23 Ocak 2009
Sayı: SİKB 2009/03

  Kızıl Bayrak'tan
  Metal işkolunda durum ve görevlerimiz
  Ergenekon sermaye devletinin gerçek yüzüdür…
İsrail’den tek taraflı ateşkes...
Krizin faturasını kapitalistlere ödetme mücadelesini kapitalizmi yıkma mücadelesiyle birleştirelim!
2008 sermayenin yoğun saldırılarına konu oldu…
TORGEM direnişi 10. gününde zaferle sonuçlandı!
  Tersane İşçileri Birliği Derneği Başkanı Zeynel Nihadioğlu ile krizin tersanelerdeki etkisi ve TORGEM direnişinin kazanımları üzerine konuştuk...
  DESA direnişinde kazanma kararlılığı ve devrimci sorumluluk!
  Sinter ve Gürsaş direnişleriyle dayanışma büyüyor…
  Yerel seçimler ve komünistler
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Kriz ve tersaneler
  Yerel işçi bültenlerinden...
  Emekçi Kadın Komisyonları’ndan çağrı…
  Hrant Dink kitlesel eylemlerle anıldı!
  İşgal, direniş, grev ve sabotaj / 2 Volkan Yaraşır
  Obama illüzyonu… M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kapitalist krize ve sermayenin saldırısına karşı işçi sınıfının eylem ve örgütlenme hattı:

İşgal, direniş, grev ve sabotaj / 2

Volkan Yaraşır

Plaza eylemleri, lokal direnişler ve “basın açıklamaları”

Desa, Unilever, Yörsan, E-Kart, Tega gibi uzun soluklu devam eden direnişler 2008 yılına mana kattılar. Direnişin, onurun, mücadele azminin göstergeleri oldular. İçine girdiğimiz bu süreçte uzun zamandan beri devam eden bu eylemlerin bir manifestoya çevrilmesi önem taşıyacaktır. Sermayenin sendikasızlaştırma, hak gaspı, sınıfı değersizleştirme operasyonlarına karşı başlayan bu direnişler, sınıfın onuru ve mücadele azminin göstergeleri olarak öne çıktılar. Bugün Desa direnişindeki Emine Arslan bunun somut örneğidir. Emine Arslan artık sınıfın bir model kimliğidir. Bu uzun soluklu direnişlerin, sınıfın kararlılık ve inadını, hatta sınıf kinini gösteren model eylemler olarak öne çıkarılması önemlidir. Olağanüstü koşullarda bu eylemlerin bulunduğu bölgeyi saran, etkileyen, tetikleyen alev toplarına dönüşmesi de olasıdır.

Dikkat çeken gelişmelerden biri de plaza eylemleridir. Bilginin tekelleşmesi, metalaşması ve gizlendiği ölçüde değer kazanmasına bağlı olarak beyin işgücünün hızla proleterleştiği bir sürecin içindeyiz. Kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinin, sınıf profilinde yarattığı etkinin sonucu olarak ortaya çıkan çekirdek işgücü diye tanımlayacağımız bu kesimler, hızla sınıf mücadelesi içinde yerlerini alıyorlar. Özellikle 1997 Doğu Asya krizinden sonra dünya çapında, 2001 krizinden sonra ise Türkiye’de bu kesimler yoğun bir şekilde işsizlik tehdidi ile karşı karşıya kaldılar ve örgütlenme eğilimleri arttı. Bu anlamda İstanbul Borsası’ndaki Dealer ve Broker’ların, IBM’de çalışan bilgisayar, elektronik, elektrik mühendislerinin Tez-Koop-İş Sendikası’na üye olmaları önemlidir ve şaşırtıcı değildir.

IBM çalışanlarının bir toplumsal kontrol mekanizması işlevi gören internette sanal eylem yapmaları ve sendikal hakları için IBM merkezine yönelik plaza eylemleri gerçekleştirmeleri dikkat çekicidir.

Plazalar büyük sermayeyi, onun erişilmez iktidarını ve gücünü simgeleyen binalardır. Bir anlamda burjuvazinin kudretini simgeleyen yapılardır. Ve aynı zamanda sermayenin mabetleridir. Sınıfın varlığının ve gücünün buralarda hissedilmesi önemlidir. Tehditkardır. Ve her şeyden önce bir başlangıçtır. Krizin derinleştiği anda bu eylemler birden kapitalizm karşıtlığının merkezi haline gelebilir. Böylesi koşullarda sınıfın önüne banka ve borsa blokaj eylemlerini koyması önem taşıyacaktır. Banka merkezlerinin plazalar olması, plaza eylemlerinin birden banka blokaj eylemlerine dönüşmesini kolaylaştıracaktır. Sistemin acıyan yeri buralarıdır. Kapitalizmin nabzı buralarda atmaktadır. Binlerin, on binlerin borsayı ve plazaları sarması, işlemez hale getirmesi kapitalist sistemi felç edici içeriktedir. Plaza eylemlerini sembol eylemlerden çıkarıp, bu perspektifle ele alarak daha örgütlü, daha kitlesel ve kapitalizmin teşhirinin yapıldığı eylemlere dönüştürmek gerekir. Yani sermayeye, mabetlerinde bile rahat vermemeyi bugünden önümüze koymalıyız.

Uzun zamandan beri yapılan ve giderek etkisini kaybeden “basın açıklamaları” şeklindeki eylemler, bu süreçte kitle ajitasyonu ve propagandasının yeniden kurulduğu zeminlere dönüştürülmelidir. Bu eylemler toplumun değişik katmanlarının katıldığı, krizin ve yarattığı tahribatın açıklandığı ve kapitalizmin teşhir edildiği, fiili, kitlesel gösteriler haline gelmelidir. Sınıfın değişik emekçi katmanlarla kaynaştığı ve o olağanüstü çekim gücünü hissettirdiği eylemlere bürünmelidir.

Bugün DİSK, KESK, TTB, İSŞP ve değişik demokratik kitle örgütleri ve siyasi yapılar tarafından gerçekleştirilen bu eylemler, giderek sınıf inisiyatifinin arttığı ve sınıf öfkesinin dışa vurduğu eylemler haline getirilmelidir. İstanbul-Taksim, Ankara-Kızılay, İzmir-Konak gibi merkezlerde de gerçekleşen bu eylemler fiili sokak gösterilerine ve sokak işgallerine dönüştürülebilmelidir. Bu ataklar sokağın kazanılması yönünde önemli adımlar olacaktır. Yapılacak sokak işgallerinde kapitalizmin her düzeydeki teşhiri ve krizin sorumluları ortaya konulmalıdır. Hollanda’da 1968’lerde gerçekleşen Provalar’ın teşhir, tecrit, alaylayarak ve provoke ederek anlatma teknikleri yanında klasik sokak tiyatroları, doğaçlamaları gibi eylemler gündeme alınabilir. Böylece kitlelerin dikkatleri kapitalizmin çürümüşlüğüne, asalaklığına ve simsarlığına çekilebilir.

Ve sabotaj...

Sermaye yaşadığı krizi konsantre bir saldırıya dönüştürme fırsatı olarak değerlendiriyor. İşçi sınıfı bir yandan kolektif bir yıkım/ ölüm anlamına gelen işsizlik tehdidiyle karşı karşıyayken, öte yandan tarihsel kazanımlarının (8 saatlik işgünü, kıdem ihbar tazminatı, ikramiye, toplusözleşme düzeni gibi) gasp edilme tehdidini yaşıyor. Sınıfa ya açlık ya da kölece çalışma düzeni dayatılıyor. Sermaye sınıfı açlıkla terbiye ederek, yeni rıza mekanizmaları üretiyor.

Çin çalışma rejimi bu projenin bir yansıması olarak öne çıktı. Uzak Doğu’da dünyanın atölyeleri gibi faaliyet yürüten Çin ve Vietnam’da çalışma rejimlerinin özü işçi cehennemlerine dayanıyor. Bu rejimlerde köle işçilik ve beleş ücret, sistemin ana karakteri olarak öne çıkıyor.

İşçi sınıfı son derece tehlikeli ve kendisi için ölüm ya da ölümüne çalışma anlamına gelecek yeni bir sürece giriyor. Bu süreç bir yanıyla da insanın robotlaşma, canlı bir makineye dönüşme süreci. Son 25 yıla damgasını vuran post-fordizm yeni bir evreye giriyor. Artık duygularını, ruhunu, aklını makineye veren ya da makineleşmiş, makinenin kendisi olmuş, robotik işçiler dönemine geçiliyor. Yani “çalışmanın özgürleştirdiği” bir süreç. Auschwitz-Birkenau çalışma ve imha kampının girişinde yazan ve Nazi çalışma rejiminin simgesi olan “Arbeit macht frei” (“çalışmak özgürleştirir”) sloganı “yeni” çalışma rejimiyle içselleştiriliyor.

Kısaca sınıfa ya işsizlik, ya köle işçilik dayatılıyor. İşsizlik bu ülkede ölümün diğer adıdır. Köle işçilik ise bir başka ölüm çeşidi olacaktır.

Kriz süreci devletle sermaye arasındaki ilişkiyi ya da kapitalist devletle kapitalist sistemle arasındaki bağı bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Kitleler nezdinde kapitalist devletin niteliği ve işlevi son derece sarih biçimde kavranmaya başlandı. Evet devlet parazit bir kurum, kapitalist ilişkileri ve egemenliği sağlayan bir aygıt, kapitalist işleyişin temel güvencesi ve bir politik egemenlik aracı. Devlet özünü alenen ortaya koyuyor. Makro iktidar ve tahakküm aracı olduğunu gösteriyor. Şiddetin tekelini elinde tutarak sistemin “bekçisi” gibi yeni dönemde sınıftan yükselecek her düzeydeki tepkiye en sert biçimde yanıt vereceği ve yeni işçi cehennemlerinin kurucu ve kollayıcı gücü olacağı ortadadır. Yani “yeni” dönem sınıflar mücadelesinin son derece keskinleşeceği bir dönem olacaktır.

Böylesi tarihsel momentlerde işçi sınıfının ontolojisine uygun muhteşem mücadele biçimleri geliştirdiği bilinmektedir. İngiltere’de kökleri 1620’lere dayanan, 18. yüzyılın başlarında gelişen Ludizm ya da Makine Kırıcılığı, işçi sınıfının makineleri kırarak kapitalizme karşı gerçekleştirdiği en sert eylemlerden biridir. Bu eylem kapitalist sistemi felç edici niteliktedir. Makine Kırıcıları aynı zamanda makineyle özdeşleşen bir uygarlığa karşı, sınıfın çok net ve kitlesel bir karşı duruşunun ifadesi oldu. 1769’da çıkarılan yasa eylemcilerin ölüm cezasına çarptırılmasını içeriyordu. Yasa burjuvazinin bu hareketten ne derece korktuğunu gösterdi. Ama ölüm cezası da Makine Kırıcıları’nı durduramadı. Hatta Ludizm bir kitle hareketine dönüştü. 1812’de çıkarılan yeni yasa da Ludist hareketi engelleyemedi. “Ya Ekmek, Ya Kan” diyen Ludist hareket ancak İngiliz kapitalizminin yaşadığı bir dizi siyasal ve ekonomik değişikliğe bağlı olarak, 1830’larda sönümlenme sürecine girdi (2).

Her şeye karşın Ludistler uluslararası sınıf hareketinin hafızasından hiçbir zaman silinmedi. İngiliz işçi sınıfının dünya işçi sınıfına armağanı olan makine kırıcılığı eylemleri Türkiye dahil (1852’de şimdi Bulgaristan’da bulunan Samakof tekstil fabrikasında Ludist deneyim yaşandı) birçok ülkede gerçekleştirildi.

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası bütün dünyada yeni emek ve üretim süreci ve yönetim tekniği olarak uygulanan fordizme karşı da, 1960’ların ortalarından itibaren sınıf tepkiler vermeye başladı. Ludistler nasıl makineyle özdeşleşen bir uygarlığa karşı durdularsa, bu sefer işçi sınıfı kendini makinenin bir uzantısı ve parçasına dönüştüren uygulamalara ve tarumar edici tekdüzeliğe karşı tavrı aldı. İşçi sınıfı bir yandan işe gelmeme, işin kalitesini bozma, sürekli iş rotasyonu gibi pasif eylemlerle, diğer yandan 1968’de başlayan büyük kitle grevleriyle fordist sistemi bloke edip, işlemez hale getirdi.

İçine girdiğimiz kriz döneminde sınıfın bu ve benzeri pratiklerden yararlanıp, yaşadığı rafine atomizasyona, şekilsizleşme sürecine ve geleceğinin yok edilmesine karşı isyanı örgütlemekten başka çaresi yoktur.

Sınıf bu dönemde tarihinin belirli zamanlarda uyguladığı meşru ve yıkıcı silahını yeniden eline almalıdır. Kendisinin bulduğu ve zengin eylemliliği içinde ortaya çıkardığı bu silahın adı sabotajdır. Kendisini nesneleştiren, aşağılayan, ya işsiz bırakarak ya da köle işçiliği dayatarak ölümden başka seçenek sunmayan bu sisteme karşı sınıf, yıkıcı gücünü gerektiğinde gösterebilmelidir. Bir patronun “keyfince” ya da çıkarları gereğince işyerini kapatıp veya tensikat yapıp işçileri bir nesne gibi sokağa atmasına karşı işçilerin de bir cevabı olmalıdır.

Kapitalist sistemin ruhu özel mülktür. Sınıf, sermayeye şunu göstermelidir: “Benim geleceğim yoksa, senin de olmayacak”. Bu dişe diş bir mücadelenin ifadesidir. Ve görülen o ki, önümüzdeki süreç böyle gelişecektir. İşçi sınıfını tensikatlar, işyeri kapatmaları, son derece keyfi uygulamalar, kazanılmış hakların gaspı ve her düzeyde değersizleştirme operasyonları bekliyor. Yani sınıfın aşağılanacağı, çaresiz, sefil bırakılacağı ve boyun eğdirilmek isteneceği bir döneme giriyoruz. Sınıf bunun kolay olmadığını, kolay olmayacağını açık, net ve meşru olarak göstermelidir.

Evet “bizim geleceğimiz yoksa, kimsenin geleceği de güvende değildir”. Bu perspektifle işçi sınıfı tarihsel, meşru ve bir grev tarzı olan sabotaj silahını kullanabilmelidir. Sistem sınıfı açlığın pençesine mahkum ediyor. Ve açlıkla sınıfı terbiye etmeye çalışıyor. Sermaye sınıfa açlığı dayatırken, sadece onu sefalete sürüklemiyor, ayrıca ruhunu da sefilleştiriyor.

Sınıfın buna bir cevabı olmalıdır. Sabotaj bu anlamda ahlaki bir cevaptır. Yaşanan krizin göz ardı edilen, değerlendirilmeyen bir yönü de uygarlık krizi olduğudur. Makineyle, “ilerleme” mitosuyla, tahakkümün sıradanlaşması ve tüketim terörüyle özdeşleşen kapitalist uygarlık artık bütünüyle kokuşmuş ve çürümüştür. İşçi sınıfı tıpkı eski kuşaklarının yaptığı gibi ve kendisi de konsantre sabotaj eylemi olan makine kırıcılarının açtığı yoldan yürüyebilmelidir. Ludizm sınıfın yıkıcı öfkesinin dışavurumu olduğu kadar, makineyle özdeşleşen bir uygarlığa karşı da bir isyandı. Özünde “ben makine değilim, insanım” demekti. Ludizm yıkıcı bir reddedişti. Sınıfın yıkan ve yeniden yaratan o muhteşem kolektif gücünü gösteren bir hareketti.

Bugün işçi sınıfı yeniden bu ihtilalcı silahını kuşanmalıdır.

Sabotaj özünde etkili bir çeşit grev hareketidir. Burada üretim faaliyetini durdurmak asıl hedef değildir. Asıl hedef sermaye ve kapitalist sınıfı net bir şekilde bloke etmektir. Kapitalist sistemin kar kaynaklarını işlemez hale getirmektir. Sabotajın birçok çeşidi vardır: Bunlardan birinde işçiler çalıştıkları işyerinde makineleri ve üretim araçlarını işlemez hale getirir ya da tam randımanlı çalıştırmazlar. “Sorun” ve “problem” çıkarırlar ama “çalışmayı” kesmezler. Bu sınıfın sermayeye bir güç gösterisidir. Ona her şeye muktedir olduğunu hissettirmektir. Ayrıca “Makinelerin Grevi” adında bir sabotaj tekniği de vardır. Bu eylemde çalışma çok düşük bir randımanda tutulur. Ya da “pasif direnme”, yavaş çalışma, çok fazla hata yapma, makinelerin fabrikadaki yerlerini değiştirme, önemli parçalarını sökme gibi eylemlerle kendini dışa vurur. Bir başka sabotaj yöntemiyse, sınıf mücadelesinin son derece sert koşullarında makineleri ve üretim araçlarını bütünüyle tahrip ederek ve işlemez duruma getirerek fabrikadaki hayatı durdurmaktır. Bu özel mülkün fiilen özel mülk olmaktan çıkarılmasıdır. Ve sınıfın doğrudan eyleminin en açık göstergesidir. İş, gelecek ve her türlü hakkını kaybeden işçi bu silahla, hiç kimseye minnet etmeden, hiçbir aracıyı devreye koymadan “hak verilmez, alınır” ilkesini hayata geçirir. Kendi otonomisi ve kendi sınıf bilinciyle doğrudan harekete geçer.

Sabotaj eylemi gücünü salt bir patrona yönelik olmasından dolayı değil, sınıfın isterse hayatı yarattığı gibi yok edebileceğini göstermesinden alır. Eylem bütün patronlara, kapitalist sisteme yönelik net, açık ve son derece sert bir eylemdir. Sabotaj her ne kadar bireysel karakterli bir işçi eylemi olarak görünse de, sınıfın kolektif kin ve öfkesinin dışa vurumudur. Kolektif ruh halinin aksiyona geçmesidir.

Sınıfı yeni çalışma rejimiyle kolektif kadavraya çevirecek ya da kolektif ölüme mahkum edecek sermayeye karşı, sınıf gereğinde en yıkıcı ve en sarsıcı silahlarını da kullanabilmelidir. Bunu kullandığı için de hiç kimse sınıfı suçlayamaz. Sınıf kendi celladının yüzüne gülmek, ona “zarif” davranmak zorunda değildir. Bu onun tarihten gelen meşru, haklı ve insanca bir tepkisidir. Marks’ın Lyon komünarları için söylediği gibi proletarya bazen eylemleriyle “savaş çığlığı” atar.

Devrimcilerin ve komünistlerin varlık sebebi nedir ve niçin savaşırlar?

Sınıflar mücadelesi bir momentler bütünselliğidir. İçine girdiğimiz süreç sınıf hareketinin uluslararası çapta parçalandığı, atomize edildiği, şekilsizleştirildiği ve denetlenerek sisteme tabi kılınmak istendiği bir momenti işaretlemektedir.

Sermaye uluslararası çapta sınıf hareketinin örgütsüzlüğünün ve enternasyonal birliğinin zayıflığının farkında olarak onu felç edecek, devrimci kimyasını bozacak uygulamaları hayata geçirmek istiyor. Sınıfı bir nesneler yığınına çevirerek kapitalizmin yeniden yapılanmasının aracına ya da kendi rektifikasyonunun “temel” gücü haline getirmeyi amaçlıyor. Bugün uluslararası düzeyde işçi sınıfa dayattığı “yeni” çalışma rejimi ve yoğun işten çıkarmalar bu yöndeki gelişmelerin somut göstergeleridir. Sermaye kriz sürecinin yarattığı olanaklarla sınıfı “modern barbarlığın” bir nesnesi haline getirerek, onu sadece çalışma vasfı olan robotik bir makineye dönüştürmeyi arzuluyor. Bu süreç post-fordizmin yeni veçhesi olarak da okunabilir.

İşçi sınıfının bu gelişmelere reaksiyon göstermesi kadar doğal bir şey yoktur.

Evet dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı bu gelişmeleri sınıfsal refleksleriyle okuyor ya da saldırıları açık olarak yaşıyor ve alması gereken tavrı alıyor.

Bugün Sinter, Brisa, Tezcan Galvaniz, Ünsa Ambalaj’da yaşanan işgaller daha başlangıçtır. Sınıfın ilk reaksiyonlarıdır. Zafiyetleri de bu ilk reaksiyonlar olmasından kaynaklanmaktadır. Ama bir geleneği işaretlemektedir. İşgalciler 1968-1969 ve 1970’li yıllarda Türkiye işçi sınıfının etkin bir şeklide kullandığı bir silahı kullanmaktadırlar. Bundan sonrasını yaparak öğrenecekler, öğrenerek yapacaklar. Görev bu işgalleri alev haline dönüştürmek, işçi havzalarına yaymak, havza direnişlerini tetikleyici hale getirmektir. Sınıfın yüreğinde ve varoluşunda gizli militan ve ihtilalcı ruhu açığa çıkarmaktır.

Ülkenin dört bir tarafındaki Desa, E-Kart, Burulaş, Arser, Sifaş, Nergis, Yörsan, LGS-Sky, Menderes Tekstil, IBM, Tega gibi devam eden grevler ve direnişler ve yeni biten birçok grev ve direniş işçi sınıfının kolektif reaksiyonunun dışavurumudur.

Bugün sınıf bir özsavunma aşamasında; işini, aşını ve geleceğini korumaya çalışıyor. Kolektif bilinçaltı ve refleksleriyle eylemler yapıyor. Ve her şeye rağmen varlığını düşmana ve dosta gösteriyor.

Bugün artık söz bitmiştir. Konuşulacak bir şey de yoktur. Sermayenin son derece konsantre saldırısına karşı sınıfın özsavunma eylemlerinde, direniş hatlarında, onun içinde ve onunla omuzdaş olmayan hiç kimse komünist ya da devrimci değildir. Çünkü özsavunma bir anlamda sınıfın var olma ve ayakta kalma mücadelesidir. Devrimcilik bu meşru, haklı ve namuslu mücadelenin içinde olmaktır. Devrimciliğin anlamı da budur.

Görev özsavunma eylemlerini yaygınlaştırma, geliştirme ve doğrudan eylemlere dönüştürmektir. Sınıf komünistleri, devrimcileri göreve çağırıyor: Yani “ya yanımızdasınız, bizimlesiniz, bizim organik parçamızsınız ya da hiçbir mananız yoktur” diyor. Türkiye işçi sınıfı Saraçhane Mitingi’nde, Kavel grevinde, 1968-69 fabrika işgal eylemlerinde, Alpagut özyönetim deneyiminde, 15-16 Haziran genel ayaklanmasında, Tariş direnişinde, Bahar Eylemleri ve Zonguldak uzun yürüyüşünde yaptığı çağrıyı yeniliyor. Sınıf yeni bir tarihsel momentte yeniden yol gösteriyor. Kapitalizmi yıkacak tek gücün ve tek devrimci sınıfın kendisi olduğunu yineliyor. Sinter, Brisa, Tezcan Galvaniz ve Ünsa işgallerini ve bir dizi direnişi böyle okumak gerekiyor. Türkiye işçi sınıfı tarihinin kritik momentlerinde birçok defa yaptığı gibi yine devrimcilerin önünde yer alıyor. Kapitalizmin acıyan yerlerine işgal, direniş ve grevlerle vurmaya başladı. Devrimciler ve komünistler ya sınıfın organik parçası olacaklar ya da bir mezhep olarak “yaşayacaklardır”.

Sınıf,devrimcileri ve komünistleri göreve çağırıyor, hatta varoluşlarını sorguluyor.

Bu dönem bütün gücümüzle, varlığımızla, ruhumuzla sınıfla bütünleşme, organikleşme, varoluşumuzu ortaklaştırma sürecidir. Eğer sınıflar mücadelesine inanıyorsak, sınıf mücadelesinin ışığında yürüyorsak, ontolojimizi bunun üzerinde inşa ediyorsak ya bunu yapacağız ya da yok olacağız. Bunu yapmak demek bir sınıf teorisi olarak Marksizmi, sınıfın teorik ve maddi gücüne dönüştürmek demektir.

Sınıf Emine Arslan’la model kimliğini, Brissa, Sinter, Ünsa ve Tezcan Galvaniz’le model eylem tarzlarını gösteriyor. Bu dönemde komünistler de proleter-devrimci kimliklerini sınıfa göstermeli, bu kimlikleriyle kaderlerine ve kederlerine ortak olmalıdır. İşgal eylemlerinin, direnişlerin alev topuna dönüşmesi, işçi havzalarını, organize sanayi bölgelerini alevlerin sarması biraz da buna bağlıdır.

Şimdi görev, hepimizin kendini yıkıp, yeniden inşa etme dönemidir. Sınıfın 24 saatine nüfuz edebilme, onunla yaşama ve kavga boylarında onunla olma dönemidir. Ya bunu yapacağız ya da varlığımızın pek bir manası yoktur.

Unutulmasın komünistler sınıf mücadelesine mana veren ve bu mücadeleden mana kazananlardır.

Kısaca, son derece kritik ve olağanüstü bir döneme giriyoruz.

Süreç muazzam gelişmelere gebe olabilir. Eşitsiz gelişim yasası burada da işleyecektir. Hiç beklemediğimiz bir anda fırtına kopabilir. Sorun bu fırtınanın içinde olmak ve bu yıkıcı gücü sisteme yöneltmektir. Yani sorun örgütlenme, eylem, şiar ve politik programımızla buna hazırlanmaktır.

Devrimin rahminin işçi havzaları olduğunu bilerek ve bir sınıf devrimcisi olarak buralara müdahale edip ve belki sınıf devrimciliğini yeniden kurarak, ateşin ve mücadelenin içinde yeniden şekillenmeliyiz.

Devrim işçi havzalarında, organize sanayi bölgelerinde, tek tek işyerlerinde, fabrikalarda, atölyelerde, direnişlerin, grevlerin ve işgallerin içinde mayalanıyor. Bu mayalanmayı ruhu, aklı, yüreği sınıfla bir olanlar anlar, görür, kavrar ve müdahale eder.

Sınıf devrimcileri kendilerinin devrimin hem hamalları, hem de mimarları olduğunu unutmamalıdır. Her direniş, her grev, her işgal ve her sabotaj onları besleyecek ve yol gösterecektir.

Gün sınıfla, sınıf devrimcilerinin kaynaşma birbirinin ruhundan, alevlerinden, yüreğinden beslenme ve birlikte yeniden şekillenme günüdür. Bundan dolayı her direnişi, her grevi ve her işgali manifestoya dönüştürmeli, sınıfın okulu haline getirmeliyiz.

Sınıf devrimcileri yüreklerinde yeni bir dünya taşıyorlar. Şimdi görev bu dünyayı işgallerle, direnişlerle, eylemlerle, özörgütlenmelerle büyütme zamanıdır. Sınıfın ayağa kalkışını karşılama zamanıdır.

Son sözü Alman devrimcilerine, Spartakistlere bırakalım:

“Proletarya, ayağa kalk!

Savaşa! Kazanacağın koca bir dünya var önünde ve savaşacağın koca bir dünya!

Burada, insanlığın en yüce amaçları uğruna, dünya tarihinin sınıf savaşımında, düşmana söyleyeceğimiz tek şey şu: ‘Göze göz, dişe diş!’ “

Dipnot:

(2) Daha geniş bilgi için bakınız Volkan Yaraşır, Uluslararası İşçi Hareketleri, Tümzamanlar Yay., 2004