12 Eylül 2008 Sayı: SİKB 2008/37

  Kızıl Bayrak'tan
  Yiyici asalakların dalaşması neyi yansıtıyor
   Abdullah Gül’ün Erivan ziyareti…
12 Eylül düzenine son vermek için devrimci sınıf hareketini yükseltelim!
Grev ve direnişlere daha güçlü destek!

Belediye TİS’lerinin gösterdikleri

Yol-İş Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı...
  Metal grup TİS’leri tartışıldı
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Kamu emekçilerini hedef alan saldırılar gündemde…
Tabanda oluşturulacak örgütlenmelerle
mücadeleye hazırlanılmalıdır!
  KESK’in mücadele programı ve toplu görüşme sürecine ilişkin şube yöneticileriyle konuştuk…
  Bunlar engerekler ve çıyanlardır!
  Metal TİS’lerinde esneklik dayatması!
  Tuzla tersanelerinin “mazlum” patronları!
  Kapitalizm kadını neden öldürüyor?
  Kapitalizm doğayı yok etmeye devam ediyor…
  Suikast kurbanı Benazir Butto’nun dul eşi cumhurbaşkanı…
  Özel savaş aygıtı kendisini
tahkim ediyor!
M. Can Yüce
  Sol liberalizm: İllüzyon tüccarları ve kolera günleri / 2
Volkan Yaraşır
  Bültenlerden
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sol liberalizm: İllüzyon tüccarları ve kolera günleri / 2

Volkan Yaraşır

BOP ve neo-Osmanlıcılık ya da pax-Ottoman 

11 Eylül’den sonra ABD’nin imparatorluk projesi doğrultusundaki adımları ve Ortadoğu’ya ilişkin projeleri TC’yi yeni bir konumlanış içine girmeye zorladı. AKP bir anlamda bu gelişmelerin sonucu olarak gündeme geldi. Yeni jeo-politik ve ona bağlı olarak Ortadoğu’nun yeni dizaynı, TC’nin de dizaynını koşulladı. Hem neo-liberal, hem muhafazakar, hem de ılımlı İslamcı AKP, model bir parti olarak öne çıkarıldı. TC’nin de ılımlı İslam’ın model ülkesi olması yönünde düzenlemeler yapıldı.

AKP hükümeti özellikle iki konuda, Kürt sorunu ve radikal neo-liberal politikaları uygulamada son derece “istikrarlı” ve katı tutum sergiledi. Bu yönleriyle AKP sermayeyi memnun etti ve sermayenin tereddütsüz desteğini aldı. Egemen bloğun asker-sivil-bürokrat kanadının bazı reaksiyonlarına rağmen gelişmeler genel olarak olumlandı.

Ortadoğu’nun yeni dizaynı yönündeki momentler ve AB’yle entegrasyon sürecindeki evreler TC’nin yönelimlerini etkiledi. Bazen katı, statükocu tavırlar gösterildi, bazen son derece atak ama her zaman angajmanlı eğilimler öne çıktı.

Ortadoğu’nun yeni dizaynının ilk evresi “açık zor” şeklinde kendini dışa vurdu. ABD bu aşamada imparatorluk projesine uygun hareket etti. Ne BM’yi, ne de NATO’yu devreye soktu. “Uluslararası hukuk” ve “kural” tanımadan, önce Afganistan’ın işgalini, sonra Irak’ın işgalini gerçekleştirdi. İşgal, talan ve yağmayla birlikte, bir katliam zinciri üzerinden yürütüldü. Bu askeri müdahalelerin sonucunda, Irak halkından bir toplum mühendisliği ürünü ve modern oryantalizmin yansımasıyla destek beklendi. Irak halkının açık işgale direnişi bütün kurguyu bozdu. Ve direniş hızla yayıldı. Bu durum ABD’nin yeni taktikler geliştirmesine yol açtı.

İkinci aşama kendini BOP olarak gösterdi. ABD kolektif emperyalist politikalar gözetmeye (AB’yle girilen ilişkiler gibi) başladı. Ayrıca açık zorla, ideolojik zorun bir arada kullanıldığı aşamaya geçildi. ABD burada bir nevi kültür taşıyıcısı rolü üstlendi. Ayrıca unilaterizm politikasından geri adım attı. Ne var ki, Ortadoğu’nun ve Mezopotamya’nın zaman kadar eski ve muazzam kültürü ve tarihselliği bu politikaların da iflasını beraberinde getirdi.

Üçüncü aşama ise yeniden açık zor politikasına dönüş oldu. Bu sefer daha rafine açık zor politikalarına geçildi. Konsept “yaratıcı kaos” tanımlamasıyla ifadesini buldu. Bu süreç bir Balkanlaşma süreciydi. Ortadoğu coğrafyasının etnik, dini, milli ve mezhebi bir bazda Balkanlaştırılarak, bölgenin bütünüyle destabilize edilmesi yönünde operasyonlar gerçekleştirildi. Balkanlaşmayla mikro ve kanton devletlerin yaratılması hedeflendi. Birbirinin celladı olmuş etnik, dini, milli ve mezhebi gruplar kantonlaştırılarak, emperyalist makro tahakkümün derinleşmesi ve kökleşmesine hizmet etmeleri amaçlandı. Konsantre destabilizasyon politikaları üzerinden emperyalist politikalar realize edilmeye çalışıldı. Irak’ın etnik ve mezhebi temelde fiilen üçe ayrılması ya da üç federatif yapıya dönüşmesi, Filistin’in laik ve şeriatçı iki kanton devlet haline getirilmesi ve Lübnan’da etnik, dini ve mezhebi iç savaş provalarının yapılması boşuna değildi. 2007’deki bu gelişmeler, 2008’de de devam etti. Butto’nun öldürülmesiyle Pakistan da bu sürece dahil edildi.

Halen devam eden Balkanlaşma süreci bir dizi iç evreler geçirerek derinleşiyor

Afganistan ve Irak işgalinden sonra bölgenin bütününde Amerikan aleyhtarı gelişmeler yaşandı. Anti-Amerikancı reaksiyonların yoğunlaşması üzerine, ABD yeni önlemler almaya başladı. Uzun vadeli meşruiyet arayışının ifadesi olacak adımlar attı. Bölgedeki işbirlikçi ülkeleri öne çıkarıp, bölgenin önemli sorunlarını tartışılır kıldı. Bu adımlar bir yanıyla da yeni seçilecek ABD başkanına politik zemin yaratma taktiğiydi.

Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve bazı Arap Emirlikleri devreye sokularak Suriye-İsrail, Hamas-İsrail, Hizbullah-İsrail arasında sorunlara müdahale edildi. En azından sorunlar masaya yatırıldı. Hamas-İsrail arasında ateşkes ve esir değişiminin yapılması bölgedeki önemli bir gelişme olarak dikkat çekti. Bu organizasyonlarla Ortadoğu’da yaşanan sorunların “çözümünde”, ABD’nin bilinçli olarak arka planda kalması amaçlandı. Böylece ABD gerektiği zamanda ve gerektiği biçimde müdahale etme olanaklarına kavuşacaktı. Artık ABD bazen bir “kurtarıcı”, bazen “sorun çözücü”, gerektiğinde ise Yeni Roma rolü üstlenebilirdi. Bu gelişmeler ABD’nin dikta politikalarına meşrulaştırıcı boyut kazandırıyordu. Ayrıca bölge ülkelerinin yeni dizayn politikalarında işlev yüklenmesi, yeni protektora olarak değerlendirilebilir.

ABD’de başkanlık seçimlerini Obama’nın kazanması, Ortadoğu’da BOP’un yeni bir aşamaya geçişini beraberinde getirebilir. İmparatorluk projesi yerini hegemon güç olma projesine bırakabilir.

Bütün bu gelişmeler TC’yi yeni bir yönelim içine sokuyor. Her ne kadar sancılı yaşansa da TC yeniden yapılanma yönünde adımlar atıyor. Bugün iktidar bloğu içindeki çatışkılar da bu sürecin parçası olarak kendini dışa vuruyor.

Birinci dönem AKP hükümeti radikal neo-liberal politikaların hayata geçirilmesinde ve BOP’la girilen angajmanda bir altyapı çalışması olarak işlev gördü. Özellikle ikinci dönem AKP hükümeti vizyon, yönelim ve hedefleri açısından “yeni” bir parti olarak misyon yükleniyor. Yerel seçimler, bu özelliğini pekiştirici bir mahiyetle sonuçlanabilir. Yeni AKP’nin yerel seçimlerde yüksek oy alması sonucunda daha agresif olması muhtemeldir. AKP yeni jeo-politiğin gereklerine tam uyum gösterme “kabiliyetiyle”, AB ve ABD tarafından destek gördü.

AKP’nin diplomatik, ekonomik, kültürel ataklar yaptığı bu sürece, neo-Osmanlıcılık ya da pax-Ottoman (Osmanlı barışı) adı veriliyor. Ordunun da NATO’nun değişen paradigmasına bağlı olarak bu projeye uyum sağladığı görülüyor. Hatta son Ergenekon operasyonu bu uyumun bir göstergesi olarak düşünülebilir. Ayrıca içinde “emperyal” niyetler barındıran adımlara ordunun tarihi boyunca sıcak baktığı bilinmektedir. Neo-Osmanlıcılık bu anlamda cazibeli bir özelliğe sahiptir. TSK’nın daha mobilize bir güç haline dönüşmesi için reorganizasyonların bu döneme tekabül etmesi şaşırtıcı değildir. Pax-Ottoman, Osmanlı için “barış”, diğer halklar için ise talan ve yağma anlamına geldi. Bugünkü anlamı ise Ortadoğu’nun yağma ve talan edilmesi ve halkların köleleştirilmesidir. 

TC’nin neo-Osmanlıcılık anlamında ilk açılımı Özal döneminde başladı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün yarattığı altüst oluş sonucunda, özellikle Kafkas ve Türki Cumhuriyetleri’nde yaşanan “bağımsızlaşma” süreci ve I. Körfez Savaşı ve Balkanlar’daki altüst oluş ve Yugoslavya’nın parçalanması Özal’ın pragmatizmini tetikledi. Özal bu dönemde neo-Enverist içerikte, pan-Türkist politikalar geliştirmeyi arzuladı. “Adriyatik’ten Çin denizine kadar Türk coğrafyası” vurguları yapılmaya başlandı. Alt-emperyalist “hülyaları” içinde taşıyan bu politik “açılımların” sonu hüsran oldu. Ortadoğu’daki büyük kapışmada Türkiye’ye düşen rol taşeronluktan başka bir şey olmadı. Hatta ABD I. Körfez Savaşı’ndaki, savaş masraflarının bir kısmını TC’ye ödetti.

AKP hükümetinin geliştirdiği neo-Osmanlıcılık ise yeni konjonktürün dinamikleriyle şekillendi. Yeni jeo-politik bu yönelimi besledi. Ne var ki bu politik yönelimin Özal benzeri ideal öz (3) oluşturmaktan ya da en kötüsünden ideal imaj (4) olmaktan fazla anlamı olmadığı ortadadır.

Bu noktada siyasi iktidarın politik yönelimlerine büyük bir iştahla destek veren ve iktidara bütünüyle angaje olan sol liberallerin süreci tanımlamalarına bakmak önemli olacaktır. Hatta sol liberallerin neo-Osmanlıcılığın sol versiyonunu, küreselleşme açılımları içinde ortaya koymaları dikkat çekicidir! Sol liberallerin hem bu konuda, hem de sürecin bütününde sosyalist sola akıl vermesi, yol, yöntem öğretmesi son derece rahatsız edici bir durumdur.

Sağ liberallere “sol” liberal aşı ya da çürümenin sınırsızlığı

ABD’nin 11 Eylül’de yeni bir konsepte geçmesi imparatorluk projesiyle kendini dışa vurdu. Neo-conlar bu projenin militanları gibi hareket etti. Fakat Ortadoğu’daki gelişmeler ve emperyalist-kapitalist odakların çelişki ve çatışkıları projenin realize olmasına izin vermedi. Zamanla projede zorunlu evreler yaşandı. ABD hegemonya krizini bir düzeyde aşmaya çalışıyordu. Bu süreçte TC, ABD’nin küresel hegemonyasını tahkim etme projesine aktif dahil oldu.

AKP, neo-Osmanlıcılık adını verdiği politikalarla, emperyalist ekspansiyonla (yayılmacılıkla) bütünleşti. AKP dış politikasını bu argümantasyon üzerine inşa etti. ABD’nin yeni jeo-politiğe uygun olarak afro-avrasya hattında tahakkümünü yayma ve kökleştirme yönündeki ataklarına tabi olunduğu ölçüde TC’nin merkez bir ülke olacağı yönünde iddiaları ileri sürdü.

AKP hükümeti TC’nin bir Osmanlı mirası olduğundan hareketle, Ortadoğu’dan Kafkaslar’a, Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya kadar olan coğrafyada neo-Osmanlıcılığın etkili olacağını varsaydı.

ABD’nin de aynı coğrafyaya yönelik projesinin olması ve bu coğrafyanın yeni jeo-politiğin odağı olarak öne çıkmasının, TC’ye hem jeo-politik, hem jeo-ekonomik, hem de jeo-kültürel olanaklar sunduğu ifade edildi. Küresel güce tabi ve angaje olan TC’nin böylece bir periferi ülkesi olma özelliğini doğal olarak aşacağı iddia edildi. Bu sürecin TC’yi hızla merkez, hatta küresel bir aktöre dönüştürecek potansiyel taşıdığı vurgulandı. Bunun gerçekleşmesi ise kendisinin de ABD gibi “müstesna” özellikler taşıyan TC’nin bu özelliklerinin farkında olması, (neo / pax-Ottoman gibi) projeksiyonunu bu yönde yaparak, küresel bir güç olan ABD’nin optimum amaçlarına uygunluk ve uyumluluk içinde olunmasının kendi optimum amaçlarına hizmet edeceğinin altı çizildi. Bu yön aynı zamanda TC’nin giderek merkez ülke konumuna yükselmesini sağlayacaktı. Bu argümantasyonlar AKP’nin uyguladığı ve uygulamakta olduğu dış politika parametrelerini oluşturdu.

Aslında bütün bu sükseli tanımlamaların ötesinde yaşanan özce; TC’nin emperyalizmin bölgesel taşeronu ve vurucu gücüne dönüşmesiydi. Bu argümantasyonların sonuçlarını değerlendirmeden önce, bu politik varyasyona sol liberal kanattan verilen desteği açıklamakta yarar var.

Sol liberaller, başta ABD olmak üzere kapitalizmin yeniden yapılandığını ileri sürerek, bu sürecin “ekonomi-politiğinin” küresel düzeyde yeni bir moment yarattığını ve bu momente bağlı olarak kapitalist hiyerarşiden demokrasi algısına ve uygulamasına kadar bir dizi küresel değişimin yaşandığını ileri sürüyorlar. Yeni kapitalist birikim sürecinin yeni imkanlar yarattığına, TC’nin de bu süreçten etkilendiğine ve gelişmelerin statüko bozucu olduğuna işaret ediyorlar. Bugün TC’nin yaşadığı sıkışmışlığın ancak bu sürecin kavramasıyla aşabileceğini iddia ediyorlar.

Küreselleşme diye tanımlanan dönemin diğer sermaye birikim dönemlerinden / rejimlerinden farklı bir yönü olduğunun altı çizilerek, bu dönemin en ayırdedici özelliğinin sermayenin ulus devletler aracılığıyla değil, uluslararası kurum ve örgütler aracılığıyla global dolaşım ve birikim sağlayacağına vurgu yapılmaktadır.

Özellikle ulus devletin ekonomik boyutta karar alıcı egemen organ olmaktan çıkmasının, kapitalist devletler hiyerarşisinde ya da örgütlenmesinde bir dizi değişikliğe yol açtığı ifade edilerek, kapitalist devlet hiyerarşisinin değiştiği açıklandı. Geçmişte, “hegemonik devlet, gelişmiş ulus devletler ve sömürge devletler” şeklindeki hiyerarşik örgütlenmenin yerini giderek “küresel devlet, federatif devletler, yerel uygulayıcı devletlere” bıraktığı ileri sürülerek, Türkiye’nin eksen devlet olduğu varsayımı üzerinden, AKP’nin TC vizyonuyla paralellik gösteren açılımlar yapıldı.

TC’nin kapitalist yapısının 2001 krizinden sonra önemli yapısal değişiklik gösterdiğinin altı çizilerek, özellikle sermaye yapısındaki değişime bağlı uluslararası finans, bilişim, sanayi sermayesinin hakimiyet kurmasının, TC’nin eksen devlet olma özelliğinin önünü açtığı belirtildi. Bu sermaye kliğinin Ortadoğu ve Afrika’nın yeni dizaynının mimarı olduğu ileri sürülerek, TC’nin ABD, AB, Asya’nın hakim sermaye güçlerinin bölgedeki temsilcisi, operasyonel ve diplomatik gücü olacağı varsayılıyor. AKP’nin de bu paralelde tipik şeriatçı, İslamcı tartışmasından öte küresel düzlemdeki gelişmeler doğrultusunda değerlendirilmesi gerektiğinin altı çizildi.

Neo-Osmanlıcılığın sol varyantı olan bu açıklamalarda, neo-liberal politikalara nötr bir yaklaşım gösterilmesi, hatta değişimin motoru olarak liberalizmin savunulması şaşırtıcı değildir. Gramsci’nin kavramıyla yaşanan tam bir transformismodur. Sol liberaller sadece sağ liberallerin boşlukta bıraktığı, görmemezlikten geldiği ekonomi-politiğin içini doldurmakla yetinmeyerek, sistemin yılmaz savunucuları gibi hareket ediyorlar. Bunun bir dizi nedeni bulunuyor. 12 Eylül ve 24 Ocak Kararları faşist diktatörlüğün ekonomi-politiği olarak işlev gördü. Bu süreç bir yanıyla da yeni sermaye birikim rejiminin ifadesiydi. Önce 12 Eylül faşizminin ardından büyük çöküşün yarattığı ortam, sosyalist hareket içinde yaygın bir şekilde ideolojik, teorik, politik ve örgütsel yıkımları beraberinde getirdi. Yenilginin teorisi olan sol liberalizm Türkiye sosyalist hareketine hakim olan küçük burjuva ve sol popülist eğilimler içerisine hızla nüfuz etti. 1980’lerin ortasında başlayan, ‘90’lı yıllarda devam eden bu dalga bir dizi sol hareketi etki alanına aldı. Bu yapılar kendini ağırlıkta parlamentarizm ya da legalizm şeklinde dışa vurdu. Aslında yaşanan 12 Eylül darbesi kadar etkili bir likidasyon süreciydi (5).

Sol liberallerin son dönemde agresif bir şekilde sosyalist sola saldırması, akıl vermesi, manipüle etme gayreti aslında sol liberalizmin ya da sivil toplumculuğun sosyalist kesimler içinde ne derece yaygın olduğunun bir göstergesidir.

Sol liberallerin bugünkü konumunu Yunan mitolojisindeki cehennem kayıkçısı Haron’a benzetebiliriz. Haron bir taşıyıcıdır ve görevi cehenneme götürmektir. Sol liberaller “çağdaş” cehennemin, yani kapitalizmin aklayıcılarıdır.

(Devam edecek...)