27 Haziran 2008 Sayı: SİKB 2008/26

  Kızıl Bayrak'tan
  Derinleşen kriz, düzenin yeni manevra arayışları...
   Emekçi halklara karşı düşmanlıkta aynı saftalar!
Başbuğ-Erdoğan görüşmesi ve
çatışan tarafların ortak gündemleri
“Darbeye karşı 70 milyon adım” parodisinin hatırlattıkları...
İşçi ve emekçi eylemlerinden…
Tuzla tersanelerde hak gaspları sürüyor, mücadele de...
  16 Haziran eylemi ve dükkancı zihniyetin küçük hesaplara dayalı sorumsuzluğu üzerine…
Gerçek bir grev için ileri!
  OSB-İMES İşçileri Derneği 3. Genel Kurulu’nu gerçekleştirdi…
  Sincan İşçilerin Birliği Kurultayı’nın ardından...
  Sosyalist Kamu Emekçileri’nden KESK Genel Kurulu öncesi panel…
  Gençlik örgütlenmesi sorunu, Genç-Sen ve tutumumuz üzerine...
  Dünyadan...
  Düzenin gözbağlarına kanmayalım...
  “Çatı Partisi”…
M. Can Yüce
  Bir-Kar’ın kampanya
çalışmalarından…
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Düzenin gözbağlarına kanmayalım...

Ekmek, gül ve hürriyet günleri için birleşelim!

Üniversitelere türbanlı öğrencilerin alınmaması ile ilgili son gelişmeler, AKP hakkında açılan kapatma davası gibi bir dizi “sıcak” gündem nedeniyle siyasal atmosfer bir kez daha bulanıklaştı. Bir kez daha düzen klikleri tarafından kılıçlar çekildi.

Düzen cephesinden bunlar yaşanırken işçi ve emekçiler cephesinden ise gıda ürünlerine yapılan zamlar, işsizlik, artan yoksulluk perdenin arkasına itiliverdi. Ve düzenin kitleleri uyutmakta kullandığı önemli bir güç olan futbol devreye girdi.

Bu gerilimlerden bunalan, hayat pahalılığından yakınan, umutsuzluğa kapılan milyonlar siyaset arenasında türbancılarla sözde laikler arasındaki müsabakanın sonucunu beklerken, bu çekişmede taraf olurken futbol sayesinde tüm sorunlarına bir mola verdi. “Milli takımın” başarısıyla gurur duyan asgari ücret mahkumları için, “milli” futbolculara verilecek milyarlar da önemini kaybetti. Emekçi kesimleri yakından ilgilendiren saldırılar, düzen içi çatışmalar sürerken hayatı tribünlerden seyretmeye devam edenler her golde ayağa kalkarak hafızasından bir zam haberini daha sildi.

Hayatın sahnesinde bir elekten geçiriliyoruz. Hafızamız, umutlarımız ve her şeyden önemlisi insan yanımız süzgecin üzerinde kalıyor. Süzülen kişiliğimizden arta kalansa kara bir tortu oluyor. Ki bunun sonucu da düşünmemeye, buyrulanı yapmaya yarıyor. Ama yine de sevdiğimiz, seveceğimiz bir şeyler bırakılıyor bizlere. Bu düzene kahredip de isyan etmeyen arabesk yanımıza dokunmuyorlar mesela. Ve soru sormayan, merak etmeyen, araştırmayan yanımızı hep koruyorlar. Okumayı tehlikeli buluyorlar ama okumamız için yine de resmi tarih kitapları yazıyorlar. Gerçekleri çarpıtan dizi filmlerle Susurluk düzenini, mafya-siyaset-uyuşturucu baronlarının kirli çıkar ilişkilerini unutturmaya çalışıyorlar. Bizleri ezenlere karşı kin duymamızı engellerken, sürekli olarak kardeş halklar arasına düşmanlık tohumları ekiyorlar. Her ihtimale karşı hapishaneler yapmayı ihmal etmiyorlar. Ve celladımızı seçebilme özgürlüğümüze asla dokunmuyorlar.

Aklı evvel resmi tarih yazıcıları vakti zamanında, Kürtleri, bir daktilo hamlesiyle “dağ Türk’ü” yapabilecek kadar yetenekliydi. Ermeniler, üzerine küfür ve hakaret literatürü geliştirilen bir ulus olarak girdi bu resmi tarihe. Aleviler de “mum söndü” aşağılamasını yüzlerce yıl duymak zorunda kaldı.

Devrimcilerse zaten kökleri dışarıda olan azılı birer düşmandı onlar için. Ama darağaçlarının kurulduğu, işkencelerden geçirildikleri zindanlar bu topraklardaydı. İdam sehpaları, vuruldukları sokaklar, ilk bildirilerin dağıtıldığı yerler, umuda ve geleceğe dair ilk afişlemeler, ilk yazılamalar bu topraklardaydı. Bu yüzden hep bu topraklarda kazıldı mezarları. İnsanın bir başka insan tarafından sömürülmediği gelecek güzel günlere dair yatırım yapmışlardı; ateşle sınanan, emekle yoğrulan…

Tüm bunlar yaşanırken bu toprakların insanları “bir Türk dünyaya bedeldir” masallarıyla uyutuldular. “Bir Türk dünyaya bedeldi!” Ama nasıl oluyorsa “kişi başına düşen milli gelir” bir Türk için Amerikan dolarıyla ölçülüyordu ve hastaneler parası olmayan bir Türk’ü de tedavi etmiyor, asgari sefalet ücreti milliyete göre hesaplanmıyordu. Tersanelerde, madenlerde ve demir-çelikte ölüm milliyet ayrımı yapmıyordu. Tanrı, yoksul ve işçi Türk’ü de korumuyordu.

Ve “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktu” ama hakları için fabrikada, sokakta, okulda kim biraraya gelir, emeğinin hakkını isterse milliyetine bakılmaksızın “adaletin” karşısına çıkarılırdı. İstenmekteydi ki sadece yerli-yabancı sermayeyle, sömürücülerle dost olunsun. İşçi ve emekçiler ise birbirlerine, kardeş halklara hiçbir zaman güvenmemeliydi. Zaten emekçilerin hakları için biraraya gelmesi gündeme geldiğinde hemen “her koyunun kendi bacağından asıldığı” ve “gemisini kurtaranın kaptan olduğu” kulaklara fısıldanırdı.

Vatandaşlara düşense “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyebilmekti. Zengin “vatandaşın” mutlu olabileceği bir mal varlığı ve karnının tokluğu vardı. Ve mutluluğunu yaşayabileceği villaları, tatil kompleksleri, yatları, katları ve uçakları... Yani mutluluklarının sınırlarını ölçebilecekleri çek defterleri, para kasaları, hesap cüzdanları ve el koyabilecekleri işçilerin emekleri vardı. Hatta kaybedebilecekleri bolluk içinde bir gelecekleri…

Ama yoksul ve aç “vatandaşı” mutlu edebilen tek şey “buna da şükür” diyebilmekti. Ve ne yazık ki, “ayak takımına” kaybedilmeye değer onurlarının dışında bir şey bırakılmamıştı. Bir canları vardı belki ellerinde son kalan. Bir depremlik, bir trafik kazalık, bir TERSANELİK hayat… Zengin olma hayaliyle geçen bir kısa ömür…

17 yaşımıza kıyıp Erdal’ca asarken, 12 yaşımızı 13 kurşunla Uğur’larken, 11 yaşında çocuklarımızın uyuşturucuyla tanıştırılmalarına karışmadılar mesela! Gece görüş dürbünleriyle dağların doruklarındaki en ufak bir hareketi bile gördükleriyle övünenler, sokaklarımıza kadar sokulan uyuşturucu tüccarlarını göremediler, nedense! 2 Temmuz’da 33 canımızın yakıldığı Madımak’ı et lokantası yapanlar çürümenin, utanmazlığın sınırsızlığını da göstermekten çekinmediler. NATO’nun en büyük 2. ordusu olmakla övünenlerin dış politikası emperyalist metropollerde belirleniyor, yerli işbirlikçiler Amerika’nın “Büyük Ortadoğu Projesi”nin baş figüranı oluyordu. Beyaz Saray avlusunda sırtı sıvazlananlar, mağrur bir uşak edasıyla yurda dönüyordu.

Düzenlenen sözde fuhuş operasyonlarıyla güya ne kadar namuslu olduklarını gösteriyorlardı ama nedense genelevlerinden vergi almaktan çekinmiyorlardı. Yani genelevlerinin müşterisi arttıkça çoğalan vergi gelirleri kadar “temiz ve pak”tı adına serbest piyasa düzeni denilen kapitalizm. Ahlaksızlık “yükselen değer”di bu yüzden.

Kılıç çekme oyununun sokak sahnesinde bunlar yaşanırken, masa başlarında ise IMF tarafından, emperyalist tekellere satılacak işletmelerin, arazilerin, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin haritası çiziliyordu. Meydanlara doldurulan kalabalıklar ise hiçbir geçerliliği kalmayan başka bir haritayla övünüyor ve avutuluyorlardı. O haritada gelir dağılımının adaletsizliği yer almıyordu. İrili ufaklı tüm yükseltileri gösterse de, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu gözlerden saklayan bir haritaydı bu. Sürekli yükselmekte olan açlık ve yoksulluk sınırının altında ezilen milyonlar, düşen enflasyonun, iyiye giden ekonominin masallarını dinleyerek uyumaya devam ediyordu. Ama bebekler daha baştan borçlu doğuyordu. Satış sözleşmelerinde en “laik”inden, en yobazına, en vatansever paşasından en AB’ci liberaline kadar imzalar yanyana atılıyordu. Küresel sermayenin mutlu aile tablosunda pozlar yanyana veriliyordu. Yani gerçekte; mevzubahis Amerikan dolarıysa teferruat olan vatandı, insandı.

Ve işte şimdi tam vaktidir. Gözbağlarınızı çıkarın gözlerinizden. Hızır Paşalar’ın, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin “kurtlar vadisinde” kurdukları sofraya meze olmak için oturmayın. Kıblesini Amerika’ya çevirenler gözlerimizi, beynimizi türbanla kapatarak bizi sahte bir kamplaşmanın tarafı yapmak istiyorlar. Modern insanı temsil ettiğini söyleyen sözde laiklerse, yüzsüzce Sivas gibi kıyımlarda nasıl suç ortağı olduklarını, emekçi düşmanı olduklarını unutturma çabası içindeler.

Gelin gerçek dostların arasın, emeğin ve paylaşımın olduğu güneşin sofrasına kurulun. Bir avuç oduna ve kömüre, bir dilim ekmeğe sizi kendilerine kul yapmaya çalışanlara köle olmayın, biat etmeyin. Kanmayın “bir elin beş parmağı var ama beşi de ayrı” mazeretlerine. Sıkılınca yumruk olan o üretken elleriniz sadece yoksulluğunuza şükretmeye yaramasın. El açıp aman dilenmeyin, çocuklarımızın bile geleceğini çalanlardan. Bizlere yaşattıkları sefalet sayesinde ömürlerini saraylarda geçirenlerin yakasına yapışsın o nasırlı eller.

Duyun! Tahtları sallanıyor şimdiden. Gözbağlarımızı çıkarınca göreceğiz ki, fabrika fabrika, vardiya vardiya, grev grev uyanıyor uykusundan dev. Adım adım şaltere uzanıyor nasırlı eller. Çünkü; “bir gün onlar, bastırıp ellerini toprağa doğruldukları zaman”, “dolaşacaktır elbette, en güzel, en şanlı elbisesiyle, işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet.”