25 Ocak 2008 Sayı: SİKB 2008/04

  Kızıl Bayrak'tan
   İşçi sınıfı ve emekçiler fatura ödeyen değil, ödeten olmalı!
  Sermaye devlet, Kürt emekçilerini düzene bağlamak için AKP’nin arkasında seferber oldu…
Kontrgerilla’nın Kızıl Elmacı kanadına “Ergenekon” operasyonu...
Yüzde 47’lik islami faşizm
Yüksel Akkaya
SSGSS karşıtı yürüyüş coşkuyla tamamlandı!
Türk-İş ve Kamu-Sen hükümetle anlaştı... 
  Türban tartışmaları ya da el kadar bezle yapılan yelken yarışı
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Genç-Sen Genel Kurulu ve sonrasına dair bir çerçeve...
  Atılım ve SGD gölge dövüşü yaparak gerçeklerin üzerini örtemez!
  Gençlik
hareketinden...
  Tersanelerde iş kazaları...
  Küba seçimleri ve demokrasi...
  Venezüella’da süreç, sınıf çatışmalarını sertleştirecek yönde ilerliyor!
  İsrail barışa değil savaşa hazırlanıyor!
  ABD ile batılı müttefiklerinin küstahlığına karşı Rusya’dan yeni hamleler…
  Milliyetçilik üzerine birkaç söz
M. Can Yüce
  Ankara’da “Manifesto’nun 160. yılında marksizmin güncelliği” sempozyumu...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Küba seçimleri ve demokrasi...

İdeologundan akademisyenine, kapitalistinden cellâdına, gazetecisinden üniformalı bekçisine, siyasetçi esnafından bürokratına, kapitalist düzenin artı-değer yağmasından nasiplenen tüm kesimler, seçime dayalı parlamenter sistemi “kutsal”laştırma yarışına girerler. Koparılan yaygaralar eşliğinde “parlamenter demokrasi”nin bu sistemin alamet-i farikası olduğu söylenir. Parlamenter rejim düzen egemenlerinin yegâne övünç kaynağıdır.

Oysa seçim süreçlerine bakıldığın yolsuzluk, rüşvet, yalan-dolan, aldatma bir yanda, farklı düzen partilerinin temsilcilerinin birbirlerinin “kirli çamaşırları”nı sergilemeleri diğer yanda. Ortalığı birbirine katan her çeşit yolsuzun, hırsızın, soysuzun, katilin, işkencecinin, çetecinin tüm partilerde liste başı oldukları görülür. Her meclis bileşiminin yarıya yakını, kapitalizmin iğrenç görünümlerinden birini sergileyen bu yaratıklardan oluşur.

Kampanyalarda, emekçilerden çalınan paraların ortalığa saçılması ise burjuva seçim sisteminin bir başka görünümüdür. Düzene hizmet eden partilerin masraflarını karşılayan devlet, devasa kaynakları bu emekçi düşmanı partilerin hizmetine sunar.

Yarış bitip meclisteki ceylan derili koltuklara oturma olanağına kavuşanlar, üzerine kondukları ayrıcalıklı mevkinin “nimetleri”nden, yani yağmadan daha çok pay almanın yollarını aramaya başlarlar. Bu arada “milletin vekili” sıfatıyla ortalıktan dolaşan yiyici takımı birden “dokunulmazlık zırhı”na girer. Bu zırh sayesinde yolsuzluk dosyalarının yükünden kurtulan yağmacılar, herhangi bir kaygıya düşmeden “iş bitirme”ye başlarlar.

TBMM’yi dolduran vekillerin salt yiyicilikle uğraştıklarını sanmak yanıltıcı olur. Onlar İMF-TÜSİAD programlarının uygulanmasına “millet adına” onay verir, işçi sınıfıyla emekçilerin haklarının gaspı için gerekli yasaların çıkarılması için parmak kaldırır, polis devletinin icraatları için gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasında figüran rolü oynar, Kürt halkına düşmanlıkta birbiriyle yarışırlar; hepsi hem Müslüman hem Atatürkçüdür. İşte ayrıcalıklı “yiyiciler kastı” mertebesine erişmeleri tam da “vatan aşkı”yla sundukları bu “eşsiz hizmetler” karşılığında onlara altın tepside sunulur. Elbette asgari ücretin yaklaşık 20 katına tekabül eden maaşları aldıktan sonra “süper emekli” statüsüne kavuşturulurlar. Ne de olsa mezarda emeklilik yasasına onay vererek milyonlarca emekçinin emekli olmasını engelleyerek, aldıklarından fazlasının sermaye kasalarında kalmasını sağlamışlardır.

Düzen partilerinin saflarını dolduranların, -bunlar ister “milletin vekili” olsun ister bu mertebeye ulaşmak için seçim yarışına girenler olsun- bir ilkesi vardır: Sömürü ve yağma düzeninin ayakta kalması için uğraşırken, yağmadan azami pay almak!..” İster hükümet kursun ister muhalefette olsun, tüm düzen partilerinin de temel felsefesi budur.

Kapitalist/emperyalist düzenin şu ya da bu ülkesindeki seçimlerin olsun, bu seçimlerle doldurulan meclislerin olsun özü itibarıyla birbirinden kayda değer bir farkları yoktur.

Küba’da yakında yapılan seçimlere kısaca göz atmak, iki sistem arasındaki farkı göstermesi açısından çarpıcıdır. Görüldüğü gibi fark düzene hizmet edenler arasında değil, sömürücü sınıflara hizmet edenlerle işçi sınıfı ve emekçilere hizmet edenler arasında görülmektedir.

Küba’da üç kişinin onayını almak, seçimde aday olmak için yeterli kabul edilir. Üstelik kapitalist ülkelerdeki gibi çok masrafa girmeye de gerek yoktur. Yani işçi de emekçi de aday olabilir. Seçilenler geri çağrılabildiği gibi, seçildikleri için herhangi bir ücret almazlar. Aday olanlar, halka gönüllü hizmet etmeyi taahhüt etmiş kabul edilir. Bu taahhüdüne uymayan adaylar, seçildikleri bölgenin emekçileri tarafından azledilebilirler. Seçimlerde ortalığı kirletip sokağa para saçmaya da gerek yoktur. Adayların halka ileteceği mesajlar uygun araçlarla, çevre kirliliği yapmadan hedef kitleye ulaştırılır. Örneğin adaylar, kendi seçim çalışma programları çerçevesinde işyeri, mahalle gibi mekanları ziyaret ederek buradaki insanlarla konuşarak oy isteyebiliyorlar.

Seçimlerde sahta vaatlere yer olmadığı gibi, vekiller, ülkenin sorunlarını çözebilecek ayrıcalıklılar sınıfı değildir. Zira Küba’da halkın ezici bir çoğunluğu zaten ülke sorunlarıyla yakından ilgilidir.

Seçilen adayların çoğu normal işlerine devam ediyorlar. Gerekli durumlarda yapılan toplantılara katılarak yönetimde rol oynuyorlar. Görevi gereği işlerini bırakanların aldığı ücret ise, son çalıştıkları işyerindeki ücretlerinin seviyesinde oluyor. Geri çağrılabilme, yani seçmenin, işini düzgün yapmayan temsilcilerini değiştirme hakkı saklı tutuluyor.

Küba Komünist Partisi ise seçimlere katılmıyor. Partililer kişi olarak bulundukları bölgelerde aday oluyorlar. Yani seçime partiler değil, kişiler katılıyor.

Her iki sisteme dair daha çok şey söylenebilir elbette. Ancak bu kadarı bile halk için çalışacak adayların hem seçime süreçleri bakımından hem hizmet dönemleri bakımından, sermayeye hizmet eden vekillerle zıt kutuplarda bulunduğunu göstermeye yeter. Ancak bu zıtlık doğal olduğu kadar gereklidir de. Zira sömürü ve soygun düzeni kapitalizmin seçimi de doğal ki, özüne uygun bir şekilde gerçekleşecektir.

Seçimlerin bile emekçilerin gerçekten kendi temsilcilerini seçebilecekleri platformlar haline gelebilmesi için, sömürü ve yağma düzenin tüm kurumlarıyla tarihin çöplüğüne atılması gerekmektedir.



 

Davos zirvesi ve protesto gösterileri!

1970 yılından bu yana devam eden ve her yıl Ocak ayında büyük güvenlik önlemleri eşliğinde İsviçre’nin Davos kentinde toplanan Dünya Ekonomik Formu bu yıl da 23- 27 Ocak’ta Davos’ta toplanıyor. Zirve bu yıl da İsviçre çapında olağanüstü güvenlik önlemleri eşliğinde gerçekleşiyor.

Bu seneki zirveye 88 ülkeden devlet ve hükümet temsilcileri, bakanlar, siyasetçiler ve 1370 firma temsilcisinin de içinde yer aldığı toplam 2500 kişi katılıyor. Dünya Ekonomik Formu’nun (DEF) Davos Zirvesi, büyük tekellerin yönetici elitinin ve sermayenin hizmetindeki kurum temsilcilerinin uluslararası toplantısıdır. 

Dünyayı yağmalayan bine yakın en büyük sermaye grubunun ve işbirlikçi uşak takımının organize ettiği bu buluşmada işçi ve emekçilerin kaderini belirleyen, onları daha ağır sömürü koşullarına mahkum eden yol ve yöntemler saptanıyor, kararlar alınıyor.

Bu yılki zirvede sistemin efendileri ve uşakları ayrıca “küresel riskler”i konuşacaklar. DEF, yakın zamanda yayınladığı bir raporda “küresel riskler”e dikkat çekmiş, bu yılki zirvenin tartışma zemininin bu riskler üzerinde oluşacağını saptamış ve şimdiye kadar izlenenden daha farklı bir yaklaşım önermişti.

Efendiler beklentilerin yanı sıra büyük kaygılara da gömülmüş bulunuyor. Saptanan temel riskler arasında finansial kriz, gıda güvenliği sorunu, enerji vb. yeralıyor. Küresel bir kriz ve dünya mali sisteminin çöküş endişeleri dile getiriliyor. Tüm bu sorunların siyasal istikrarsızlığı derinleştireceğine, özellikle de gıda ayaklanmalarına yol açacağını saptayan DEF, buna uygun güvenlik önlemlerini de gündemine almış bulunuyor.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da Davos Zirvesi erken denecek bir tarihte çeşitli eylem ve etkinliklerle karşılandı. Devrimci, ilerici ve anti faşist gruplar birçok kentte bilgilendirme toplantıları, seminerler ve film gösterimleri gerçekleştirdi. Bazı kentlerde eylem komiteleri kuruldu, gösteriler düzenlendi. Merkezi gösteri olarak Bern’de bir yürüyüş kararlaştırıldı. Yürüyüşe iki-üç gün kala polis verdiği izni geri aldı. Buna rağmen eylem yapma kararlılığı gösterildi. Bern’in bütün sokakları polis tarafından kuşatılmıştı. Küçük gruplar halinde gezenler kimlik kontrolünden geçiriliyor, bazıları da gözaltına alınıyordu. Yürüyüş alanı tam bir abluka altına alınmıştı. Buna rağmen yüzlerce gösterici alana küçük gruplar halinde girebildi. Büyük alanın farklı noktalarında gösteri başlatıldı.

Bir-Kar olarak bulunduğumuz alanda, Almanca “Kapitalist sömürüye, işsizliğe ve sosyal hak gasplarına karşı mücadeleye!” şiarlı pankartımızı açtık. Pankartın açılmasıyla çevremiz polislerce kuşatıldı. Ancak gözaltına alma girişiminde bulunulmadı. Bir süre bekledikten sonra başka bir noktada yürüyüş başlatıldığı haberi üzerine oradan ayrıldık. Toplu büyük bir yürüyüş gerçekleşemese de, farklı noktalar protesto alanına dönüşebildi. Bu tablo geç saatlere kadar devam etti.

Komite, İsviçre çapında bir hafta boyunca gösteri yapma kararı aldı. BİR-KAR’ın da içinde yer aldığı Basel Platformu 27 Ocak’ta izinsiz bir gösteri örgütleyecek.

BİR-KAR/İsviçre


Küba ve ABD seçimleri üzerine:

Demokrasi mi, diktatörlük mü?

Ya da kimin için demokrasi, kimler üzerinde diktatörlük?

Konu seçim olunca da bir kez daha demokrasi sorunu tartışma gündemine girdi.

Bilindiği gibi ABD emperyalizmi, tüm dünyaya, demokrasinin beşiği olduğu, en demokratik demokrasiyi kendisinin uyguladığı yalanını yutturmaya çalışır. Sistemli biçimde bunu propaganda ederken, bir yandan da (şimdi artık sadece Küba’nın savunduğu) sosyalist demokrasiyi diktatörlük suçlamasıyla karalama çabasını elden bırakmaz.

Demokrasi eğer, bize ilkokul sıralarında öğretildiği gibi, halkın kendi kendini yönetmesi ise, ne Amerika’da, ne Türkiye’de ne de bir başka kapitalist/emperyalist ülkede demokrasi var. Türkiye’nin tablosu önümüzde ve bu yazının konusu dışında. Bu nedenle Amerikan demokrasisinin neye benzediğini görmek için ABD seçimlerine ve yönetim tarzına bakmak gerekiyor. Zaten Böyyük Amerika’yı gördükten sonra küçüğünü ayrıca incelemeye de gerek bulunmuyor.

Küba’yı tek parti (Küba Komünist Partisi) diktatörlüğüyle suçlayan ABD’nin, iki partinin nöbetleşe kullandığı bir diktatörlükle yönetildiği biliniyor. Cumhuriyetçi ve Demokrat adını kullanan bu partiler, aslında gerçek diktatörlüğün sadece temsilci ve hizmetçileridir. ABD esasen sermaye oligarşisi tarafından yönetilmektedir.

Her iki partinin ardında farklı tekeller bulunduğu gibi, her bir aday da çeşitli kapitalistlerin doğrudan para desteğiyle seçim çalışmalarını yürütür. Bu yüzden yönetim nöbetini hangi parti devralırsa alsın, örneğin, ABD’nin dış politikası değişmez. Çünkü her ikisi de kendilerini finanse eden tekellere hizmet etmek üzere göreve gelmiştir. Emperyalist sermayenin küresel çıkarları ise tekelden tekele farklılık göstermemektedir.

Amerikan tipi demokraside, tekellerin finansmanıyla seçilen bu başkanlar, parlamentonun üstünde yetkilere sahiptir. Örneğin, parlamento hayır dese dahi başkan savaş ilan edebilir.

Açıktır ki, burada, demokrasiye anlamını veren halkın esamesi bile okunmaz. O, sadece seçimlerin iradesiz piyonudur. Kitleler göstermelik demokrasi için seçimden seçime oy kullanan kuklalar yerine konur. Bu nedenledir ki, Amerika’da halkın seçimlere katılım oranı yüzde ellilerde, bazen daha altında seyreder. Ayrıca, milyonlarca insan oy kullanma hakkından mahrum bırakılmış durumdadır. Geçmişte işledikleri bir suçtan dolayı ya da ikinci sınıf vatandaş kategorisine giren bir topluluğa (Porto Ricolular gibi) dahil olmaları nedeniyle. Bu insanlar vergi vermekle yükümlüdür, ama oy verme hakkından yokundur.

Küba’ya geçersek...

Büyük sermaye sınıfının tasfiye edildiği bu ülkede doğal olarak bu sınıfın temsilciliğini yapmanın da imkanı yoktur. Halkın seçtiği kişiler halkı temsil etmek zorundadır. Aksi durumda Küba demokrasisinde halk, seçtiklerini geri çağırma hakkına da sahiptir. ABD yalanlarının aksine, Küba Komünist Partisi seçimlere katılmamakta, aday çıkarmamakta ve herhangi bir adayı desteklememektedir. Halk, adaylarını yerel örgütleri üzerinden tespit etmekte, aday tanıtımı için gerekli giderler de, tüm adaylara eşit olacak şekilde devlet tarafından karşılanmaktadır.

Daha da önemlisi, Küba’yı yönetmeye aday olanlar, bunu herhangi bir ücret karşılığı olmadan, halkına ve ülkesine hizmet için yapmak zorundadır. Bu nedenle de işini gücünü bırakarak değil, çalışmayı sürdürerek yöneticilik yapar. Geçimini yaptığı iş ve meslek üzerinden sağlamayı sürdürür.

Amerika’yı yönetenlerin Amerika ve dünya halklarına yaptıkları ortadadır ve Amerikan demokrasisinin kanıtıdır. Küba’yı yönetenlerin yaptıkları da, aynı şekilde Küba demokrasisinin kanıtı durumundadır.

Küba demokrasisi dünya halklarına dostluğunu çeşitli biçimlerde ortaya koymuştur, koymaya devam ediyor. Küba askeri, sadece bir kez ülke dışına çıkmıştır, o da ‘80’li yıllarda 40 bin askerle Güney Afrika’nın silahlı saldırılarına karşı Angola ve Namibya halklarıyla dayanışma amacıyla. Zaten Küba anayasasının 12. maddesi, saldırı ve işgal savaşlarını reddetmektedir.

Küba demokrasisinin dünya halklarıyla tek dayanışması, tarihinde bir kez dışarı gönderdiği bu 40 bin askerle sınırlı değil elbet. Dünya halkları Kübalı doktorların dayanışmasına da tanık oluyor. ABD’den dünyaya binlerce asker sevkolurken, Küba’dan binlerce doktor gönderiliyor.

Ek olarak 20 binden fazla yabancı öğrenci Küba’da tam burslu tıp eğitimi alıyor.

Demokrasi, emperyalist/kapitalist ülkelerde olduğu gibi, seçimden seçime oynanan bir ‘temsil’in adı olmayacaksa, halkın haklarıyla bir arada anılan bir yaşam tarzı olacaksa eğer, Küba demokrasisi onun yaşayan tek kanıtı durumunda. Küba demokrasisinin halkın sağlıklı yaşam hakkını güvenceye almaya çalıştığı, doktor başına düşen kişi (hasta değil) sayısının ABD’den düşük olmasıyla, sağlık hizmetlerinin ücretsiz ve yaygın olmasıyla ve Küba’da erken çocuk ölümlerinin demokrasi timsali ABD’nin çok çok altında olmasıyla kendini ortaya koyuyor.

Halk, kadın ve erkek bireylerden, onların kurduğu ailelerden oluşur. Demek ki haklar da iki cinsin eşit kullanımına açık olmalıdır. Bu çerçeveden bakıldığında, bir ülkedeki demokrasinin göstergelerinden birini de, kadın haklarının ne durumda olduğudur. ABD’de kadının, tüm emperyalist kapitalist dünyada olduğu gibi ikinci sınıflığı korunmakta ve pekiştirilmektedir. Bu yüzdendir ki, ABD demokrasisinde kadının adı ancak ‘oval ofis’ üzerinden gündeme gelebilmekte iken, Küba demokrasisinin, gelişimi önündeki tüm engelleri kaldırdığı kadınlar, yönetime, kapitalist dünyada anlamanın mümkün olmayacağı oranlarda (yüzde kırklarda, son seçimde 43.6 oranında) katılabilmektedir. Kadın kotasını tartışıp tartışıp bitiremeyen Türk demokrasisinin aksine, Kübalı kadınların kota talebi bulunmuyor, çünkü ihtiyaçları kalmamıştır.

Sınıflı toplumlarda demokrasi, önüne sıfatı getirilmezse eğer, anlamını yitiren bir kavrama dönüşür. Çünkü burjuvazinin iddia ettiği gibi, o, sınıflarüstü değildir, olamaz. Sınıflı toplumlarda hiç bir şey sınıflardan ayrı ele alınamaz, tanımlanamaz. Bu çerçevede, Küba’nınki demokrasidir de, ABD’ninki değildir demek, sınıflarüstü demokrasi hayallerine kalburla su taşımaktan başka işe yaramayacaktır. Her ikisi de demokrasidir, birbirinden çok farklı olmalarının nedeni, birbirlerinden çok farklı, birbirinin zıddı sınıflara ait olmasındandır. ABD’de geçerli olan tekellerin demokrasisidir. Bu tekeller arası bir demokrasidir (tekellerin kendi kendini ve halkı yönetmesi de denebilir). Küba’daki ise kendilerinin de ifade ettiği gibi, bir halk demokrasisidir. Küba’nın Türkiye Büyükelçisi’nin seçimler vesilesiyle yaptığı açıklamada dediği gibi; “Ulusal Meclis, Eyalet ve Belediye Meclislerini oluşturanlar; işçiler, çiftçiler, öğrenciler, askerler, entellektüeller, sanatçılar, sporcular, doktorlar, bilimadamları, dini liderler, emekliler, ev hanımları, serbest çalışanların oluşturduğu toplumun tüm sektörlerinin sadık bir yansımasıdır.”

Diğer yandan, emperyalist kapitalist dünyadaki sahtekarlığın aksine, sosyalizm, her demokrasinin aynı zamanda bir diktatörlük olduğunu, bu bağlamda sosyalist düzenin de, işçi sınıfı ve emekçiler için en geniş demokrasi anlamına gelirken, sermaye sınıfı üzerinde de en katı bir diktatörlük uygulayacağını gizlemez. Buna ihtiyacı yoktur. O halk kitlelerini yalanlarla kandırarak değil, gerçeklerle eğitip bilinçlendirerek yönetmek, dahası, kendi kendini yönetecek organlara sahip kılmak hedefindedir.