28 Ağustos 2009
Sayı: SİKB 2009/33

  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin “Kürt açılımı” açmazda!
  “Demokratik açılım” tartışmaları Kürt halkına saldırılar eşliğinde sürüyor!
  Emperyalist-kapitalist sistemin haydutları 1-7 Ekim’de Türkiye’ye geliyor.
  Haksız savaşların kiri silinemiyor
Sosyal yıkım saldırılarına
karşı mücadeleye!
Sermaye düzeninin
kolladığı iki katil!
Asemat’ta eylem, Asil Çelik’te
açlık grevi..!
Entes direnişinden
  İşçi ve emekçi hareketinden .
  Sermaye düzeninin Kürt sorununda tarihi çözümsüzlüğü
  Bir sendikalaşma deneyiminin gösterdikleri.
  3. köprü projesi: Yeni bir talan ve
çevre katliamı
  Afganistan’da seçim oyunu
  CIA’ya işkence soruşturması
  İlaç tekelleri insan yaşamını
hiçe sayıyorlar
  “Açılımlar” ve devrimci yurtsever
tutum üzerine
  Din tacirlerinin Ramazan’dan yansıyan görüntüleri
  Bültenlerdern.
  Hasta tutsaklar serbest bırakılsın!
  Sincan Kadın Hapishanesi’nden
mektup
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sermaye düzeninin kolladığı iki katil!

İstanbul Etiler’de 3 Mart 2009’da vahşice öldürülen 18 yaşındaki Münevver Karabulut cinayeti davası, burjuva hukukunu ve işleyişini teşhir edercesine sürüyor. Münevver’in ailesi ve yakınlarının çabalarıyla gündeme gelen soruşturma, tüm sümenaltı etme çabalarına rağmen sürdürülüyor. Ailenin yaptığı ciddi suçlamalar içeren açıklamaların ardından soruşturmanın derinleştirilmesi yönlü adımlar atılması, sermaye hukukunun gizlemeye çalıştığı kirli ilişkileri de gösteriyor.

Davaya sözleriyle de taraf olanlardan biri İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’tı. Münevver’in ailesini kastederek “kızlarına sahip çıksalardı” diyen Cerrah’ın bu sözlerini, basit bir umursamazlık ve rahatlıkla açıklamak saflık olur. Zira, Garipoğlu hanedanının devlet bürokrasisi ve emniyet teşkilatıyla derin ilişkisi hep gündemdedir. Nitekim Tayyip Erdoğan da bu cinayetle ilgili olarak, Cerrah’tan da rahat bir üslupla konuşabilmektedir: “Çocuğumuz öyle nereye giderse gitsin olmaz. Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya…”

Zalimler için mazlumun ahını almak bir alışkanlıktır. Başka bir alışkanlık da mazlumun, yani yoksulun öldürülse bile suçlu ilan edilmesidir. Tıpkı iş kazalarında ölen işçilerin patronlar tarafından suçlu görülmesi gibi...

Münevver’in babasının bir takım duyumlara da dayanarak açıkça dile getirdiği iddiaları ise sadece bir cesaretle açıklamak gerçekçi değildir. Yaratılan kamuoyu, ki bunda Münevver’in ailesinin büyük bir payı vardır, şimdi devleti ve emniyet teşkilatını sıkıştırmış durumdadır. Ancak 180’li günleri bulan cinayetin failinin hala yakalanamamış olması da bir başka gerçektir. Her gün yeni bir şey bulmuş gibi yaparak, medyayı bu çerçevede etkin kullanarak zaman kazanan yetkililer, Münevver’in ailesiyle ilişkilerini kuvvetlendirerek rahatlamak istemektedirler. Katil ise, burjuva sınıfa mensup olmanın avantajıyla elbette korunaklı bir yerde saklanmaktadır.

Baba Süreyya Karabulut’un, “devletin kurumlarındaki bazı kişilerin Garipoğlu ailesi ile ilişkileri ortaya çıkacaktır. Bu ülkede parası olan var olacak da, olmayan yok mu olacak. Kanun sana bana geçiyor da, Garipoğlu ailesine geçmeyecek mi?” sözleri durumu anlatmaya yetmektedir.

Ancak kırmızı bültenle olsa da aranmakta olan katilin, hatırı sayılır bir burjuva aileden olduğu düşünülürse, Münevver’in ailesinin çabasını arttırması gerekecektir. Bu haliyle bu dava adli bir dava olmanın ötesine geçmiştir. Çünkü baba Karabulut’un sözleriyle aranan şahıs, Garipoğlu ailesinden değil de yoksul bir aileden, örneğin Karabulut ailesinden olsaydı, tablo çok daha farklı olurdu.

Bu haliyle Münevver Karabulut cinayeti Sinem Yalçın’ın öldürülmesine benzemektedir. 29 yaşındaki Sinem Yalçın, 14 Ocak 2008 günü İstanbul Üsküdar’da emniyet şeridine girerek aracından iner ve Faruk Kalkavan’ın kullandığı cipin altında ezilir. Faruk Kalkavan lüks cipiyle Sinem’i ezerek öldürmüştür. Yasalar karşısında suçludur. 24 Nisan 2008 tarihindeki duruşmada üç ay yattıktan sonra tahliye edilir. İlgili mahkemenin sonradan verdiği ceza sadece 5 yıl 4 ay hapistir. Zira Kalkavan’da hatırı sayılı bir burjuva aile mensubudur. Garipoğlu hanedanı gibi Kalkavan hanedanı da kapitalist sınıfa mensuptur. Bu nedenledir ki, Faruk Kalkavan’ın nerede olduğu şu an bilinmemektedir. O da Cem Garipoğlu gibi kendi sınıfının koruması altındadır.

Benzerlikler sadece bu kadarla sınırlı değildir. Her iki davada da Adli Tıp’ın rezaleti açığa çıkmıştır. Sinem’in annesi mahkeme süreciyle ilgili şöyle konuşmaktadır: “Adalet Bakanlığı’nda sürüklenerek dışarıya atıldım, müsteşar tarafından. Kalkavanlar’dan birisi gözümün önünde bir çanta parayı Adalet Bakanlığı müsteşarının önüne koydu.”

Yalçın ailesi de Cerrah’tan şikâyetçidir. Baba Sinan Yalçın, “Bundan önceki Sayın Emniyet Müdürümüz bu konuyla fazla ilgilenmedi maalesef, katilden yana oldu. Sayın Cerrah kendi avukatını Faruk Kalkavan’ı savunması için gönderdi” demektedir. Ayrıca Kalkavan’da hanedanı gemi işiyle de uğraşmaktadır. Bu burjuva aileye ait Tuzla’daki Sedef Tersanesi’nde de iş cinayeti yaşanmış ve hayatını kaybeden işçiler olmuştur. Yani Kalkavanlar aynı zamanda işçi katilidirler.

Bu iki cinayet vakasının gösterdiği benzerlikler tesadüfî değildir. Bir tarafta hatırı sayılı iki burjuva aile, diğer tarafta emekçi sınıflara yakın duran başka iki aile. Ortada iki cinayet… Yetkililerin sergilediği aynı ilgisizlik… Kollanan iki katil…

Bu tabloya karşı yürütülecek hak arama mücadelesinde, insanların vicdanlarına seslenirken, “adaletin tecelli etmesi”ni engelleyenin katillerin sınıfsal kimlikleriyle doğrudan ilgili olduğu unutulmamalıdır.

 

 

Arsız bir kapitalistten “durum tespiti”!

Bundan 10 yıl önce 50 bin kişi kayıp verdiğimiz korkunç bir deprem yaşadık. Korkunçluğu depremin büyüklüğünden ziyade fiziki mekanda yarattığı tahribatla alenen görülebilen 7.5 şiddetindeki Marmara Depremi’nde 150 bine yakın bina çöktü ve enkazların altında 100 bin insanımız sakat kaldı. 600 bin kişi ise depremle gelen yeni güne başını sokabileceği bir damdan yoksun olarak başladı.

Büyük depremin 10. yıldönümüne denk gelen şu günlerde, henüz yaralarımız kapanmamışken, sermaye kesiminden ölülerimizin kemiklerini mezarlarında sızlatacak bir “durum tespiti” yapıldı. Türkiye’de inşaat sektörünün önde gelen şirketlerinden “Ağaoğlu” yönetim kurulu başkanı Ali Ağaoğlu, geçtiğimiz hafta bir gazeteye verdiği röportajda, özellikle 1970 ve 1980’li yıllarda İstanbul’da yapılan binaların %70’inin çok kötü durumda olduğunu, olası bir depremde bu binaların yerle bir olacağını, tahribat sonucu oluşan enkaz yığınına girmeye ordunun bile gücünün yetemeyeceğini ve deprem anında ölen kişinin çok şanslı olduğunu belirtti.

Sermayenin bu riyakar sözcüsü aynı zamanda, ‘70 ve ‘80’li yıllarda İstanbul’daki binaların büyük bir kısmının kendi aile şirketleri tarafından yapıldığını, bununla birlikte inşaat işleri dışında inşaat malzemeleri tedarikçiliği de yaptıklarını, Marmara Denizi’nden çektikleri kum ve hurdacılardan satın aldıkları demiri müteahhitlere yine bizzat kendilerinin sattıklarını belirtti.

Bu açıklamaların bir itiraftan ziyade bir durum tespiti olduğunu sıklıkla vurgulayan Ağaoğlu; “1970’li yıllar, sanayağ ve benzinin karneyle alındığı zamanlardı. İbrahim Tatlıses’in dediği gibi, Urfa’da Oxford vardı da okumadık mı? Yani o dönemde en iyi malzeme onlardı. Teknoloji yoktu, betonlar kürekle karıştırıldı. Sağdan sola en az beş kere karıştırılması gerekirdi. Beton işleri de Doğulu ekiplerin elindeydi. İşçilere laf da anlatamazdık. Bir kere çevirip bırakırlardı” diyerek, suçu teknolojiye ve “laf anlamayan doğulu işçilere” atarak kendini aklamaya çalıştı. İkiyüzlülükte sınır tanımayan bu sermeye sözcüsü, depremin olası etkilerini en alt seviyeye indirmek için binaların depremi beklemeden yıkılıp yeniden inşa edilmesi gerektiğini salık verdi. Bu noktada “Kentsel Dönüşüm Yasası”nı bir velinimet olarak değerlendiren Ağaoğlu, konuşmasında “Kentsel Dönüşüm Yasası”na methiyeler düzdü.

İnsanlık onurunun bu kadar alçaldığı, sahtekârlık ve arsızlığın bu denli boyutlara ulaştığı “kapitalist sistem” için, 50 bin kişinin ölümü çok bir şey ifade etmiyor olmalı ki, bu sistemin sözcüleri tarafından böylesine densiz açıklamalar yapılabiliyor. “Bu çürük binaları ben yaptım, bu büyük cinayette benim de parmağım var” diye bar bar bağıran bir katil, televizyon kanallarında bir kral gibi ağırlanıyor, saygıda kusur edilmiyor. “Mülkün temeli” adaletin sözcüleri bu itirafa kulak tıkarken, malum şahıs hakkında suç duyurusu bile yapılmıyor. Ancak yıkımlara karşı barınma hakkını savunan emekçiler, harçlara karşı sokağa dökülen öğrenciler ve de işini geri isteyip fabrika önünde direnişe geçen işçiler, her defasında azgın devlet terörünün en katmerlisini yaşıyor, biber gazında boğuluyor, coplarla dövülüyor, gözaltına alınıyor ve hapse tıkılıyor.

Tek amacı daha fazla kâr etmek olan kapitalist sistem için insan hayatı zerre kadar değer teşkil etmez. Mühim olan onların daha fazla, çok daha fazla kazanmaları ve kâr etmeleridir. Bu uğurda kimileri sayısız cinayet işlerken, kimileri de bu cinayeti görmezlikten gelerek ortaklıklarını ve de sermayelerini bu şekilde büyütürler. Tüm bu sorumsuzluğun ve açgözlülüğün cefasını çekmek ve elemini yüreğinde taşımak yine emekçilere düşer. Bu soyguncu çetesi, bu aç yırtıcılar dünyanın tüm nimetlerini kendi özellerinde tekelleştirirken, biz emekçilerin payına gırtlağına kadar yoksulluk ve sefalet kalır.

Tüm bu yaşanılanlar yaşanılması gereken bir alın yazısı değil elbette. Dünyayı değiştirmek yine o dünyayı yaratan bu nasırlı, bu hünerli ellerimizde. Başka bir dünya mümkün ve o başka dünyayı kızıl bayrağı göklerde dalgalandıran o yüce ellerimizle kuracağız. Bizi açlığa, sefalete mahkûm edenlerden, Ahmet Arif’in de söylediği gibi “aşımıza ekmeğimize göz koyan o engerek ve çıyanlardan” hesap soracağız.

Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları