30 Ocak 2009
Sayı: SİKB 2009/04

  Kızıl Bayrak'tan
  Ergenekon operasyonu Özbek çetesine yöneldi…
  Çankaya’da Ergenekon toplantısı…
Şer üçlüsü toplandı…
Emekçiler krize karşı alanlara çıktılar…
15 Şubat İstanbul mitingi üzerine...
Sinter ve Gürsaş direnişleriyle dayanışma gecesi gerçekleşti...
  Direnişçi Gürsaş işçileri ile konuştuk...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Yerel yönetimler ve liberal yanılsamalar -
H. Fırat
  ÜNSA’da yarım direniş, çeyrek zafer!
  Devlet madalyasından Kocatepe törenine kontrgerilla gerçeği…
  Kriz karşıtı faaliyetlerden...
  Gençlikten...
  Ateşkes sonrası Gazze...
  “Davos Zirvesi”ne hazırlık…
  Bolivya’da anayasa açık farkla kabul edildi!
  Obama ve yıkılan hayaller...
  Avrupa’da krize karşı paneller…
  Yerel seçimler ve devrimci tutum - M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

15 Şubat İstanbul mitingi üzerine...

Düzene karşı öfkeyi bilemek ve bürokratların oyunlarını bozmak için!

Kriz önümüzdeki dönemde etkisini daha yıkıcı olarak hissettirecek olmasına rağmen, işçi ve emekçiler için ağır bir fatura bugünden kesilmiş durumda. Şimdiden onbinlerce işçi işten atıldı, yüzlerce işyeri kapandı. Sermaye sınıfı toplu sözleşmelerde sıfır zam dayatıyor. Sendikal örgütlülükler dağıtılmaya çalışılıyor ve zamların ardı arkası kesilmiyor, vb...

Krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetme kararlılığıyla davranan kapitalistler, tüm hazırlıklarını da buna göre yapıyorlar. Görüşmeleri devam eden ve önümüzdeki günlerde imzalanması beklenen İMF anlaşması ile sermaye hükümeti krizin tüm yükünü işçi ve emekçilere ödettirmeyi amaçlıyor.

Krizin işçi ve emekçiler için anlamı yıkım, açlık, yoksulluk iken, yüzbinlerce işçi ve emekçinin örgütü olmakla övünen sendikalar hala da dişe dokunur bir tepkiyi ortaya koyabilmiş değiller. Sendikal konfederasyonlar, milyonlarca işçi ve emekçiye yönelik sosyal yıkımı ve yanısıra krizi fırsat bilerek sendikal örgütlülüğe yapılan saldırıları izlemekte, dahası kimi fabrikalarda olduğu gibi atılacakların listesini patronlarla elele hazırlayabilmektedirler.

18-19 Kasım tarihlerinde Genişletilmiş Başkanlar Kurulu’nda aldığı kararlar ile birlikte acil eylem programını ilan eden DİSK de ne yazık ki saldırıları izler bir pozisyondadır. Açıkladığı acil eylem programı orta yerde durmaktadır. DİSK Başkanlar Kurulu’nun acil eylem programında ifade edilentüm bölgeleri, işkollarını, işyerlerini kapsayan bilgilendirme, hazırlanma kampanyası, bildiri, afiş, el ilanı ve gerekli diğer propaganda çalışmaları, atılan her işçiye, yapılan her zamma karşı, sendikalı-sendikasız işçiler arasında hiçbir ayrım yapmaksızın dayanışma içinde olunması, işten atılan işçilerin işyerini terketmemelerinin desteklenmesi, işyerlerinde, sokaklarda, pazar yerlerinde küçük büyük demeden mücadele ve dayanışma ağları örgütlenmesi, tüm illerde en büyük pazar yerlerinde haftanın belli günlerinde ‘krize karşı tencerem boş’ eylemleri örgütlenmesi, Türkiye’nin büyük illerinde tespit edilen merkezlerde ‘kriz sonuçları tartışma kürsüleri’ oluşturulması” yönündeki kararlar, şu ana kadar hoş ama boş sözler olarak kalmaktan öteye geçemedi.

KESK’in durumu ise daha da vahim. İktisatçı Mustafa Sönmez’e hazırlatılan ve sermayeye akıl veren “sosyal program”ı tabanın basıncıyla geri çeken KESK, bunun yerine yeni bir program koyamadığı gibi, 657. sayılı yasanın güvencesine sarılarak krizden en az etkilenecek kesimin kamu emekçileri olacağı avuntusuyla bugüne kadar geldi.

29 Kasım 2008 tarihinde Ankara’da gerçekleşen mitingi bir başlangıç olarak ilan eden sendika konfederasyonları, onbinlerce işçi ve emekçinin öfkesini dışa vurduğu, mücadele isteği ve kararlılığını dile getirdiği mitinginin ardından sessizliğe gömüldüler. Oysa 29 Kasım mitingi sonrası tabana gidilecek, açıklanan talepler ekseninde bir mücadele örgütlenecek ve krizin faturasına karşı güçlü bir direnç gösterilecek denilmişti. Bütün bunlar ortada bırakıldı. Aynı şey DİSK’in görece daha ileri denebilecek acil eylem programı için de geçerli. Programı hayata geçirmek yerine süreci izlemekle yetindi DİSK yöneticileri.

Sendika konfederasyonları, örgütlü tepkiyi sadece “kitlesel miting”lerden ibaret gören bir anlayışla, İstanbul mitingini gündeme getirmiş bulunmaktadırlar.

İstanbul Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu, krizin patlak vermesiyle birlikte SSGSS ve sonuçlarına karşı yürütülen mücadeleyi krize karşı bir mücadele hattına doğru evriltmeye yönelmişti. Bu amaçla, geniş kesimlerin tepkilerini açığa çıkarmayı hedefleyen, emekçi kitleleri direnişe ve örgütlenmeye çağıran etkin ve yaygın bir çalışma ile Şubat ayının ortalarında İstanbul’da bir miting gerçekleştirmeyi hedeflemişti.

Bu çerçevede, İstanbul’da tek, güçlü ve aynı zamanda politik mesajları kuvvetli bir mitingi gündemine aldı. Ancak aynı zaman dilimi içerisinde sendika konfederasyonları da İstanbul’da bir miting düzenlemeyi gündeme getirdiler. Bu girişim HSGGP’nin miting planlamasını zora soktu.

Ortaya çıkan yeni durum üzeine HSGGP bileşenleri (ki HSGGP’nin bir dizi bileşeni konfedasyonların alt örgütüdür) mitingin birlikte örgütlenmesi konusunda çabalarını yoğunlaştırdılar. İşin aslında sendika konfederasyonlarının miting tartışmalarını tetikleyen de  bizzat HSGGP’nin önden başlattığı miting girişimleri olmuştur. Bundan dolayıdır ki, HSGGP’nin eğilimleri de “gözetilerek!”, Şubat ayının ortasında bir miting yapılması kararına varılmıştı

Sendikal bürokrasi bildik rolünü oynuyor!

Ancak miting ile ilgili olarak bundan sonraki gelişmeler tam da sendikal bürokrasinin temel karakteristiğini yansıtacak şekilde gelişmiştir. DİSK ve KESK, TMMOB, TTB ve üç örgütle birlikte (bu arada Türk-İş ile görüşmelerin sonuçsuz kalması nedeniyle) 22 Şubat’ta miting yapmaya karar vermişlerdir. Bu karar çerçevesinde tertip komitesi oluşturularak mitingin şiarı ve afişi belirlenmiş, temel konuşma metni şekillendirilmiş ve “haydi kitlesel bir miting için kampanyayı birlikte örgütleyelim!” denilerek HSGGP ve diğer örgütlerin karşısına çıkılmıştır.

 Kendi aldıkları kararları dayatan, “ben yaptım oldu” diyen, tabanın söz ve karar hakkını hiçe sayan, hele ki bir yılı aşkındır yer yer rakip ve ayrı bir irade olarak gördükleri HSGGP’yi tanımayan sendika konfederasyonları, tutup 22 Şubat mitingini kendi başlarına kamuoyuna ilan edebilmişlerdir.

Şu ana kadar yaşananlar, DİSK ve KESK yönetiminin artık alışılmış tutumları bakımından fazla şaşırtıcı da değildir. Ancak aradan daha birkaç gün bile geçmeden yaşanacak olanlar, bu yapılardaki bürokratik yozlaşmanın vardığı aşamayı göstermesi bakımından son derece çarpıcıdır. Türk-İş ile mitingin ortaklaştırılması (ki Türk İş de önden 15 Şubat’ta miting yapacağını ilan etmişti!) doğrultusunda girişimleri sürdüren KESK ve DİSK yönetimi, kapalı kapılar ardından Türk-İş’in istemi doğrultusunda 15 Şubat’ta mitingi birlikte örgütlemeye karar vermişlerdir. Böylece KESK ve DİSK, bir gün içinde süreci birlikte örgütlemeyi planladığı TMMOB ve TTB başta olmak üzere 5 örgütü gözü kapalı bir şekilde yüzüstü bırakmıştır. Yerel örgütlere ve inisiyatiflere karşı aslan kesilen KESK ve DİSK ağaları, Türk-İş karşısında uysal kuzu gibi davranmışlar ve AB?çizgisinin savunucusu ETUC örgütlenmesi çatısı altında mitingi gerçekleştirileceklerini ilan etmişlerdir.

Tüm bu ayrıntıların ötesinde mitinge ilişkin tablo çok açık ve nettir:

DİSK ve KESK’in “Emek Cephesi” yaratma iddialarının boş bir söz kalıbı olduğu bir kez daha görülmüştür. “Emek cephesinin sesi”ni büyütmeye çağıran DİSK’in öncelikle tüm emek güçlerini bir araya getirmek, birleşik mücadeleyi güçlendirmek için bir çaba içerisine girmesi gerekirdi. Oysa şu an kendini dayatan, “ben yaptım oldu” diyen bir anlayışla 15 Şubat İstanbul mitingi örgütlenmektedir.

Bu durumda, Süleymen Çelebi’nin 29 Kasım mitinginde ifade ettiği şu sözler, artık bizzat DİSK’in kendi olumsuz pratiğine yönelik olarak söylenmiş kabul edilmelidir: “‘Örgütsel kıskançlıkların’ yerine ‘paylaşım ve dayanışmayı’, ‘bensiz olmaz’ yerine ‘sensiz olmaz’ şiarını, ‘öne çıkma değil’, ‘sıra neferi olma’ alçak gönüllülüğünü, yeniden ekmeği paylaşmayı, mahallerde birlikte yürümeyi, işyerlerine omuz omuza mücadeleyi örmenin zamanıdır.”

Bir öteki nokta ise şudur: Gündemdeki miting, en geniş kesimlere gidildiği, mücadele talepleri anlatılabildiği, güçlü bir propaganda-ajitasyon faaliyeti ile kitlelerin tepkisi ve öfkesi örgütlü bir tarza alana taşınabildiği koşullarda bir anlam taşıyacak ve asıl işlevini de böylece yerine getirebilecektir. Oysa ki, konfederasyonların kendi iç tartışmaları ve bir ayı aşkın süredir başvurdukları oyalama taktikleri sonucu, miting hazırlıkları yalnızca 15 günlük bir zaman aralığına sıkışacaktır. Bu durumda geniş örgütlü-örgütsüz kesimlerin alana taşınması hedefi gerçekleşemeyecek, miting sendikaların örgütlü tabanıyla sınırlı kalan yeni bir hava boşaltma eylemi olma riski taşıyacaktır.

Bir öteki sorun, mitingin politik içeriği ve hedeflerine ilişkindir. “Krizin bedelini ödemeyeceğiz” denmesine rağmen, kitlenin tepkisi krizin kaynağı olan kapitalist düzene değil, fakat yalnızca AKP’ye yöneltilmek istenmektedir.

Son olarak, Türk Metal Başkanı Mustafa Özbek’in tutuklanması ile birlikte, yine AKP karşıtlığı hesabı çerçevesinde, eylemin bu sicilli işçi düşmanının savunusu ile birleştirilmesi riski de vardır.

Bir çift söz de Türk İş’e...

Türk-İş, gerek kendi iç çıkar çatışmaları, gerekse taban basıncının artması karşısında en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşıyor. Bu çerçevede krize karşı miting gerçekleştirmek, dahası bunu diğer sendika konfederasyonları ile ortaklaştırmak yoluna gitmek, varolan basıncı hafifletme manevrasından ibarettir. Gerçekte, kurulduğu günden bugüne bizzat sermaye sınıfına hizmet etmekle görevlendirilen Türk-İş, bu görevine uygun bir misyonla hareket etmektedir. Önünü kesemediği tepkileri denetimi altına almak da bir yönetme biçimidir. Nitekim, Türk-İş İstanbul Şubeler Platformu’nun 17 Ocak’ta Taksim’de gerçekleştirdiği eylemi engellemek yerine, Tes-İş ve Türk Metal gibi faşist-gerici yönetimlere sahip sendikalarla eyleme katılma yolu tutulmuştur. Bu sendikalar ise taşıdıkları bayrak ve flamaların yanısıra kullandıkları en gerici sloganlarla da eyleme kendi renklerini vermeye ve böylece onu amacından saptırmaya çalışmışlardır.

15 Şubat mitingi için bu çok daha geniş ölçekte böyledir. Krize karşı biriken öfke ve tepkinin düzen kanalları dışına çıkması ve kitlesel patlamalara dönüşmesi düzenin en büyük korkusudur. Dolayısıyla sendikal bürokrasi burada bir kez daha devreye girmekte, muhtemel öfke ve tepkiyi yatıştırmak ve düzen içi kanallara akıtmak için harekete geçmektedir.

15 Şubat’ta sokağa, eyleme!

Sendikal bürokrasinin mitingin içini boşaltma çabaları karşısında 15 Şubat eylemine kitlesel ve militan bir katılım sağlamak ayrı bir önem kazanmıştır. Kitlesel katılım sınıf hareketinin bugünkü tablosunun değiştirilmesi yönünde anlamlı bir politik-moral kazanım olacaktır aynı zamanda. Başta HSGGP olmak üzere tüm ilerici ve devrimci güçlerin ortak bir duruş sergilemeleri ayrıca önemlidir. Bu, mitingin havasını, rengini ve atmosferini değiştirmek yönünde etkin bir irade ortaya koyabilmenin zorunlu bir koşuludur. Tepkinin AKP karşıtlığından öte, “Krizin faturasını kapitalistler ödesin!” şiarıyla, bizzat düzenin kendisine yöneletmesi de buna bağlıdır.

Mitinge yalnızca iki hafta gibi son derece kısa bir zaman kalmış olsa da, fabrika fabrika, havza havza, sokak sokak eylem çağrıları yayılmalı, işçi ve emekçilerin mümkün olduğunca kitlesel bir şekilde alanlara taşınması sağlanabilmelidir.

İşçi ve emekçilerin biriken öfkesi ancak bu şekilde açığa çıkarılabilir, sendikal bürokrasinin oyunları ancak bu yolla bozulabilir.