen PTSB olduğunu, 1985 yılına kadar 9 binin intihar ederek öldüğünü ve benzeri pek çok bilgiyi, bilimsel tartışmalarımızda bir solukta sayabiliyoruz. Bu bilimsel, toplumsal ve insani açılardan trajikomik durumun en önemli nedeni yalnızca politik nedenlerden ötürü ülkemizde savaş veya işkence kurbanlarının varlığının bile devlet tarafından kabul edilmek istenmemesidir. Ruh sağlığı alanında hizmet veren sivil kurumların, savaşın travmatize ettiği sivillerin ve sivil hayata dönmüş askerlerin ruhsal sorunlarıyla ilgili çalışmalar yapmaları bu duyarsızlığın kırılmasında büyük önem taşımaktadır.”(1)

Anlaşılacağı üzere, bu “düşük yoğunluklu savaşta” rol almış askerlerin yaşayacağı travmayı tespit etmeye yarayacak bağımsız bir inceleme yapma olanağı yoktur. Konu ile ilgili sesi duyulanlar, asker kökenli sözde “bilim insanlarıdır.” Onların sorununun ise bu gerçekleri açığa çıkarmak olmadığı açıktır. Bu sözde bilim çevrelerinin elinde psikiyatri, savaşa sürülen askerlere verilen bir zehre dönüşmektedir. Tıpkı 24-25 Ekim 1993 tarihlerinde Hürriyet gazetesinde yayımlanan röportajında “savaşan insanda stres azalır” diyen Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı ve aynı zamanda yüksek rütbeli bir asker olan Prof. Dr. Salih Battal’ın yaptığı gibi. Askeri psikiyatristler aracılığı ile subay ve askerlere savaş stresi ile başa çıkmayı öğrettiklerini belirten bu “prof”, savaş sendromunun kısa bir rehabilitasyonla üstesinden gelinebileceğini iddia etmektedir.

Gülhane Askeri Tıp Akademisi Komutanlığı Karargahı’na bağlı TSK Rehabilitasyon ve Bakım Servisi Merkezi bünyesindeki Psikolojik ve Sosyal Hizmetler Danışmanlık Bölümü’nde psikolog olarak bir dönem görev yapan H.A.’nın söyledikleri ise, bu iddiaların dayanaksızlığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. H.A, Özgür Politika’da yapılan röportajda şunları söylüyor: “Bölge’deki her on askerden 7’si travma yaşamıştır. 1990-2000 arasında 35 bin asker bunalıma girdiği için çeşitli hastane veya rehabilitasyon merkezlerine başvurdu. Fakat bu durumda olanların 4-5 kat fazlası hiç başvuru yapmamıştır.”

H.A, sadece 2006 yılında GATA’da iki bin askerin tedavi gördüğünü belirtiyor ve ekliyor: “Yıllık ortalama üç bin kişi başvuruyor. Ancak 500 ile 700 arasında bir sayı kabul ediliyor. Tabii kabul edilenlerin büyük çoğunluğu psikolojik sorunlar sonucu depresyon yaşayanlardır. Belirttiğim rakamlar içinde fiziksel tedavi görenler de var. Lakin bunlar içinde yine birçoğu psikolojik rehabilitasyonlara tabi tutuluyor. Çünkü fiziksel yetmezlikler, söz konusu kişiler üzerinde derin psikolojik bunalımlara yol açıyor.”

“Savaş Bölgesinde Görev Yapan Askeri Popülasyonda Görülen Travma Sonrası Stress Bozukluğu Üzerine Bir Çalışma” (TSSB) (2) başlıklı araştırmaya göre, 1989-1992 arasında, bölgede görev yapan askerlerde görülen “Travma Sonrası Stress Bozukluğu” (TSSB) diğer bölgelere göre tam üç kat daha fazladır. Yine GATA bünyesinde doktor yüzbaşı Ulvi Reha Yılmaz’ın “Çatışma bölgesinde görev yapan ve GATA Psikiyatri Anabilim Dalı’na başvuran askeri personelde, silahlı çatışmaya katılacak olmanın stresi ile silahlı çatışmaya katılmış olmanın psikopatolojik etkilerinin araştırılması ve çatışma sonrası psikolojik durumun incelenmesi” başlıklı bir uzmanlık tezi bulunmaktadır. (3) 1995 yılında yapılan bu çalışmaya göre, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde görev yapan askerlerde TSSB belirtilerine yüzde 27.8 oranında rastlanmıştır. Ayrıca, savaş ortamından psikolojik açıdan etkilenenler sadece, savaşa doğrudan aktif olarak katılmış olan askerler de değildir.

25 Aralık 1996 tarihinde bir açıklama yapan Genelkurmay Başkanlığı, askerlerin yürütülen savaş nedeniyle psikolojik sorunlar yaşadığı yönündeki haberleri yalanlamak zorunda kalmıştır.

Diyarbakır Askeri Hastanesi’nin faaliyet raporu ise tersini söylemektedir. Bu rapora göre hastanede 1995, 1996, 1997 yıllarında toplam 16 bin asker yatarak tedavi görmüştür. Bunlardan 2265’i psikiyatri servisinde tedavi görmüştür. Psikiyatri servisine poliklinik başvurusu yapan ve yatarak tedavi görenlerin yıllara göre dökümü şöyledir (4):

Yıllar 1995 1996 1997

Poliklinik 7045 6291 6942

Yatarak 721 617 927

2002 yılında ise meclise bir soru önergesi verilmiştir. Bu soru önergesine cevaben dönemin Milli Savunma Bakanı Sabahhatin Çakmakoğlu, 1991 ve 2001 yılları arasında TSK içinde 1248 intihar meydana geldiğini, 815’nin ölümle sonuçlandığını açıklar. 2001 ve 2009 tarihleri arasında kaç intihar, kaç cinayet ve kaç kişinin kazayla öldüğüne ilişkin ise resmi bir rakam bulunmamaktadır.

Bu konudaki haberleri ancak medyaya yansıdığı kadarıyla öğrenebiliyoruz. İşte bunlardan son zamanlarda basına yansıyan birkaç örnek:

* 16 Temmuz 2009… Tekirdağ’ın Çorlu ilçesi’nde Askerlik Şubesi Başkanlığı’nda nöbet tutan bir asker cinnet getirince kaleşnikof marka tüfekle sağa sola ateş açtı.

* 15.07.2009… Tunceli’de görev yapan bir asker, geçirdiği cinnet sonrası 2 arkadaşını öldürdükten sonra aynı silahla intihar etti.

* 30.08.2008… Şırnak’ın Silopi İlçesindeki Hisar Taburu’nda cinnet geçirdiği belirtilen er Hacı Demir, nöbet tutan jandarma çavuş Zekeriya Demirkaya ile jandarma er Erhan Boz’a ateş ederek öldürdü.

* Son görev yeri olan Diyarbakır’dan geçen yıl Haziran ayında emekli olan hava astsubayı Niyazi İnal memleketi Ödemiş’te eşi İnci İnal’ı, aralarında çıkan tartışma sırasında silahı ile öldürdü. Ardından intihar etti.

* 04.09.2008.. İki eski askerin cinneti: 7 ölü…

Ve Zonguldak’ın Çaycuma ilçesinde eşi dahil 6 kişiyi öldüren Şafak Köksal’ın durumu…

Dane Archer ve Rosemary Gartner isimli Amerikalı iki bilim insanının, savaşı yaşayan ve savaşa katılmamış halkların yaşadığı öldürme oranlarındaki değişmeleri inceledikleri bir araştırması bulunmaktadır. Bu araştırma kitabı “Barış Dönemi Kayıpları” adını taşımaktadır. (5) Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Vietnam Savaşı ve diğer 11 savaştan sonrasını kapsayan bu araştırmanın sonuçları, savaşan ülkelerde görülen öldürme olayları oranının, savaşa katılmayan ülkelerden daha fazla olduğunu ortaya çıkarmıştır. Öldürme vakaları savaşan ülkelerin çoğunda en azından %10 artış gösterirken, hiç savaşa girmemiş ülkelerde %10’dan fazla düşüş göstermektedir. Archer ve Gartner, Vietnam Savaşı sonrasında ABD’de şiddet suçlarındaki artışın büyük olduğunu belirtmektedirler. Bu artış, 1963-1973 arasında erkeklerde %101, kadınlarda ise %59’dur. Araştırmanın sonuçları göstermektedir ki, savaşın tahribatı ve aldığı canlar savaştan sonra da devam etmektedir. Savaşların yarattığı psikolojik ortam insan öldürmeyi sadece cephede değil, savaş sonrasında da kolaylaştırmaktadır. İşte Şafak Köksal gibilerinin durumu bunu anlatmaktadır.*

Eşitlik, özgürlük, gönüllü birlik için!

Türk ordusunda yaşanmakta olan travmaların sonuçları, örneklerini yaşadığımız bu gibi cinayetlerle karşımıza çıkmaktadır. Sermaye tarafından şimdiye dek bu savaşta feda edilenler sadece emekçi çocukları da değildir. Tırmandırılan şovenizm ve Kürt halkına düşmanlık amaçlananın bir parçasıysa, diğer önemli parçası da insanın insan olan yanının törpülenmesidir. Cinnete ve travmaya açık, her an kan dökmeye hazır… Bu, “bebekten katil yaratan” bir düzenin arzuladığı insan tipidir. Emekçi çocuklarının eline kardeş kanı bulaştıran, kişiliksizleştirerek bir katile dönüştüren bu kapitalist sistemdir.

Haklı bir temele dayanmayan, Kürt halkını hedef alan bu savaşın kirini elimizden ve ruhumuzdan silmek için tek bir çare vardır. Gerçeklerle yüzleşmek! Savaşın yarattığı travmayla… Kürdistan’da çektirilen “hatıra fotoğraflarıyla”, “kulak koleksiyonlarıyla”… 17 bin faili meçhul cinayetle, yakılan, yıkılan, boşaltılan köylerle… İşkencelerle, kayıplarla, tecavüzlerle… Asit kuyularında eriyen insan kemikleriyle yüzleşmek… Kimyasalların kavurduğu bedenlerle yüzleşmek… “Çocuk da olsa, kadın da olsa” kimliği için direnen bir halkın tarifsiz acılarıyla yüzleşmek… Diyarbakır zindanlarındaki vahşetin, yıkılacak duvarlar arasında kaybolmaması için yüzleşmek… Ve yüzleşebilmek için de eşit koşulları yaratmak… Kürt halkının kaderinin kendi elinde olacağı bir birlikteliktir bu. “Eşitlik, özgürlük ve gönüllü birlik” temelinde kardeşçe yan yana gelmektir yani. Bu, sosyalizmdir!

Hiçbir şey olmamış gibi davranmak, yaşananları yok saymak samimiyetsizliğin göstergesidir. Bu ancak burjuvazinin ikiyüzlülüğü olabilir. Sürekli birbirine kırdırılmak istenen iki kardeş halk geçmişi unutarak değil, bir daha aynı acıları yaşamamak için, geçmişi aklından çıkarmayarak yan yana gelmelidir. Acılarımızı hatırlanmaya değer kılan, bizlere bu acıları yaşatanlardan hesap sorma bilincidir. Çünkü çekilen acılarımızın tek nedeni bu kapitalist sistemdir. Öfkemizin adresi de, bizi yoksulluğa ve geleceksizliğe mahkûm eden, gençlerimizi kendi çıkarları için ölüme yollayan, cinnete ve intihara sürükleyen bu sömürü düzeni olmalıdır.   

(1) CEM KAPTANOĞLU, Travma ile İlişkili Ruhsal Tepkiler. Türkiye İnsan Hakları Vakfı Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri Raporu, 1995

(2) Mehmet Z. SUNGUR, B. Akın SÜRMELİ, Ahmet ÖZÇUBUKÇUOĞLU, Güneydoğu’da Görev Yapan Askeri Popülasyonda Görülen Travma Sonrası Stres Bozukluğu Üzerine Bir Çalışma, Nöropsikiyatri Arşivi - TİHV, 1996 

Türkiye İnsan Hakları Raporu, Ankara, 1998

(3) Akt. TİHV, 1996 Türkiye İnsan Hakları Raporu, Ankara, 1998

(4) Ekgündem, 03.10.1998 tarihli Ülkede Gündem gazetesinin eki

(5) Dane ARCHER, Rosemary GARTNER, Barış Dönemi Kayıpları, çev: Aysun Babacan, Yapı Kredi Yayınları

* İstatistikî veriler Savaş Karşıtları Derneği sitesinde yeralan 01.01.1998 tarihli “Türkiye’de Ordu ve İnsan Hakları İhlalleri” adlı yazıdan derlenmiştir...

 

 

 

Kızıl Bayrak’tan zorunlu açıklama...

Ne devlet terörü ne de
sansürcü zihniyet
“Sınıfın, devrimin ve
sosyalizmin sesi”ni susturabilir!

Gazetemizin yaklaşık 4 yıldır basıldığı Gün Matbaası, Kızıl Bayrak’ın 2009/32. sayısının baskıya girmesine iki gün kala gazetenin bundan böyle matbaalarında basılamayacağını bildirdi. Gazetemizin basılmama gerekçesi ise M. Can Yüce’nin yazılarının gazetemizin sayfalarında yer alması olarak ifade edildi. Oysa Gün Matbaası 4 yıl kadar önce gazetemizi basmayı bize kendisi teklif etmiş, bizim dile getirdiğimiz benzeri kaygıları ise matbaalarının “profesyonel” davrandığını söyleyerek yanıtlamıştı.

Şimdi ise, tam da sermaye devletinin devrimci-sosyalist basın üzerindeki ablukasının yoğunlaştığı bir süreçte, devrimci eleştiri karşısında tahammülsüz, sansürcü ve yasakçı bir tutum sergilenmektedir. Ortaya konulan bu sansürcü zihniyet belli noktaları hatırlatmayı zorunlu kılmaktadır.

Kızıl Bayrak Kürt sorununu bilimsel sosyalist perspektifle değerlendirmektedir!

Gazetemiz Kızıl Bayrak Kürt basınına ve Kürt halkına dönük saldırıları, maruz kaldığı devlet terörünü basınında teşhir etmiş, Kürt halkının talep ve özlemlerini sayfalarına taşımayı komünist kimliğinin ve devrimci sınıf çizgisinin bir gereği olarak görmüştür. Ancak Kızıl Bayrak’ın savunduğu devrimci çizgi bugüne kadar Kürt hareketinin içinde bulunduğu tabloyu devrimci bir perspektif ile değerlendirme ve yorumlamayı da görev bilmiştir. Bu eleştiriler Kürt hareketinin yanısıra solun liberal-reformist kesimlerine ve sosyal şoven akımlara da aynı toklukla yöneltilmiştir. Bilimsel sosyalizm ışığında ortaya konan tespitler hiçbir biçimde şu ve bu çevreyi rahatsız edebileceği kaygısıyla sınırlanmamış, “Gerçekler devrimcidir!” şiarı yayın politikamıza kılavuz edinilmiştir. Kürt hareketine yakınlığı ile bilinen Gün Matbaası’nın gazetemize yönelik giriştiği yasakçı tutumun gerisinde aynı zamanda bu eleştirilerden duyulan rahatsızlık yatmaktadır.

Devrimci basına yönelik saldırıların arttığı ve dayanışmanın yükseltilmesinin büyük bir önem taşıdığı bir süreçte Kızıl Bayrak gazetesinin yayın faaliyetini aksatmaya ve sansüre tabi tutmaya yönelik bir girişim ortaya konulmuştur. Gazete çalışanlarımız tutuklanır, kurumlarımız basılırken sergilenen bu tutumun gerisinde “özgür basın geleneğini” savunmak için devlete yıllarca direnmiş, her tür saldırıya, baskıya, katliama karşı mücadele etmiş bir hareketin olması son derece düşündürücüdür. Kürt basını devletin yıllarca kendisine uyguladığı baskı ve sansürü farklı bir düzlemde de olsa bugün komünistlere uygulamaya çalışmaktadır.

Sansür uygulanmaya çalışılan gazetemizin son sayısının kapağında, “Her türlü ulusal baskı, eşitsizlik ve ayrıcalık ortadan kaldırılsın!”, “Kürt ulusuna kendi kaderini tayin hakkı!”, “Tüm dillerin tam hak eşitliği! Zorunlu devlet dili kaldırılsın! Herkese kendi anadilinde eğitim hakkı!”, “Tüm azınlık milliyetlere kendi dillerini ve kültürlerini kullanma, koruma ve geliştirme olanağı!” şeklinde formüle edilen talepler yer almaktadır.

Bugün M. Can Yüce’nin kimliği üzerinden ifade edilen gerilimin geçmişte farklı yazılar bahane edilerek saflarımıza dönük fiziki saldırılara dönüşebildiği bilinmekte, sansür uygulaması bundan ayrı düşünülmemektedir.

Ne devlet terörü, ne de devrimci eleştiriyi tahamülsüzlükle karşılayanların dayatmaları Kızıl Bayrak’ın işçi ve emekçilere ulaşmasına engel olabilir. Yayın hayatının 15. yılını geride bırakan Kızıl Bayrak sınıfın, devrimin ve sosyalizmin sesi olmaya, gerçek kurtuluşun devrim ve sosyalizmde olduğunu haykırmaya devam edecektir.

Kızıl Bayrak