28 Ağustos 2009
Sayı: SİKB 2009/33

  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin “Kürt açılımı” açmazda!
  “Demokratik açılım” tartışmaları Kürt halkına saldırılar eşliğinde sürüyor!
  Emperyalist-kapitalist sistemin haydutları 1-7 Ekim’de Türkiye’ye geliyor.
  Haksız savaşların kiri silinemiyor
Sosyal yıkım saldırılarına
karşı mücadeleye!
Sermaye düzeninin
kolladığı iki katil!
Asemat’ta eylem, Asil Çelik’te
açlık grevi..!
Entes direnişinden
  İşçi ve emekçi hareketinden .
  Sermaye düzeninin Kürt sorununda tarihi çözümsüzlüğü
  Bir sendikalaşma deneyiminin gösterdikleri.
  3. köprü projesi: Yeni bir talan ve
çevre katliamı
  Afganistan’da seçim oyunu
  CIA’ya işkence soruşturması
  İlaç tekelleri insan yaşamını
hiçe sayıyorlar
  “Açılımlar” ve devrimci yurtsever
tutum üzerine
  Din tacirlerinin Ramazan’dan yansıyan görüntüleri
  Bültenlerdern.
  Hasta tutsaklar serbest bırakılsın!
  Sincan Kadın Hapishanesi’nden
mektup
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sermaye düzeninin Kürt sorununda tarihi çözümsüzlüğü

(SY Kızıl Bayrak,  27 Ağustos 2005, Sayı: 2005/34)

Türkiye toplumu 6 yıllık İmralı teslimiyeti sürecinin ardından bugün Kürt sorununda çok daha geri bir noktaya savrulmuş bulunmaktadır. Kürt hareketinin silahlı savaşı boyunca sermaye düzeni tarafından toplumda güçlü bir şovenizm ruhu yaratılmış olsa bile, bu kendini somutta daha çok PKK düşmanlığı üzerinden gösteriyor, o aşamada halklar arası ilişkileri fazlaca etkilemiyordu. Oysa bugün aynı şovenist ruh hali kaba bir Kürt düşmanlığı boyutlarına genişleme seyri izliyor. Son zamanların bir dizi belirtisinden de hareketle birçok kimse toplumu bekleyen bir Kürt-Türk çatışması tehlikesinden sözedebiliyor. Dahası gerici-şoven çevreler bunu bir tehdit, Kürt halkının haklı istemlerini bloke etmenin, onu sindirmenin bir aracı olarak kullanmaya bile yeltenebiliyor.

Bu sonuç açıkça gösteriyor ki, devletin ve PKK’nin karşılıklı olarak İmralı sonrasında izlediği çizgi, çözüm bir yana Kürt sorununun bir parça olsun yumuşatılmasına bile hizmet etmiş değildir. Bugün Kürt sorunu her zamankinden daha fazla toplumu germektedir ve son haftalarda hükümet cephesinden özel kaygı ve hesaplarla yaratılmaya çalışılan iyimser havaya rağmen gerçekte kısmi bir çözüm için bile ortada henüz herhangi bir olanak ya da yönelim görünmemektedir.

Burjuva düzen ve devlet cephesi, Abdullah Öcalan’ı teslim almakla ve böylece İmralı çizgisi üzerinden PKK’yi teslimiyet çizgisine çekmekle, Kürt sorununun ‘90’lı yıllarda yarattığı büyük sarsıntıyı neredeyse kayıpsız olarak geride bırakabileceğini sandı. Fakat bugün tüm açıklığı ile ortaya çıktığı gibi bir kez daha fena halde yanılmış oldu. Öte yandan, İmralı teslimiyetinin mimarı Abdullah Öcalan, düzenle barıştırıp bütünleştirmek üzere Kürt hareketinin devrimci düşünce ve değerlerle her türlü bağını kopardı; Kürt halkının temel ulusal istemlerini bir yana bırakarak sorunu alt kültürel kimlik derekesine indirdi; böylece Kürt sorununun sorun olmaktan çıkacağını ve Kürt-Türk ilişkilerinde yeni bir tarihi dönemin önünün açılacağını iddia etti. Oysa aradan geçen altı yılın ardından Kürt sorununun çözümünde hiçbir ilerleme kaydedilmedi, tersine sorun daha da ağırlaşmış biçimiyle gündemin orta yerinde duruyor. Türk ve Kürt halklarının ilişkileri ise bu aynı dönem içinde daha da gelişmek bir yana bugün iki halkın tarihinde görülmemiş türden tehlikelerle yüzyüze bulunuyor.

Bu tablo, İmralı teslimiyetinin sunduğu muazzam olanakların rehavetine kapılan burjuva düzen cephesinin olduğu kadar, teslimiyeti tarihten gelen Türk-Kürt kardeşliğini korumak ve daha da ileriye götürmek türünden pek ulvi amaçlarla mazur göstermeye çalışan İmralı çizgisinin karşılıklı iflasını belgelemekten başka bir anlama gelmiyor.

Bütün bunlara daha yakından bakalım.

Resmi inkarcılığın çöküşü ve “Kürt realitesi”

PKK’nin yürüttüğü silahlı ulusal mücadele ‘90’lı yılların başında Kürt halkının ulusal istemlere dayalı kitlesel hareketiyle birleşince, Türk burjuvazisi ve onun adına ülkeyi yönetenler, Türkiye’deki Kürt sorununun kapsam ve derinliğini de nihayet bir ölçüde farketmiş oldular. Kürt halkının özgürlük ve eşitlik istemine dayalı tarihi çıkışı, bütün bir Cumhuriyet dönemine hakim olmuş inkar ve asimilasyon politikasına vurulmuş büyük bir darbeydi. O güne kadarki resmi kabuller resmi düzeyde hala da sürdürülmeye çalışılsa bile, mücadelenin gücü ve basıncı altında toplumda tüm bunlar kaçınılmaz olarak tartışılır ve sorgulanır hale geldi. Bizzat düzenin kendi içinden birçok kişi ve çevre, anlamını ve önemini bütün ağırlığı ile ortaya koyan Kürt sorunu gerçeğini inkar etmenin artık olanaksız hale geldiğini, bundan böyle inkar ve ulusal eritme politikalarıyla bir yere varılamayacağını düşünmeye ve dile getirmeye başladılar. Bu etkisini giderek resmi kabuller üzerinden de gösterdi; o günün yönetim zirvesinde bulunanlar, bu ülkede bir “Kürt realitesi” olduğunu artık lütfen dile getirmek zorunda kaldılar.

“Kürt realitesi”ni bu kabul edişin o aşamada herhangi bir politik ve pratik sonucu olmadı. Zira bu “realite”yi kabul etmiş görünenler onunla bundan böyle nasıl bir ilişkiye girecekleri, Kürt sorununu çözmek değilse bile bir dönem için hafifletmek ve böylece Kürtleri yatıştırarak yeniden sisteme entegre etmek üzere neler yapabilecekleri konusunda herhangi bir fikir, politika ve pratik tutumdan yoksundular. O gün üzerinden alındığında, 70 yılı bulmuş bir katı inkarcı politikadan “Kürt realitesi”ni kabule dayalı yeni bir politik tutuma yönelmek elbette kolay iş değildi. Eskinin yerine yeni bir şey koymak değilse bile sürdürülemez hale geldiği kesinleşen eskinin nasıl bir revizyondan geçirilebileceği konusunda yönetim katında herhangi bir açıklık yoktu. Bu bir politikasızlık durumuydu ve o gün için olduğu kadarıyla tüm politika, “bölücü terör” olarak kodlanan silahlı direnişin ve ona eşlik eden halk hareketinin ne pahasına olursa olsun ezilmesine yönelikti. Gerici düzen cephesi yeni silahlı Kürt başkaldırısının mutlaka ezilmesi gerektiğini düşünüyor ve önceliğin buna verilmesi konusunda birleşiyordu. Bu öncelik sözünü ettiğimiz politikasızlık durumunu da o gün için büyük ölçüde gizliyordu.

Görünürde Amerikalı akıl hocalarının örgütlü toplumsal muhalefetle yüzyüze bulunan tüm işbirlikçi rejimlere önerdikleri “önce ez sonra çöz” stratejisi izleniyordu. Elbette Kürt sorunu üzerine konuşulacak ve günü geldiğinde “Kürt realitesi”ni hesaba katan bazı düzenlemeler de yapılacaktı; fakat bunun için öncelikle silahlı direnişin ezilmesi gerekiyordu, o günün egemen mantığı buydu. Bu mantığa göre, direnişin gücü karşısında Kürtlere herhangi bir hak verilmemeliydi; zira bu yeni ve daha ileri hak arayışları için politik ve moral bir dayanağa dönüşür, geleceğin yeni başkaldırılarını hazırlardı. Direnme yolunu tutarak bugün bu kadarını alanlar, yarın yeni direnişlere başvurarak daha ilerisini istemeye ve almaya yeltenebilirlerdi. Bu nedenle verilebileceği kadarıyla bir takım kültürel hak kırıntıları ancak direniş ezildikten ve dolayısıyla hareket moral olarak çökertildikten sonra verilmeli, yani yenilgiye uğratılmış ve teslim alınmış olanlara ihsan edilmeli, böylece daha fazlasını istemeye kalkarlarsa verilenlerin de geri alınacağı tehditi daha en baştan canlı tutulmalı, peşinen zihinlere kazınmalıydı. İlla bir politikadan sözedilecekse, burjuva gericiliğinin silahlı direnişin sürdüğü dönemdeki Kürt sorunu politikası işte buydu, bundan ibaretti.

‘90’ların ortasında gözden geçirilen “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nde “yerel kültürler”in tanınmasına ilişkin ifadeler, günü geldiğinde ihsan edilecek hak kırıntılarına bir ön hazırlık sayılabilirdi. Değişik vesilelerle basına 14 madde halinde yansıyan devletin bu gizli ama gerçek anayasasının 8. maddesi, Kürt sorununa düşünülen sözde çözümün sınırlarını da ortaya koyuyordu ve aynen şöyleydi: “Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.”

Buradaki “kamusal alana kaymamak koşulu”, Kürt sorununu siyasal niteliği ile ele almayı reddetmek, dolayısıyla egemen ulusun tüm siyasal ayrıcalıklarını olduğu gibi korumak, tersinden de Kürtleri tüm siyasal haklardan yoksun bırakmaya devam etmek anlamına geliyordu. Kürt ulusal gerçeği salt bir yerel kültürel kimlikten ibaret görülüyor ve ona ancak kamusal alan dışında kendini ifade etme şansı tanınıyordu. Bu aslında hiçbir şey tanımamakla, hiçbir hak vermemekle aynı anlama geliyordu. Zira ulusal haklar doğası gereği ancak tümüyle kamusal olan bir zeminde bir anlam taşır. Bu alanı ezilen bir ulusa yasaklamak, ulusal eşitsizliği ve bunun ifadesi ulusal köleliği kurumlaştırmak ve süreklileştirmek demektir. Bundan ötesi insanların gündelik yaşam alanı ve ilişkileriyle ilgilidir ki, bu alana bile yasaklar koymaya kalkmak akıl dışıdır ve bu alana serbestlik tanımayı hak tanımak olarak sunmaya kalkmak örneği az bulunur bir utanmazlıktır.

Buna rağmen burjuva devlet buna siyaset belgesinde yer vermekle ileri bir adım attığını düşünüyordu ve böyle düşünmesinin her şeye rağmen bir mantığı da vardı. Sermaye cumhuriyeti Ortadoğu’nun en eski halklarından birinin varlığını bile o güne kadar “kart-kurt” masallarıyla inkar etmek yolunu tutmuştu. Uzun onyıllar boyunca Kürt kimliği inkar edilmiş, “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyalarıyla (öteki azınlık dilleri yanında) Kürt diline (kamusal alan bir yana) gündelik yaşam ilişkileri alanında bile sistemli baskı uygulanmış ve nihayet 12 Eylül döneminde Kürt dili üzerindeki yasak anayasa hükmü düzeyine çıkarılabilmişti. “29. isyan”ın yarattığı büyük sarsıntı ortamında bu utancı sürdürmek olanaksız hale geldiği içindir ki, “Kürt realitesi”nin artık lütfen tanınması, inkarcı rejimin temsilcilerine ciddi ciddi ileriye doğru atılmış büyük bir adım olarak görünebilmiştir ve halen de rejimin en liberal kalemleri bile bunu böyle görebilmekte, Türkiye’nin gerçekte Kürt sorununda nereden nereye geldiğinin bir göstergesi sayabilmektedirler.

Bu gerçeklerin ışığında bakıldığında, “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nin sözünü ettiğimiz hükmü Kürtlere tanınacak hakların sınırlarını değil, gerçekte hiçbir hakkın tanınmayacağına ilişkin bir hükmü tanımlıyor. “Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır” hükmü, işin aslında, insanların (tek tek bireylerin!) kendilerini Kürt olarak görmesinin kabullenilmesi, 12 Eylül’ün utanç verici dil yasaklarının kamusal alan dışında sorun olmaktan çıkarılması, ama “kamusal alan” sözkonusu olduğunda Kürt kimliğine (ve bu kimlikten doğan tüm haklara) ilişkin yasakların olduğu gibi sürdürülmesi anlamına geliyordu. Bu, Kürt sorununun tüm kapsam ve boyutlarıyla sorun olarak kalmaya devam etmesi demekti. Bu bir arpa boyu ilerlemek bile değildi. İnkarcı rejime karşı silahlı olarak baş kaldırmış ve bunu milyonların desteği ve sempatisi ile yapmış bir halkı kendi adıyla anmak zorunda kalmanın ilerlemeyle ne ilgisi olabilir ki? (Devletin gizli ama gerçek anayasasının “kamusal alana kaymamak” koşulu, örneğin ana dilde eğitim hakkı konusunda gösterilen o büyük gerici direnci, bunu bir istem olarak ifade eden Eğitim-Sen gibi kuruluşlara karşı gösterilen o büyük tahammülsüzlüğü de açıklamaktadır. Tüm karşı dirence ve sözüm ona AB demokrasisine rağmen Eğitim-Sen’in kapatılması kararı, halihazırda bu “milli” politikada ne denli kararlı olunduğunun da bir göstergesi sayılmalıdır.)

Halen de yürürlükte olan “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nin “kamusal alana kaymamak” koşulu, düzenin ve devletin Kürt sorununun çözümü doğrultusunda herhangi bir politik açılım yapmaktan kesin olarak uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Bu katı gerici inkarcı tutum, burjuva düzenin ve devletinin o gün olduğu gibi bugün de Kürt sorununda çuvallamasının, İmralı teslimiyeti ile birlikte elde edilen muazzam tarihi fırsata rağmen bugün yeniden ve üstelik daha da büyümüş ve boyutlanmış şekliyle Kürt sorunu kayasına toslamasının da açıklamasını vermektedir bize.

Kürt sorununda reform yapma yeteneksizliği

Burjuva gericiliği Kürt silahlı direnişini cepheden ezemedi, fakat elde etmeyi umduğu koşullara buna rağmen umulmadık bir zamanda ve biçimde kavuştu. Abdullah Öcalan’ın ABD-İsrail tarafından Türkiye’ye teslim edilmesi ve bunun İmralı teslimiyetiyle sonuçlanması, Türk burjuvazisini silahlı direnişi ezmek yoluyla elde edebileceğini umduğundan çok daha elverişli bir politik ve moral durumla yüzyüze bıraktı. İmralı duruşmaları ve kötü ünlü İmralı savunmaları, Kürt hareketini ideolojik planda devrimci düşünce ve politik tutumdan köklü bir biçimde koparmakla kalmadı, Kürt halk hareketinin o güne kadarki politik ve moral değerlerine de büyük bir darbe oldu. Kürt hareketi büyük bir düşünsel kargaşa ve moral yıkımla yüzyüze kaldı. Sürecin yeni seyri konusunda tam bir belirsizlik içinde sonu belirsiz bir bekleyişe girdi. Bu, yılları bulan bir bekleyiş içinde çözülme ve çürüme süreci idi.

Bütün bunlar tersinden burjuva düzen cephesine büyük bir moral üstünlük ve özgüven kazandırdı. Kürtlerin “29. isyanı” da herhangi bir pazarlık durumu yaratılmadan ve dolayısıyla bu yolla bir taviz vermek zorunda kalınmaksızın yenilgiye uğratılmıştı. Düzen cephesinde 70 yıllık inkarın ‘90’lı ilk yıllara egemen ezikliğinin yerini, ‘90’lı yılların sonunda “terör”ü boyun eğmek zorunda bırakan muzaffer bir devlet havası almıştı. Türk ordusu dünyada bir gerilla hareketini yenilgiye uğratan “ilk ve tek ordu” olarak sunuluyor, yenilmez devlet imajına bu yolla taze kan taşınıyordu. (Bu moral üstünlük durumu burjuva gericiliğinin devrimci muhalefeti tümden ezme konusunda ayrıca cesaretlendirdi ve F Tipi hücre saldırısı üzerinden kendini gösteren toplu katliam operasyonlarını kolaylaştırdı.)

Fakat işte kısmi başarının diyalektiği denilen durumun ayağa dolanması örneği tam da burada bir kez daha kendini gösterdi. Kürt sorununu “bölücü terör” ideolojik söylemine indirgeyerek bununla uzun yıllar kitleleri aldatanlar, bu ideolojik söylemin tuzağına kendileri de düştüler. PKK’nin İmralı üzerinden teslimiyete zorlanmış olmasını, Kürt sorununu bir kez daha görmezlikten gelmenin, özgürlük ve eşitlik istemine dayalı “29. isyan”ı siyasal açıdan neredeyse sıfır kayıpla geride bırakmanın bulunmaz olanağı saydılar. Oysa Kürt sorununun varlığını açıklıkla kabul ederek sınırlı bazı reformlarla Kürtlerin direniş döneminde alabildiğine uyarılmış ulusal duyarlılıklarını önemli ölçüde yatıştırabilir, bu arada buna İmralı açılımları üzerinden kendini fazlasıyla hazırlamış Kürt hareketini terbiye edip sisteme entegre edebilirlerdi. Gelgelelim katı bir inkarcılık mayası ile yoğrulmuş gerici burjuva düzeni bunları yapamadığını, bu esneklikten ve yetenekten yoksun olduğunu göstermiş bulunuyor.

70 yıllık bir katı ulusal inkar ve eritme politikasının ardından Kürt sorunu karşılarına tüm kapsamıyla çıkmış, toplumun o güne kadarki tüm dengelerini sarsmış ve kendilerini kirli savaşla sorunun önünü almaya çalışmanın ötesinde içinden çıkılamaz bir çaresizlik ve şaşkınlıkla yüzyüze bırakmıştı. İmralı teslimiyeti bulunmaz bir tanrı nimeti gibi bunun üzerine geldi. Sermaye devleti ve düzeni hiçbir biçimde hak etmediği bir moral ve politik üstünlük elde etti; böylece de kısmı iyileştirmelerle Kürt sorununu bloke etmek, bu arada Kürt hareketini sisteme entegre ederek sorun olmak çıkarmak potansiyel olanağına kavuştu. Oysa burjuva düzen adına devleti yönetenler hemencecik bu beklenmedik kolay başarının rehavetine kapıldılar ve bir kez daha gerçek siyasal kapsamıyla Kürt sorununu yok sayma hafifliği sergilediler. AB makyajları kapsamında ve bireysel kültürel haklar sınırlarında bu sorunun ağırlığını savuşturabileceklerini sandılar. Üstelik bunca hafifliği Kürt sorununun bölge çapında kendini gündemin ön sırasına çıkardığı ve Güney Kürdistan üzerinden fiili devlet çözümüne ulaştığı bir sırada ortaya koydular. Sonuç, Kürt sorununu büyümüş ve yeni boyutlar kazanmış haliyle karşılarında bulmak oldu. Ve halihazırda, geçmiş dönemin “teröre karşı mücadele” argümanıyla kirli savaşı yeniden tırmandırmak dışında herhangi bir politik çözüm yaklaşımı ve inisiyatifinden yoksun durumdadırlar. Bu burjuva düzeni payına Kürt sorunu üzerinden gerçek bir siyasal iflas durumudur.

Her seferinde ağırlaşarak yeniden gündeme gelen sorun

Türk burjuvazisi ve devleti bu yanılgıyı ilk kez yaşamıyor, onun tarihinde bu türden yanılgılar giderek bir zincir oluşturuyor. Dersim isyanıyla birlikte Cumhuriyeti izleyen ilk Kürt isyanları serisini kanlı operasyonlarla ezerek sona erdiren gerici burjuvazi, böylece Kürt sorununu kendi tarzında çözdüğünü sanmıştı. O güne kadarki isyanların başını çekmiş Kürt burjuva-feodal sınıflarını terbiye ederek kendine entegre etmede gösterdiği kolay başarı ile yenilmiş Kürt toplumuna dayatılan kapsamlı asimilasyon politikasının görünürdeki sonuçları, bunu bir süre için doğrular gibiydi de. Fakat yanıldığını anlaması için kabaca 20-25 yıllık bir zaman dilimi yetti. Türkiye’de ‘60’lı yıllar yeni temeller üzerinde kendini gösteren ve sonuçlarını bugün hala yaşamakta olduğumuz bir Kürt ulusal uyanışına sahne oldu. Ulusal özgürlük ve eşitlik davası bu kez alt sınıflar bünyesinde mayalanıyor, temsilciliğini ise geçmişten farklı ve bu yeni sosyal tabanla uyumlu olarak ilerici-devrimci akımlar yapıyordu. Bu, sosyal açıdan olduğu kadar ideolojik-politik açıdan da modern temellere dayalı yeni türden dinamik bir Kürt hareketi demekti ve geçmiş Kürt hareketleriyle kıyaslandığında büyük bir ilerlemenin ifadesiydi. Tam da aynı nedenle inkarcı burjuva düzeninin yeni boyutlarda ve daha derin köklere sahip bir Kürt sorunu ve hareketi ile karşı karşıya kalması demekti.

Gerici burjuvazi Kürt halkının bu yeni uyanışını daha 12 Mart darbesi öncesinde baskı, terör ve sindirme operasyonlarıyla karşıladı. İnkar politikasından taviz vermedi ve asimilasyon politikalarına yeni bir hız verdi. Ardından 12 Mart askeri faşist darbesiyle sosyal muhalefeti ve ilerici-devrimci hareketi ezerek, böylece yeni filizlenmekte olan devrimci hareketle birlikte Kürt ulusal uyanışının da üstesinden geldiğini sandı. Yanıldığını görmesi için bu kez birkaç yıldan fazla beklemek gerekmedi. ‘70’li yılların ikinci yarısı devrimci harekette olduğu kadar Kürt hareketinde de o güne dek görülmemiş boyutlarda bir kitlesel patlama oldu. Kürt ulusal bilinci ve bunun ürünü olan hareket, özellikle öğrenciler ile şehir küçük-burjuvazisinin aydınlanmış kesimleri arasında büyük bir güç kazandı. Çok sayıda ilerici-devrimci Kürt akımı bu sosyal zeminde yeşerip boy verdi. Bu, 12 Mart’ta daha filiz halindeyken ezilen hareketin önceki dönemle kıyasalanamaz boyutlarda kendini yeniden göstermesi anlamına geliyordu.

Burjuva gericiliğinin ‘70’lı yıllardaki büyük sosyal uyanışa ve devrimci yükselişe yanıtı 12 Eylül askeri faşist darbesi oldu. Darbecilerin daha baştan en önemli tespiti, 12 Mart’ın eksik bir operasyon olarak kaldığı, bu kez ezme ve bastırma harekatının sorunun kökünü kazımak boyutlarıyla ele alınması gerektiği idi. Devrimci hareketin olduğu kadar Kürt hareketinin de... Fakat birincisinde önemli ölçüde sağlanan başarının ikincisinde sağlanamadığını, tam tersine Kürt hareketinin büyük tarihi patlamasını tam da bu dönemde yaptığını biliyoruz. Kürt sorunu politik planda aydınlanmış öncü kesimlerle sınırlı bir sorun olmaktan çıktı, halkın geniş katmanlarını sarsan, uyandıran ve giderek kucaklayan, böylece de çözümünü dayatan bir sorun haline geldi ve tüm toplumun gündemine oturdu. Kural değişmemiş, sorunun ağırlığı ve etkisi kendini önceleyen dönemi bir kez daha aşmıştı.

Sonrasını önden özetlemiş bulunuyoruz. İmralı teslimiyeti, bunun düzen cephesinde yarattığı rehavet ve sorunu bir kez daha yok sayma hafifliği, ve nihayet, bugün bir kez daha önplana çıkmış ve bu kez ağırlığı bütün dönemleri aşmış bir Kürt sorunu gerçekliği.

Sonuç olarak bugün gelinen yerde, Türk burjuvazisi ve onun adına ülkeyi yönetenler, bir kez daha Kürt sorununu hafife almış olmanın göğüslenmesi zor sonuçlarıyla yüzyüze kalmış durumdalar.

ABD-İsrail ikilisinin Kürt politikası ve Türkiye’ye yansımaları

Sorun gelinen yerde daha da ağırlaşmıştır; zira genelleşerek bölgesel bir sorun haline gelmiştir ve bu arada Güney Kürdistan üzerinden fiili devlet çözümüne ulaşılmıştır. Bu son gelişmenin tüm Kürtlerde büyük bir heyecan ve özgüven yarattığı, onların ulusal özgürlüğe ulaşma ve kendi kaderine egemen olma umutlarını kamçıladığı bilinmektedir. İmralı teslimiyetine ve bunun Kürt hareketinde yarattığı büyük kan kaybına rağmen sorunun Türkiye’nin gündemine daha da ağırlaşmış haliyle girmesinin gerisinde de temelde bu etken vardır.

Buna Ortadoğu halklarına karşı Türk devleti ile stratejik bir mihver kuran ABD-İsrail ikilisinin Türk burjuvazisinin aleyhine işleyen Kürt politikalarını da eklemek gerek. Bu ikilinin izlediği politika olmasaydı, tüm tarihsel birikimine rağmen Güney Kürtlerinin bugünkü fiili devletleşmeyi başaramayacaklarını söylemeye gerek yok herhalde. Dahası var; bu aynı ikili kendi emperyalist ve siyonist hesapları çerçevesinde İran ve Suriye Kürtlerine de hamilik yapmakta, onları bulundukları ülke rejimlerine karşı sistemli biçimde kışkırtmaktadırlar. Bu tutum, Türk devletinin bu aynı ülke rejimleriyle Kürtlere karşı kurduğu geleneksel ittifakı ve işbirliği politikasını da zora sokmaktadır. Zira ABD emperyalizmi, bu ülkelere yapacağı saldırı ve müdahaleler için Türk devletinden destek ve katılım beklemekte, bunu sorunlu olan ikili ilişkileri yeniden yoluna koymanın sınayıcı koşulu olarak dayatmaktadır.

Bu vesileyle şunu da ekleyelim; bugüne kadar Kürt sorununun bölgesel düzeydeki parçalı yapısı, sorunla yüzyüze komşu devletlerin gerici işbirliğini kolaylaştırdığı için, çözümünün önündeki en temel engellerden biri durumundaydı. Bugün ve hiç değilse şimdilik, aynı etken bu kez tersinden işliyor; Kürt sorununun parçalı yapısı, Kürt hareketinin tüm parçalarda güç kazanmasını kolaylaştırıyor, her bir parçada alınan mesafe ya da elde edilen mevziler tüm öteki parçaları dolaysız olarak etkiliyor ve cesaretlendiriyor.

Gerçekte Türkiye’nin gerici burjuva rejimiyle Kürt sorunu da dahil esasa ilişkin bir sorunu olmayan ABD-İsrail ikilisi, öteki parçalardaki Kürt sorununu kendi politik hesapları için kullanma yoluna giderek, böylece Türkiye’deki Kürt sorununu da dolaylı biçimde uyarmış, Kürt hareketinin direnme ve manevra alanını güçlendirmiş oluyorlar. Güney Kürdistan’daki gelişmelerin Türkiye’de bu denli sorun edilmesi, bu gelişme üzerinden yarına dönük korkuların dile getirilmesi de bunu göstermektedir. Burada en önemli nokta, Amerikan emperyalizmine göbekten bağlı olan ve ABD ile ilişkilerinde siyonist lobinin desteğine kesin biçimde bağımlı bulunan Türk burjuvazisinin ve devletinin, ABD-İsrail ikilisinin öteki üç ülke üzerinden izlediği Kürt politikasına karşı bir şey yapacak durumda olmamasıdır.

Kürt sorunu üzerinden güncel iktidar kapışması

Buradan Kürt sorunu üzerinden alevlenen son tartışmalara geçebiliriz. Görünüşe bakılırsa daha düne kadar Kürt sorununu yok sayan, onu daha birkaç ay önce başbakanın ağzından “sanal” bir sorun olarak niteleyen, aynı başbakanın ağzından “düşünmezseniz böyle bir sorun da olmaz” diyebilen bir hükümet ve onun bu aynı başbakanı, bugün Kürt sorununda kimilerine göre tarihi sayılabilecek adımlar atmaya hazırlanıyor. Daha baştan bunun yalnızca bir görüntü, dolayısıyla ömrü son derece kısa olmaya mahkum bir aldatmaca olduğunu belirtelim. Bu hükümetin Kürt sorununu ne anlayacak kapasitesi ve ne de onu çözecek, çözmek bir yana geçici olarak hafifletecek gücü, iradesi ve yeteneği var.

Bu elbette mevcut tartışmanın yapay olduğu anlamına gelmiyor, tersine bu tartışmayı gündeme getiren önemli siyasal nedenler var. Fakat Kürt sorunu burada, bu tartışmanın kaynağı değil yalnızca malzemesi durumunda. Tartışmanın kaynağında, egemen sınıf bünyesindeki bölünme ve bunun ürünü iktidar çekişmesi var. Burjuvazi içindeki sözkonusu bölünmenin anlamı, sınırları ve şu dönemki yansımaları üzerinde burada ayrıca duramayız, bu konumuzu fazlasıyla dağıtır. Ekim’in Ocak 2004 tarihli 233. sayısının “Güncel Durum ve Devrimci Görevler” başlıklı başyazısının ara bir bölümü bu konuda derli toplu bir fikir veriyor ve biz onu burada bu değerlendirmeye ek olarak yayınlamakla yetiniyoruz (“Siyasal cephede ‘istikrar’ mı?” başlıklı bu ara bölümü, içeriğini daha iyi anlattığı için biz burada “Burjuvazi İçindeki Bölünmenin Anlamı ve Sınırları” başlığı ile sunuyoruz).

Konuya geçiyoruz. Kürt sorununun bu çapta yeniden tartışma gündemine gelmesinin ve düzen içindeki görüş ayrılıklarını ortaya sermesinin gerisinde PKK’nin yeniden başlattığı silahlı eylemler bulunduğunu iddia etmek, görüntüyü kullanarak gerçek durumu perdelemekten başka bir anlama gelmez. Bu eylemler 2004 Haziranı’nda başladı ve o günden bugüne aralıksız olarak sürüyor. Bütün bu dönem boyunca hükümet bugünkü türden bir çıkışa ihtiyaç duymak bir yana, daha birkaç ay önce bizzat başbakanın ağzından Kürt sorununun sanal bir sorun olduğu açıklandı. Demek ki üç ayda bu denli keskin bir dönüş yapıp Türkiye’de bir “Kürt sorunu” bulunduğunu açıklamak için ciddi daha başka nedenler olmalı.

Demirel bir süre önce basına verdiği bir demeçte, Türkiye’yi yakın günlerde bekleyen üç önemli gelişme bulunduğunu ve bunlardan birinin de ordunun “terörü gerekçe göstererek” yetki isteminde bulunması olacağını söylemişti. Gerçekten de bu sözlerden kısa bir süre sonra bu türden bir istem gündeme geldi. Genelkurmay başkanının Afganistan’dan dönen birlikleri karşılama töreninde yaptığı konuşma, medya tarafından “ordudan yetki istemi” başlıklarıyla manşete çıkarıldı. Bunun ardından ordunun yeni yetki isteminin kapsamı ve buna yönelik somut hazırlıklar, hükümete iletilen talepler vb. geldi. Bunu ise kısa bir bocalamanın ardından başbakanın “demokrasiden taviz vermeden” “Kürt sorunu”nu çözmeye yönelik sözde tarihi açıklamaları izledi.

Bu tablo olup bitenlerin özünü ve anlamını yeterli açıklıkta ortaya koymaktadır. Ordu PKK eylemlerindeki tırmanışı yeni yetki isteminin, dolayısıyla siyasal yaşama etkin bir müdahalenin (ki bunun dolaysız anlamı AKP hükümetini gitgide daha fazla geri plana itmek olacaktı) meşru bir adımı olarak değerlendirmek istemiştir. Hükümet ise buna, “Kürt sorunu”nu tanıma, bunu bazı “demokratik açılımlar”la birleştirme ve böylece orduya siyasal yaşamda yeni düzeyde bir etki alanı kazandıracak düzenlemelere gerek kalmaksızın “terördeki tırmanışı” bloke etme çıkışıyla yanıt vermiştir. Sözünü ettiğimiz iktidar çekişmesinin halihazırdaki tablosu budur ve bu alandaki mücadele henüz yeni başlamış bulunmaktadır.

Tabloyu yerli yerine oturtabilmek ve olup biteni tam olarak anlayabilmek için AB ve ABD faktörlerini de hesaba katmak gerekmektedir.

AB faktörü 3 Ekim (2005) üzerinden kendini gösteriyor ve bu alandaki sorunların kritik halkasını Kıbrıs oluşturuyor. Hükümet Kıbrıs konusunda AB’nin istemlerini karşılar ve buna rağmen 3 Ekim’de tam üyelik için tarih alamazsa, bu kendisine diş bileyenler cephesinden “Kıbrıs’ı satan” hükümet olarak suçlanmaya ve şiddetli bir karşı saldırıya neden olacaktır. Öte yandan, “Kıbrıs’ın satışı”na rağmen hükümetin Türkiye için AB’den bir tarih almak şansı yoktur. Türkiye’nin üyeliği sorunu gerçekte AB bünyesinde kapanmış bir konudur, ama buna rağmen Avrupalı emperyalistler buna yönelik vaatler ve umutlar üzerinden Türkiye’yi idare edip durmayı çıkarlarına uygun bulmaktadırlar. Muhtemeldir ki 3 Ekim’de de diplomatik düzenbazlığın incelikleri kullanılarak yeni bir oyalamaca, yani sorunu yeni bir sürece yayarak süründürme formülü de bulunacaktır. Ne var ki üyeliğin gerektirdiği sonu gelmez tavizlerden dolayı AB’yi zaten kerhen destekleyen düzen kesimleri bu aldatmacaların artık bir son bulması gerektiğini de düşünmekte, bunu Kürt sorunu ve Kıbrıs gibi konuların yanısıra iç siyasal yaşamda daha rahat hareket edebilmenin de önemli bir olanağı saymaktadırlar. Hükümetin ordunun yetki istemine özellikle şu sıra direnmesinin gerisinde aynı zamanda bu var. Zira bu istemin karşılanması Kopenhag kriterleri kapsamında yapılan makyajın bir yana bırakılması anlamına gelir ve bu AB şeflerininin elinde 3 Ekim’i daha baştan zora sokacak bir bahane olur.

Salt Kürt sorunu üzerinde alındığında daha da önemli olan ABD faktörüne geçiyoruz. ABD Güney Kürdistan’daki fiili devletleşmenin hamisidir ve Irak işgalinde işler gitgide daha çok sarpa sardığı ölçüde Kürt bölgesi ABD için şimdiden düşünülen sığınaktır. ABD bir taraftan tüm Irak’ta kontrol kurmak için var gücüyle çabalamakta, ama öte taraftan Kürt bölgesine zorunlu bir geri çekilişe de bugünden kendini hazırlamaktadır. Bu ihtimalin gerçekleşmesi, Güney Kürdistan’da bağımsız bir Kürt devleti demektir. Amerikalı akıl hocaları ve Türkiye’deki Amerikancılar, bu durumda Türkiye ile yeni Kürt devletinin müttefik olması gerektiğini bir dönemdir işleyip durmaktadırlar. Doğaldır ki böyle bir gelişme, Türkiye’deki Kürt sorununda belli adımlar atılmaksızın düşünülemez.

Başından beri sırtını ABD emperyalizmine dayamış AKP hükümeti, içerde sıkıştıkça ABD desteğine daha çok ihtiyaç duymakta ve aynı nedenle ABD politikalarına da daha çok angaje olmaktadır. Birçok belirti “Kürt sorunu”na ad koymaya yönelik son çıkışın da bu kapsamda olduğunu gösteriyor. Kürt sorunu gibi hükümetler götüren, gerektiğinde cumhurbaşkanı yaşamına bile mal olabilen son derece hassas bir sorunda belirgin bir ABD desteği ve özendirmesi olmasa, AKP hükümetinin bu konuda belirlenmiş “milli” politikanın dışına çıkması düşünülecek şey değildir. Her şeyleriyle amerikancı olan çevrelerin bu son çıkışa tüm yürekleriyle destek vermesi, öte yandan gerçekte kendileri de sicilli amerikancılar oldukları halde özellikle Güney’deki Kürt devleti ve Türkiye’deki Kürt sorunu üzerinden ABD ile sorunlu olan geleneksel gerici-şoven çevrelerin ise koro halinde aynı çıkışa cephe alması da bunu doğruluyor. Bu böyleyse eğer, yakın dönemde İncirlik Üssü’nün kullanımı ve bununla bağlantılı çok daha kapsamlı (ama bugün için gizli) adımlar üzerinden ABD ile ilişkilerde inisiyatifi generallere kaptıran hükümetin, son Kürt çıkışıyla aynı ilişkilerde yeni bir üstünlük alanı elde ettiğini söyleyebiliriz.

Hükümetin yaptığı sözde tarihi çıkışın nereye varacağı, bu çıkışa yolaçan iktidar çekişmesinin nasıl sonuçlanacağı soruları üzerinde genişçe durulabilir. Fakat bizi burada konunun Kürt sorunuyla bağı ilgilendirmektedir ve kısa yanıtımızı bu sınırlar içinde tutacağız.

Son tartışmaların ışığında burjuva düzeni ve Kürt sorunu

Üç yıllık hükümeti döneminde Kürt sorununun varlığını kategorik olarak reddeden ve daha üç ay önce bir dış gezide onu “sanal” bir sorun olarak niteleyen başbakan Tayyip Erdoğan, aydınlarla görüşmesinin ardından adeta hidayete erip Türkiye’de bir “Kürt sorunu” bulunduğunu tüm dünyaya bir anda ilan etti. Bunu siyasal çevrelerde ve medyada hala da hız kesmeyen bir “Kürt sorunu” tartışması izledi. Bu tartışmanın olması birçok bakımdan aydınlatıcı ve yararlı olmuştur. Tüm kanatlarıyla burjuva düzeninin gerçekte Kürt sorununda herhangi bir çözüm perspektifinden yoksun olduğunun açığa çıkması, bu yararların başında gelmektedir.

“Kürt sorunu”nun varlığına ilişkin başbakan açıklaması tüm düzen cephesini, özellikle de medyadaki düzen kalemlerini böyle bir sorunun olup olmadığı temelinde ikiye bölmüş durumda. Bu gerçekten de içi boş bir varlık-yokluk tartışmasıdır. Yok diyenler için sorun kolay; “Kürt sorunu” yok terör sorunu var, o halde her yola başvurularak ve her türlü tedbir alınarak terörün başı ezilmeli, diyor bu kategoride yer alanlar. Oysa “Kürt sorunu” var diyenlerin işi bu kadar kolay değil; zira bunlar terörün tavizsiz bir tutumla ezilmesi gerektiği konusunda ötekilerle aynı fikirde oldukları halde, güya varlığını kabul ettikleri sorun konusunda dişe dokunur herhangi bir şey söyleyebilecek durumda değiller. Kürt sorununu siyasal içeriği ile tanımlamak ve çözümüne de bu çerçevede yaklaşmak tutumuna kenarından köşesinden bile dokunacak güç ve cesareti gösteremiyorlar. Yalnızca sorunun bir terör sorun olmadığını, salt teröre karşı mücadele ile bir yere gidilemeyeceğini, soruna demokratik açılımlarla çözüm bulunması gerektiğini, en soyut ve kuru biçimde geveleyip duruyorlar. Ama bu türden bir geveleme gerçekte bu soruna ilişkin hiçbir şey söylememek, söyleyememekle aynı anlama gelmektedir. Son tartışmaların tabak gibi ortaya serdiği bu açık olgu, tüm kanatlarıyla burjuva düzeninin Kürt sorununu tam kapsamıyla algılama, ortaya koyma ve çözüm önerme tutumundan ne denli uzak olduğunu göstermektedir.

Daha da dikkate değer olanı, hükümet partisi dışındaki tüm öteki düzen partileri ile etkili siyasal odakların “Kürt sorunu”nun varlığına ilişkin kuru bir söylemi bile ihanet saymalarıdır. Bu çevreler elbette bu ülkede koca bir Kürt sorunu bulunduğu gerçeğinin herkes kadar bilincindedirler. Sorun buradan değil, fakat bu gerçeğin siyasal düzlemde açıkça kabul edilmesinden, dolayısıyla bu kabulün getireceği taşınması güç sorumluluklardan çıkıyor. Bu çevreler haklı olarak bir sorunun varlığından sözetmenin onun bir çözüm gerektirdiğini de kabul etmek anlamına geldiğini söylemekte, böyle bir yükümlülükten kurtulmak için de bugüne kadarki deve kuşu politikasının aynen sürdürülmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Ortadoğu’nun gündemine oturmuş ve tayin edici bölümü Türkiye’de bulunan bir soruna büyük bir bölümüyle burjuva gericiliğinin yaklaşımı işte bu. Bu, çözümsüzlüğün “milli” politika olarak benimsenip sürdürülmesinden başka bir şey değildir.

Hükümetin sorunun kabulüne yönelik çıkışı da hiçbir biçimde bu çizgiden bir kopuş olarak görülmemelidir. Hükümet bununla kendine geçici bir manevra alanı yaratmaya yönelmiştir, o kadar. Aynı çıkışın aynı anda “tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemiyle birleştirilmesi ve bölücü teröre karşı mücadelenin aynı kararlılıkla sürdürüleceğinin vurgulanması da bunu göstermektedir. Daha en baştan o güne kadarki “milli” söylemlerle çerçevelenmiş bir “sorun”un kabulünden hiçbir şey çıkmayacağını söylemek için kahin olmak gerekmez. Kaldı ki arkasında Amerikan desteği olsa bile, hükümet bu konuda istese de devletin resmi politikasını aşamaz. Türkiye’nin amerikancı rejiminin ABD’ye karşı direnç gösterebileceği sorunların başında Kürt sorunu gelmektedir. Ve onun bu alandaki direnç kapasitesini, hiçbir biçimde Güney Kürdistan’la ilgili “kırmızı çizgiler”inin kolay yıkılışı ile karıştırmamak gerekir.

Bu konuda bir başka önemli nokta daha var. Türkiye gericiliği Kürtleri yatıştıracak bir takım tavizleri vereceği en uygun tarihi fırsatı İmralı sürecinde kaybettikten sonra, kalkıp PKK’nin yeniden silahlı mücadeleye başvurduğu bir dönemde böyle tavizler istese de veremez. Verirse eğer, bunun güçlendirip cesaretlendireceği yeni istemlerin önünü alamaz (zira bunlar sonuçta nasıl sunulursa sunulsunlar, direnişin gücüyle koparılıp alınmış haklar olarak görünecektir herkese).

Hükümetle birlikte “Kürt sorunu”nun varlığını kabul edenler de dahil tüm düzen çevrelerinin “PKK’nin muhatap alınması”na kesin bir biçimde karşı çıkmaları olgusu da sözünü ettiğimiz bu handikapın gücünü gösteriyor. Ne de olsa böyle bir muhatap alış, direnişle hak alma gerçeğinin de kabulü anlamına gelir. Şoven ya da sözde liberal kanatlarıyla tüm düzen cephesi bu konuda gerçekte aynı hassasiyeti paylaşmaktadır. Bundan dolayıdır ki Kürt sorununda en liberal yaklaşımın temsilcileri gibi görünenler dahi PKK şahsında terörün mutlak biçimde kınanması gerektiğini savunmaktadırlar ve bunu legal Kürt çevrelerine dayatmaktadırlar. PKK’nin bugün düştüğü durum ne olursa olsun bu türden bir kınama Kürt halkının ‘90’lı yıllara damgasını vuran ulusal özgürlük mücadelesinin kınanması ile aynı anlama gelmektedir ve bu kınamayı isteyenler de tümüyle bunun bilincindedirler.

(Devam edecek...)