17 Temmuz 2009
Sayı: SİKB 2009/27

  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin açmazlarını daha da büyütmenin yolu emekçilerin mücadele alanına çıkmasından geçiyor!
  Kürt halkına yönelik çok yönlü saldırılar tüm hızıyla sürüyor...
  Doğu Türkistan’da yaşananlar ve
ortalığa saçılan gerçekler!
Sivil ya da askeri, yargı sermayenin yargısıdır!.
Tutuklu BDSP’liler serbest bırakıldı!
Entes direniş güncesi..
  Esenyurt Tekstil İşçileri Kurultayı Sonuç Bildirgesi...
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Tez-Koop-İş Genel Eğitim Danışmanı araştırmacı-yazar Volkan Yaraşır ile kriz, sınıf hareketi, mücadele ve örgütlenmenin sorunları üzerine konuştuk...
  Kitap tanıtımı...
Parti Değerlendirmeleri 3-4
  İşte kriz gerçeği: Zengin daha zengin, yoksul daha yoksul!
  Kürt kadınları cinsel saldırılarla teslim alınmaya çalışılıyor!
  ÖSS’de çekilen sıfırlar eğitim sisteminin içine battığı girdaplardır!
  Gençlik eylemlerinden...
  G-8 zirvesi İtalya’nın L’Aquila kentinde gerçekleştirildi...
  G8 zirvesinde küresel ısınmaya karşı mücadelede sahte uzlaşma…
  Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde çatışma…
  Filistin topraklarını parçalayıp gaspetmenin yeni adı...
  Dünyadan işçi ve emekçi eylemlerinden...
  14 Temmuz, devrimci çizgi direnişçiliğinin bayrağıdır!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Tez-Koop-İş Genel Eğitim Danışmanı araştırmacı-yazar Volkan Yaraşır ile kriz, sınıf hareketi, mücadele ve örgütlenmenin sorunları üzerine konuştuk...

“Ruhumuzu, aklımızı, yüreğimizi işçi sınıfıyla bütünleştirebilmeliyiz!”

- Kapitalist sistem çok boyutlu bir kriz yaşıyor. Türkiye’yi de etkisi altına alan bir kriz süreci var. Öyle ki artık açık bir depresyondan bahsedilebilir bir boyuta ulaşmış bulunuyor. Sizce krizin işçi sınıfına, onun mücadelesine ve örgütlenmesine etkisi nedir?

- Önce krizi tanımlamakta yarar var. Kapitalizm, dönemsel olarak kriz üreten bir doğaya sahiptir. Kriz bir yanıyla sistemin iç çelişkilerini şiddetle dışa vurur, diğer yanıyla kapitalist gelişmenin asli bir özelliğini oluşturur. Ayrıca kriz sermaye birikiminin itici gücüdür. Kapitalizmde iki tane kriz tipi vardır; bir tanesi kısa çevrimli ya da olağan çevrimli krizlerdir, diğeri ise büyük bunalımlar diyebileceğimiz krizlerdir.

Son 25 yılda bu kısa çevrimli krizlerden bir dizisi yaşandı. 1984 Meksika ve Brezilya borç krizi, 1987 New York borsasının çöküşü, 1993 Sterlin krizi, 1994 Meksika-Türkiye krizi, 1997 Doğu Asya krizi, 1998 Rusya ve Brezilya krizi, 1999-2000 Latin Amerika krizleri, 2001 New York borsasında başlayan ve dünya borsalarını etkileyen dalga ve 2001 Türkiye krizi bu kriz tipinin örnekleridir.

Bu kriz tipinin genel özelliği bölgesel, sektörel ve kısa dönemli (birkaç yıl süren) olmasıdır. Ve bu krizlerde kapitalizm kendi anarşisini, çelişkilerini ve kendi toksinlerini atar. Yaşadığımız kriz ise içerik itibariyle kısa çevrimli bir kriz değildir. Çünkü finans sektörüyle başladı, bununla beraber reel sektöre, üretim sektörüne yansıdı. Zaten bir kriz finans sektöründen başlayıp üretim sektörüne yansıyorsa bu krizin mahiyeti değişmiştir. Bu kriz, sorunuz itibariyle depresyondur veya büyük bunalımdır. Ben “Büyük bunalım”ı kullanmayı tercih ediyorum. Peki büyük bunalımların özellikleri nedir? Kapitalizmin 250 yıllık tarihinde üç tane büyük bunalım yaşandı: “1873-1893 Büyük Bunalımı”, “1929-1939 Büyük Bunalımı” ve bu son krizin de tarihsel öncülü olan “1974-1975 Büyük Bunalımı”

Bu krizlerde de şöyle bir özellik var. Birinci olarak bunlar küresel mahiyette olan krizler... İkinci olarak senkronize bir özellik taşıyorlar. Senkronizasyonun da iki ayağı bulunuyor: Birinci ayağı kriz sektörden sektöre yansıyor. Ayrıca ülkeden ülkeye sıçrıyor.  

Senkronizasyonun ikinci ayağı ise krizin çok boyutluluğudur. Ben çok boyutluluğu şu mahiyette ele alıyorum. Kriz sadece ekonomik bir kriz değildir. Bunun yanında bir uygarlık krizi yaşanmaktadır. Ayrıca yakın zamanda Haiti ve Mısır’da ekmek ayaklanmalarında görüldüğü gibi gıda krizi kapıdadır. Diğer taraftan ekolojik kriz, bütün yakıcılığıyla kendini hissettirmektedir. Bu dünyanın ve tüm canlıların sonunu işaretleyen bir gelişmedir. Bir başka boyutuyla konformizm, tüketim terörü, hedonizmle özdeşleşmiş bir sistemin etik krizi de açığa çıkmıştır. Bunun yanı sıra krizin hızlı deforme edici etkisi vardır. Metropoller dahil, ikinci kuşak ülkelerde sanayide ve ticarette büyük çöküşler yaşanmaktadır. Böylesi süreçler sınıf mücadelesinin ve politik mücadelenin keskinleşeceği bir dönemi işaretler. Sınıfsal kutuplaşma inanılmaz derecede artar. Sınıfsal gerilim maksimum noktaya ulaşır. Ve böylesi dönemlerde iki tane olasılık ortaya çıkar. Birincisi, devrim olasılığı veya imkanı, ikincisi ise karşıdevrim olasılığıdır. Devrimin imkanı işçi sınıfının örgütlülüğü ve onun siyasal öncüsünün örgütlülüğüne bağlıdır. Eğer bu yoksa karşıdevrimin tehdidiyle karşı karşıyayız demektir. Bugünkü koşullarda böylesine bir katastrofun yaşanması olasıdır.

Sorunuzla da bağlantılı olarak bütün bu negatif duruma rağmen bence inanılmaz şansların da olduğu bir dönemin başlangıcındayız. Bir kere devletin niteliğinin açığa çıktığı bir döneme girdik. Devletin sermaye ile gerçek anlamda organik ilişkisini net olarak gösterebilecek bir süreçteyiz. Marks “Doğu Sorunu”nda, Gramsci doğu ve batı toplumlarını analiz edip, devrim kuramı üzerindeki çalışmalarında, Mahir Çayan’ın “PASS çözümlemesi”nde, İbrahim Kaypakkaya’nın “patron-ağa devleti” tanımlamasında ve kır-kent diyalektiğinde hep bu sorun işlenmiştir. Yani devlet ve devrim sorunu ele alınmıştır. Yaşadığımız süreç belki de bizim 30-40 yıldan beri sınıfa ve kitlelere anlatamadığımızı, hayat anlatmaktadır. Ve devletin açık niteliği ortaya çıkmıştır; yani sermayenin hem uşağı, hem de dostu olması ve parazit bir yapı olduğu artık alenidir. Bu aleniyetin bilinç düzeyine sıçramasının muazzam yıkıcı bir etkisi olacağını düşünüyorum. Sınıfa bunu son derece iyi anlatabileceğimiz koşullarda yaşıyoruz. Yeter ki bu konuda ajitasyon ve propaganda çalışmaları yapılsın. Ama ne yazık ki bu çalışmalar yeterince yapılmıyor. Ayrıca 30 yıldan beri neoliberal ideolojik terörün ve akıl tutulmasının kırıldığı bir döneme girdik. Bu dönem devrimin ve komünizmin en yoğun bir şekilde propagandasının yapılacağı bir dönemdir. İşçi sınıfı biliminin sınıfla bütünleşeceği ve maddi bir güç olabileceği bir dönemdir. Sınıfı bu manada toplumsal maddi güç haline getirebilirsek son derece önemli olanaklar sağlayacağımızı düşünüyorum. Somut olarak sınıfa döndüğümüzde karşımızda şöyle bir problem var: Bugün sınıfın bence en temel sorunu bilinç ve kimliğinde yaşadığı deformasyondur. Sınıf neoliberal karşıdevrimci politikalar sonucunda bilinç ve kimliğinde muazzam bir deformasyon yaşadı. Bağlantılı olarak eylem gücü ve örgütlenme potansiyelinde de zaafiyet gösterdi. Sınıf bir negatif diyalektik içinde. Bu negatif diyalektiğin aşılması ancak bizim sınıfın bilinç ve kimliğinin gelişmesi için gösterdiğimiz çabalara bağlıdır. Bu çaba aynı zamanda sınıfın eylem gücü ve örgütlenme kapasitesini arttıracaktır. Veya tam tersi, sınıfla kurabileceğimiz her türlü örgütsel ilişki ya da sınıfın yaratacağı her türlü eylem beraberinde bilinç ve kimliğinin yaratılması anlamına gelecektir.

Sizin de yazılarınızda bahsettiğiniz gibi bence bu dönem her eylemin manifestolaştırılması gereken bir dönemdir. Sınıfın yaratacağı her direnişi, her eylemi, her grevi bir manifesto haline getirebilirsek hiç beklemediğimiz muazzam olanakların sahibi olabiliriz. Bir yerde başlamış bir direniş, bir yerde başlamış bir eylem tüm döneme hitap edebilir, dönemin bütün özelliklerini içinde taşıyabilir. Büyük bir anafor yaratabilir. Bu anlamda model eylemlerin yaratılması doğrultusunda kafa yormak zorundayız. Yaratacağımız her deneyim sınıfın yeniden yapılanmasının da önünü açacaktır. Belki de mikro müdahaleler (bazıları için çok basit müdahaleler gibi gözükebilir) büyük bir alevin ortaya çıkmasına, muhteşem pratiklerin doğmasına neden olabilir. Böyle bir diyalektiğin yaşandığı bir dönemdeyiz diye düşünüyorum. Bu kriz bunun olanaklarını açtı. Dinginlik döneminde bunu bu kadar rahat konuşamazdık ama kriz öyle bir ortak ruhhali ve kolektif refleks yarattı ki bir fabrikada başlayan grev veya direnişin işçi havzalarını, sanayi bölgelerini hatta illeri bile tutuşturacak özelliklere sahip olacağını düşünüyorum. Çünkü her havzada, her atölyede, her fabrikada sınıfsal öfke ve kin var. Ve bu öfke ve kin birikiyor.

- Bugün belli çıkışları (Taksim 1 Mayısı, mevzi direnişleri vb) dışta tutarsak sınıf hareketinde bir dağınıklık ve tıkanma var. Sizce bunun temel nedenleri nelerdir?

- Bence bu durumun iki temel nedeni var. Birinci olarak işçi sınıfı 12 Eylül faşist diktatörlüğünün yarattığı tahribatı ve bunun sarsıcı sonuçlarını yaşıyor. Bağlantılı olarak konsantre bir karşıdevrim sistematiği olan neoliberal politikaların sınıfın üzerindeki yıkıcı etkileri sürüyor. İkinci boyutu ise, sınıfın amorfe olduğu, organik birliğinin dağıldığı, şekilsizleştiği bu dönemde siyasal öznelerin sınıfla kurduğu ilişki oluşturuyor. İşçi sınıfı bütün bu sorunları yaşarken siyasal özneler bu sorunlara yanıt verecek politikalar geliştiremedi. Bu etkenler sizin de belirttiğiniz gibi sınıf hareketinin yaşadığı yoğun dağınıklığa yol açtı. Sınıf hareketleri tüm devrim tarihleri boyunca dağınıktır ve temel problemi birlik sorunudur veya siyasal şekillenme sorunudur. Bunu hep yaşar. Sorun zannedersem bu dağınıklık dediğimiz yerde bizim Bolşevikler gibi doğru politikalar izleyen, nereye vuracağını bilen, nereden sonuç alınacağını bilen adımlar atmamıza bağlıdır. Devrimciliğin sırrı ve kudreti buralarda saklıdır. Dağınıklığın aşılması bir yanıyla zamana bağlıdır, diğer yanıyla da bir biriktirme faaliyetine ihtiyaç duyar. Sınıflar mücadelesi öz bir ifadeyle bir biriktirme sürecidir. Yani sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaran bir biriktirme süreci. Örneğin ben kriz sonrasındaki fabrika işgali eylemlerine muazzam önem veriyorum. Bunlar aslında sınıfın bir muktedir olma, yapabilme, kendini gerçekleştirebilme ve yıkıcı gücünü hissedebilme deneyimleridir.

Sorun, bu deneyimlerin sınıfın kolektif bilincine dönüşüp dönüşmediğidir. Bence krizin hissedilmesiyle sınıf reaksiyonunu verdi. “Bu kriz benim ontolojime, varlığıma etki edecek bir içerikte” dedi ve buna en sert yanıtı verdi. Sınıf teorisi ve tarihi üzerine çalışan bir arkadaşınızım. Uluslararası işçi hareketleri deneyimleri içinde en radikal eylem biçimi fabrika işgal eylemleridir. İşçi sınıfı anlattığımız bağlamdaki dağınıklığına rağmen somut örnekler yarattı. Sinter, Brisa, Gürsaş, Tezcan gibi. Diğer taraftan gene bu dönemde önemli bazı pratikler de ortaya çıktı. Örneğin model kimlikler oluştu. DESA’daki Emine Arslan buna somut bir örnektir. Dönemin model kimliğidir. Model kimliği ben şöyle ele alıyorum; bir tarihsel dönemin bütün özelliklerini kendinde toplayan kişidir o. Kriz sürecinde işten atılmalara, geleceksizliğe karşı ne yapılması gerektiğini, Emine Arslan bir dava kadını olarak ortaya koymuştur. MEHA’daki Saliha Gümüş arkadaşımız da yeni dönemin kimliklerinden biridir. Model eylemlerimiz de var. İşgal, direniş grev gibi. Sorun galiba bizde yatıyor. Bizim kendi model kimliğimizi, devrimci-proleter kimliğimizi, sınıf devrimcisi olma kimliğimizi hissettirmek ve kabul ettirmekten geçiyor.

- Şöyle de denebilir mi? İşçi hareketi yeniden yapılanıyor. Devrimci siyasal hareketler de buna göre yapılanmak durumunda.

- İşçi sınıfı krize karşı refleksel ve ontolojik bir tavırla yanıtlar üretiyor. Bu yanıtları sınıfın yeniden yapılanmasının temel taşları olarak değerlendirebiliriz. Ama bence asıl önemli olan sınıf, hangi yoldan gidilmesi gerektiğini gösteriyor. Yolu işçi sınıfının yolu olanların izlemesi gereken pusula bu. Fabrika işgal eylemleri yol gösteriyor. Bu konuda uluslararası iki örnek vereyim: Fransız işçi sınıfı işyeri kapatmalarına karşı rehin alma eylemlerine başladı. Metropoldeki bir rehin alma eylemi muazzam bir eylemdir. İngiltere’de “korsan grev” denilen bir grev tarzı yaratıldı. Sendikal bürokrasiyi işlevsiz bırakan, sarsıcı, spontane grevler. Korsan veya yasadışı grevler diyorlar bunlara. Vahşi grevler diye nitelendiriliyor. Bu grevlerde göçmen işçilere karşı faşistler devreye girdi ama İngiliz işçi sınıfı bu hareketi etkisiz bıraktı. İngiliz işçi hareketi de yılların rehaveti içinde olan bir hareket... Bir tarafta korsan grevler, rehin alma eylemleri, bir tarafta da Sinter’ler, Gürsaş’lar... Bir enternasyonal dalganın zeminleri bunlar ve bu dalga radikal bir dalga... Sorun; ruhumuzu, aklımızı, yüreğimizi işçi sınıfıyla bütünleştirebilmektir. Onların var oluşuyla, kendi var oluşumuzu birleştirebilmektir. Sınıf hareketinin yeniden yapılanmasına yönelik her çaba, aslında bizim de yeniden yapılanmamızı ifade eder. Var oluşumuz bu yeniden yapılanma içinde mana kazanır.

- Kriz sürecinin işçi hareketinin gelişip büyümesi açısından taşıdığı imkan ve olanaklardan söz ettik. Diğer yandan ise yaşanan kriz sürecinin sınıf içerisinde yarattığı en temel olumsuz etki nedir?

- Benim hissettiğim, deneyimlerimden de gördüğüm en temel duygu korku ve endişe... İnanılmaz bir korku yaşanıyor. Gelecek korkusu, işsizlik korkusu... çünkü Türkiye’de işsiz kalmak ölümle eşdeğer...  Kriz bir korunma refleksi olarak bazen yok sayılıyor. Ama üzerlerindeki kara bulut gözlerinden okunuyor. O bulut açlık, işsizlik, geleceksizlik ve bunun yarattığı bir korku... Bu korkuya karşı örgütlülüğü, kolektif davranmayı öne çıkarabilirsek, sınıfsal öfkeyi tetikleyebiliriz. Ya da bu korku içe kapanmaya, riayete veya itaate dönüşür. Sermayeye sınıfın yeniden disipline edilmesi ve yeni kontrol mekanizmaları oluşturulmasına olanak sağlar. Siyasal İslam ideolojik bir çimento olarak bu korkuyu manipüle edip, yeni rıza mekanizmaları üretebilir. Böylesine bir tehlikeye karşı ve Marks’ın “Alman İdeolojisi”nde belirttiği gibi, çağların bilinçlerde yarattığı negatifliklerin de farkında olarak sınıfla organik, hakiki ve sahici bir ilişki kurmalıyız. Sınıfla kurduğumu ilişkiyi (7x24 formülü diyorum ben ona) günün 24 saati haftanın 7 gününe yaymalıyız. Unutulmasın böylesine bir korku sınıfın devrimci kimyasını bozucu bir niteliktedir. Bizim için önemli olan nokta da burası. Eğer sınıfın devrimci kimyası bozulursa çok fazla hareket edeceğimiz zemin de kalmıyor. Bu korkuyu sınıfsal öfkeye ve kine çevirebiliriz ve buna ihtiyacımız var. Sınıfsal öfkeyi bireysel öfkeden ayrı tutuyorum. Çünkü o öfke kolektif reaksiyonun, örgütlenme ihtiyacının olanaklarını sağlar. Bence kapitalist kriz buna zeminlerini yarattı. Görev yine bizlere düşüyor. Bizler katalizör gibi bu sürecin içerisine girebilirsek ciddi olanaklar yakalayabiliriz.

- Sizin mevcut tablo karşısındaki çözüm önerileriniz nelerdir?

- Çözüm önerisini yine sınıflar mücadelesinin içinden çıkarabiliriz. Taban örgütlenmelerinin en temel örgütlenme biçimi olduğunu düşünüyorum. Bildiğiniz gibi Rus devrim tarihinde, 1896-1897 grevlerinde, grevlerin örgütlenmesi ve koordine edilmesi bağlamında ortaya çıkan örgütlenmeler bunlar. Rus işçi sınıfının dünya işçi sınıfına armağanı. Taban örgütlenmeleri çok boyutlu bir içeriğe sahiptir. Sınıflar mücadelesinin değişik momentlerinde yeni biçimler kazanabilen bir yapı özelliği gösterirler. Devrimci durumlarda Sovyetler’e dönüşmeleri gibi. Aslında taban örgütlenmeleri bizim nasıl bir komünizm istediğimizin de göstergesidir. “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” tanımlamasının sırrı da burada yatar. Taban örgütlenmeleri sınıfın her katmanının, yani sendikalı, sendikasız, güvencesiz, sokak işçisi, marjinal sektörde çalışan ve işsizlerin kendi özgünlüklerinden hareket ederek oluşan ve sınıfı hızla şekillendiren yapılardır. Taban örgütlenmeleri bu anlamda sınıfın kolektif gücü, kolektif refleksi, kolektif düşünmesi ve kolektif müdahale etmesidir. Sınıfın organik birliğinin dağılması, amorfe oluşu, taban örgütlenmeleriyle aşılır ve bağımsız birleşik siyasal gücünün açığa çıkması bu örgütlenmeler aracılığıyla sağlanır. Taban örgütlenmeleri bu anlamda gerçekten tabanın söz ve karar sahipliğini yaratan hatta hoşlanmadığım bir argümantasyon ama “tabandan sosyalizm”in yaratılmasının ifadesi olacak bir örgütlenme modelidir. Yani sosyalizmin işçi sınıfının ve kitlelerin eseri olduğunu gösteren temel bir örgütlenme biçimi.

- Taban örgütlenmelerinin kriz koşullarında sınıfın bugün yaşadığı olumsuz durumundan çıkışında rolü ne olabilir?

- Taban örgütlenmelerinin şunu sağlayacağına inanıyorum. En başta sınıfa özgüven verecektir. Sınıfa temel ihtiyaçlarından biri olan muktedir olma yeteneğini kazandıracaktır. Bu örgütlenmelerle işçi sınıfı yıkıcı gücünü anlıyor ve farkına varıyor. Sıradan bir işçi bu örgütlenmelerle bir özne olma sürecine giriyor. Değiştirebilme gücünü kavrıyor. Sınıf örgütlüyse her şey olduğunu ama örgütsüzse hiçbir şey olduğunu hissediyor. Her şeyden önce sınıfın onurunun ekmek kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Sınıf kardeşliği pratik içinde inşa ediliyor. Bunların son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Bahsettiğimiz devrimci kimya ve yıkıcı güç buralardan beslenir.

- Sizce bir işçi havzasında taban örgütlenmesi ilk olarak nasıl başlayabilir? Birçok arkadaşımız bu alanda bir şeyler yapmak istiyor ama nereden ve nasıl başlayacağıyla ilgili sorular olabiliyor. Bu konuda sizin kendi deneyimleriniz üzerinden söyleyeceğiniz şeyler vardır.

- Taban örgütlenmesi, iki kişinin bir araya gelip “hadi taban örgütlenmesi kuralım” demesiyle olmuyor. Somut sorunlardan başlaması gerekiyor. Her işyerinin kendine has somut sorunları vardır. Ücretler zamanında ödenmiyordur. Patronun keyfi uygulamaları, baskısı vardır. İşyerinde, iş saatlerinde yaşadığımız sorunlar aslında taban örgütlenmesinin mayalandığı zeminlerdir. Bunlar yemeklerin düzgün çıkmaması, çay saatlerinin olmaması veya düzensizliği, tuvalete gidip gelmelerin sınırlanması gibi sorunlar olabilir. Patronun veya temsilcilerinin Mobbing’i, hakaretleri başlangıç noktası olabilir. Birkaç duyarlı arkadaşın “bu sorunlara karşı biz ne yapabiliriz?” sorularını sorması ve harekete geçmesiyle taban örgütlenmesi doğmaya başlar. Bu soruyu soran arkadaşın hemen yanı başında bu soruyu paylaşacağı birileri vardır. İşte çekirdek yapıyı kurduk. Çekirdek yapı, bir işyerindeki en duyarlı, bu zamana kadar da en güvendiğimiz gündelik hayatta da doğal işçi önderi olarak kabul ettiğimiz arkadaşların bir araya gelmesiyle oluşan bir örgütlenmedir. Bu 3-5 kişilik çekirdek ilişkinin görevi, gücü oranında oradaki bütün çalışan arkadaşları harekete geçirmektir. Bu çekirdek ilişki işyerindeki tüm işçi arkadaşlarımızın kolektif iradesini yansıtabiliyorsa ve ondan güç alabiliyorsa tipik bir taban örgütlenmesidir. Artık sınıf kendi geleceği hakkında karar veriyordur ve rotayı belirliyordur. Doğrudan demokrasinin zeminlerini örüyordur. Buralardan başlamalı. Bu kadar basit ve yalın ama bu yalınlık olağanüstü dönemlerde olağanüstü bir örgütlenmeye evrilebilir.Bir bakarsınız aynı işveren fabrikayı kapatır artık oradaki taban örgütlenmesi işgal komitesine dönüşür. Alın size devletle açık çatışma alanı. Muazzam yalınlık ve sıradanlık bir bakarsınız sınıf mücadelesinin en sert organizasyonuna dönüşmüş olur. Sınıf mücadelesi biraz böyle bir şeydir.

- Taban örgütlenmesi çalışmaları sadece işyeri merkezli mi yürütülmelidir?

- Bu konuda neden işyeri merkezli olmalı veya biz neden işyeri esaslı çalışıyoruz? Neden fabrika temelli bir örgütlenme tarzını temel aldık veya buna Leninist örgütlenme tarzı diyoruz?

Mesela Kapital’in sistematiği şudur: Kapital mikro-kozmosla hareket eder. Mikro kozmos nedir? Fabrikadır. Marks fabrikaya bakar, fabrikanın ilişkilerini çözer ve makro kozmosun tanımlamasını yapar. Yani Kapital’i çözümler. Bu anlamda Kapital sınıfın ideolojik bir silahıdır. O kitab-ı külliye aslında sınıfın ideolojik-teorik donanımıdır. Marks şundan dolayı mikro kozmosa yönelmiştir. Çünkü emekle sermaye çelişkisinin veya antagonizmanın en çıplak en acımasız yaşandığı yer burasıdır. Kapitalizmin acıyan yeri burasıdır. Biz de buradan hareket ediyoruz. Dünyayı dar sınırlar içinde değerlendirmiyoruz. Tipik bir ‘uvriyerist’ bir ağızla konuşmuyoruz. Biz aslında şöyle bir tanımlama yapıyoruz. Biz ‘işçici’yiz. İşçicilerin en önemli özelliği şudur: Sınıfı, komünizmin kurucu bir öznesi olarak gören ve sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkartmayı kendi ontolojileri olarak kabul edenlerdir. Fabrika örgütlenmesi sınıfın yıkıcı gücünün açığa çıktığı tek alandır. Fakat öte yandan hayatın diğer alanlarının kapitalizm tarafından sömürgeleştirildiğinin farkında değil miyiz? Farkındayız, evet, hayatın diğer alanları da (pankapitalizm diyorlar ona) kapitalizm tarafından sömürgeleştiriliyor. Ama sorun buradaki ana halkayı bulmak, büyük anaforu yakalamak. Buradaki büyük anafor fabrikadır veya atölyedir. Bugünkü ifadeyle tanımlayalım ‘postfordist fabrikalar’dır. 249 tane organize sanayi bölgesidir. Fordist fabrika gibi düşünülmesin. Tanımladığımız bu dönemin fabrikasıdır. O zaman burası başlangıç alanıdır. Neden başlangıç alanıdır? Çünkü kapitalizmin acıyan yeri burasıdır. Sınıfın yıkıcı gücünün tetiklendiği yer burasıdır. Hatta sınıfın kurucu özne olma hali de burada yatar. Peki hayatın diğer alanlarının sömürgeleştirilmesinin farkında değil miyiz? Farkındayız ama burada yaşanan sorunlar, bunlar nedir? Varoşta yaşanan sorunlardır, kent sosyolojisinin yarattığı sorunlardır, daha da ileri gidelim ekolojik sorunlardır, kadın sorunudur. Bunlar aslında bir başka düzlemde bu büyük anaforun çeperindeki küçük anaforlardır. Şimdi siz küçük anafordan büyük anaforu okuyamazsınız. Ama büyük anaforu anladığınızda küçük anaforları çözebilirsiniz. Problem böyle bir problem. Bu anlamda sınıf örgütlenmesinde fabrika örgütlenmesini veya bu dönem postfordist fabrikaları baz almamızın nedeni sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkartmaktır. Ama yaşam alanını da ihmal etmiyoruz. Hatta boş zamanını da ihmal etmiyoruz. Sınıfın 24 saatine, hem yaşam alanına, hem çalışma alanına hem de boş zamanına müdahale edeceğiz. Çünkü problem “yeni bir insan” yaratmaktır. Nesneleştirilmiş ve konsantre bir yabancılaşma içindeki insanı, -çünkü kapitalizm işçiyi nesneleştirir ve makinenin dişlisi haline getirir- kendi kaderi hakkında karar verecek bir insana dönüştürmek zorundayız. Özneleştirme budur. Şimdi bu işçinin bu anlamda 24 saatine ve 7 gününe hitap etmek zorundayız. Ben ona 7x24 formülü diyorum. Burada esas önemli nokta nereden başlayacağımızdır. Tabiî ki asıl olan, yıkıcı gücün başladığı ve özneleşmenin rahmi olan yerdir. Yani fabrikalardır. E. P. Thompson burası için “politik isyan odağı” ifadesini kullanır. Yaşam alanı ve boş zaman bunun türevidir. Ama asla ihmal edilmemesi gereken türevlerdir. Bunu eğer yapmazsak şöyle bir şey olur: Bugün Türkiye solunun değişik eğilimleri varoşu, yaşam alanlarını baz alıyor veya bunun üzerinden mistifikasyonlar yapıp, tezler geliştiriyorlar. Bu tezlerin ciddi riskler taşıdığını ve ağırlıkla öykünme olduğunu düşünüyorum. Öykünmenin kaynağı Latin Amerika’daki yeni popülist hareketlerdir. Ne yazık ki bu hareketler de özgünlüğünden kopartılıp, özellikle bu hareketler içindeki işçi dinamiği gözardı edilerek ele alınmaktadır. Weberci bir tanımlamayla Türkiye kapitalizmi irrasyonel bir kapitalizmdir. İrrasyonel kapitalizmde siz bilmeden kapitalizmi rektifiye edebilirsiniz. Veya kapitalizm sizi absorbe eder. “Lümpen kapitalizm’de” lümpen şehirleşmenin yarattığı ve neoliberal karşı devrim saldırısının derinleştirdiği su sorunu, konut sorunu vb. bir dizi sorun yaşanır. Bu sorunlar aciliyeti olan sorunlardır ve bunlara cevap üretilmelidir. Fakat bütün bu çalışma anti-kapitalist bir içerikte olmazsa, sınıf eksenli bir çalışmanın paralelinde gelişmezse bir bakarsınız ki çalışmalarınızın özü reformist bile değildir. Hedefiniz rasyonalize edilmiş veya “insanileştirilmiş” bir kapitalizm olur. Böylesine çabalar az önce bahsettiğimiz içerikten yoksunsa, kapitalizmin işine de gelebilir. Hatta size olanak da sağlayabilir. Brezilya’da MST örneği bir boyutuyla bu türlü bir riski taşımaktadır. MTS’nin bu yönü genellikle bilinmez veya tartışılmaz. Eğer MTS antikapitalist bir hatta yürüyemezse, Brezilya kapitalizminin rektifikasyon araçlarından birine dönüşme riski taşımaktadır. Evet, yaşam alanları, varoşlar kapitalizmin sömürgeleştirme alanlarıdır. Ama asıl eksen unutulmamalıdır. O da nereden başlayacağımızı ve nereden vuracağımızı bilmektir. Dikkat edin sermaye bu ekseni, yani fabrikayı son derece rafine bir şekilde koruyor. Yeni postfordist fabrikalar olan organize sanayi bölgelerinin içine giremiyorsunuz bile. Bu yeni “emek vahaları” aynı zamanda sermayenin yeni karakollarıdır. Çünkü buraları isyan odaklarıdır ve sermaye bunu biliyor. Bundan dolayı özel güvenlik sistemleriyle korunuyor, kameralarla denetleniyor, mafyayla, polisle işbirliği yapıyor, kendine uygun steril alan yaratmaya çalışıyor. Çünkü sermaye buranın can damarı olduğunun farkında. Sabra Tekstil deneyimi bu gelişmelerin açık göstergesidir. Sabra Tekstil’i Türkiye solu algılayamadı, anlamadı ve bence önem de vermedi. vaka-ı adiye olarak görüldü. Bence Sabra Tekstil olayı önümüzde yaşayacağımız karşıdevrimci gelişmelere ışık tutmaktadır.

- Sol harekette ‘uvriyerizm’ ve ‘işçicilik’ kavramları genelde eş kavramlar olarak kabul edilir. Siz bunu farklı bir biçimde kullanıyorsunuz. Bu kavramları biraz açar mısınız?

- Türkiye’de sol çevrelerde uvriyerizmle ve işçicilik eşanlamlı kullanılmaktadır. Bu son derece yanlış bir yaklaşımdır. İşçicilik, işçi sınıfının tarihsel rolünü ve sınıf mücadelesindeki yerini kabul eden, işçi sınıfını, aynı zamanda komünizmin kurucu öznesi olarak değerlendiren bir akımdır. Marksizm eğer bir sınıf teorisiyse, marksist olmak zaten işçici olmaktır. Uvriyerizm ise, işçi sınıfı vurgularına rağmen, onun devrimci niteliğinden korkan, onu nesneleştiren ve kapitalizme yedekleyen, yıkıcı gücünü absorbe eden eğilimleri bünyesinde barındırır. Bazı arkadaşlar karıştırıyor. Biz işçiciyiz. O anlamda önemli bir ayrım noktasındayız. Uvriyeristlerle bizim alakamız yok. Uvriyeristler sınıfın devrimci gücüne inanmayan ve sınıfın yıkıcı gücünü boşaltan eğilimlerdir. Biz tam tersine sınıfın devrimci gücüne inanan ve sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkarmayı görev bilmiş insanlarız.

- Son olarak işçi ve emekçi kitlelere ve Kızıl Bayrak okurlarına ne söylemek istersiniz?

- Yolumuzun doğru bir yol olduğuna ve işçi sınıfından öğrenmek gerektiğine inanıyorum. İşçi sınıfı rotayı gösteriyor. Kutup yıldızı işlevi görüyor. Bence yaşadığımız dönemde çok avantajlı bir durumdayız. Ara akımların fiilen bittiği bir dönemdeyiz. Bu dönemde tek bir görev var, o da sınıf devrimciliği yapmak. Buna layık insanlar olmak zorundayız. Ve kutup yıldızının açtığı pusulayla da hareket etmek zorundayız. Tarihimizdeki kızıl bayrağın rolü de budur zaten.