26 Ekim 2007 Sayı: 2007/41(41)

  Kızıl Bayrak'tan
   Hedeflerinde sadece Kürt halkı değil,
işçi ve emekçiler de var!
  Şovenist histeriye ve faşist kudurganlığa karşı devrimci direniş!..
Düşman Kürt halkı değil, sermaye düzeni ve devletinin kendisidir!..
Felakete doğru uygun adım - Haluk Gerger
Sermaye saldırıyor,
İMF daha fazlasını istiyor!
“Türk” Telekom ve grev hakkı - Yüksel Akkaya..
  Sermaye sınıfı ve sendika bürokrasisi
Telekom grevini boğmak için harekete geçti!
  Telekom greviyle dayanışmayı
yükseltelim!
  Türkiye Cumhuriyeti ve Ortadoğu - Haluk Gerger
  “Küreselleşme”, sendikasızlaştırma
ve yoksullaştırma/3
Yüksel Akkaya
  Sosyalist Kamu Emekçileri’nden çağrı:
  İşçi ve emekçi eylemlerinden...
  Uluslararası tekellerin kârı uğruna Kaz Dağları feda ediliyor...
  Rusya-İran işbirliği pekişiyor...
  Sürgünden dönen Benazir Butto’ya suikast girişimi...
  Dünyadan...
  Özel savaşta yeni aşama... - M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Türkiye Cumhuriyeti ve Ortadoğu

Haluk Gerger

TC’nin Ortadoğu’ya ilişkin bakış ve siyasetini, “Batılılaşma olarak kavranan ekonomik-sosyal-politik modernleşme”; buna bağlı olarak, modern kapitalist ilişkileri inşa ve yerli burjuvaziyi oluşturma çabaları; Batı dünyasının bir parçası olma yolunda düvel-i muazzama ile ilişkilerin geliştirilmesi hedefi; ve, Kürt Sorunu belirlemiştir. Burada, bağımsız, hiç olmazsa görece özerk, bir insani/toplumsal unsur olarak Ortadoğu mevcut değildir ve onunla ilişkinin bağlayıcı çıpası, uygarlıkla özdeşleştirilen Batı ile yakın tehlike olarak algılanan Kürtler olmuştur. Moda deyimle ifade edecek olursak, Ortadoğu, sömürgeci Batılı ülkelerle yakınlaşma ilişkilerine ve Kürt Varlığı’na iliştirilmiştir (embedded).

TC’nin, Batı’ya yönelişle hayat damarları beslenen kuruluş felsefesinde, Ortadoğu, onunla bağlantılı hayat tarzı, toplumsal bellek ve değerler; geriliğin, gericiliğin, yoksulluğun, lanetli geçmişin simgesi, modernleşmeci rejimin karşısındaki tehditlerin ana kaynağı olarak gösterilmiştir. Önce bürokratik genetiğe, sonra da genel toplumsal dokuya damgasını vuran bu içselleştirme, bir bakıma, TC’nin raison d’etrei olmuştur. Bunun getirdiği toplum mühendisliği uygulaması sonunda, TC, Ortadoğu’yu “egzotik” bulan bir “yabancılaşma”ya gömüldü. Bu ruh halinin dış politikası da kendine özgü bir “Türk Oryantalizmi”nin varlığını yansıttı hep. 

Ortadoğu’dan kopmak ile Batıcılık arasındaki bağ öylesine güçlüdür ki, bölgeyle temasın bir boyutunu Batı, yani sömürgecilerle olan ilişki oluşturmuştur. Bölgeyle irtibat, ikinci olarak, asimilasyoncu Türkçülüğün etkisiyle, Kürt Sorunu dolayımıyladır. Artık Ortadoğu bağlantısı, bu iki unsurla ilişkinin gayrı meşru çocuğudur, ya da, en iyimser ifadeyle, bu ikiliye bağlı bir zorunluluktur.

Bu açıdan bakıldığında, örneğin Musul ya da Hatay sorunlarında meşru muhatap, Kürt nüfus, Irak ya da Suriye değil, İngiltere ve Fransa’dır; bölge halklarının insani-ulusal hissiyat ve özlemlerinin herhangi bir karşılığı sözkonusu bile olmamıştır.

Sevre’deki Kürdistan’ın bölünüp petrol bölgesinin kendi denetiminde kalmasını planlayan İngiltere, 16 Aralık 1925’te Milletler Cemiyeti’nden Musul’un İngiliz mandası Irak’ta kalmasını öngören bir karar çıkarttı. Sonuçta, Türkiye, 5 Haziran 1926’da İngiltere ve Irak ile, Musul’u, petrol gelirinden belli bir süreyle pay alma karşılığında[1], İngiliz mandası Irak tarafında bırakan sınır anlaşması imzaladı. Bu kararda, yeni Cumhuriyet’in güçsüzlüğü kadar, Batı ile, özellikle de İngiltere ve Fransa ile yakınlaşmanın önündeki bir engeli kaldırma amacı da özel rol oynadı; yani aslolan, Batı’ya yöneliş rotasıydı. Ayrıca, “Kürt Sorunu” da İngiltere’nin emin ellerine bırakılmış olmaktaydı.

Hatay’ın 1938 yılında Suriye’yi işgali altında tutan Fransa’nın onayıyla Türkiye topraklarına katılması ise, doğrudan, Suriye’ye (ve genel olarak Arap dünyasına) karşı TC ile sömürgeci Batı’nın ittifakının bir sonucudur.

Bu iki dış politika konusunun dışında, bölgede Türkiye’nin artık tek bir “ilgi odağı” sözkonusudur: Kürt Sorunu. Musul ve Hatay, Batı ile ilişki kapsamındaydılar.  TC’nin bu dönemde Ortadoğu ile kurduğu doğrudan ilişkilerin nedeni ise, Kürt Varlığı’ydı. Bu bağlamda bölgeye yönelik dış politika, içerdeki Kürt Sorunu ile komşu ülkelerdeki Kürt varlığı arasındaki organik bağa verilen bir tepkiydi özünde.

1920’li yıllarda Irak hakimi İngiltere, Kürtler üzerinde, kimyasal silahların kullanıldığı, napalm benzeri yeni silah türlerinin denendiği, büyük şiddet uyguladı. Bu operasyonlarda Türkiye’nin de yardımcı roller oynadığını tahmin etmek zor olmasa gerek; aynen, Suriye’yi demirden pençesi altında tutan sömürgeci Fransa’nın, Şeyh Sait isyanının bastırılması sırasında Türk ordu birliklerine denetimindeki demiryollarını kullanma izni vermesi gibi. Batı bağlantısı böyle kullanılırken, öteki bağımsız bölge ülkesi İran’la da diplomatik ilişkiler geliştirildi ve böylece yeni Cumhuriyet’in, tek boyutlu da olsa, bir Ortadoğu politikası oluştu.

İran’la önce 1926 yılında bir “Dostluk ve Güvenlik Antlaşması” imzalandı. Anlaşmanın altında yatan bakla 5. ve 6. maddelerde açığa çıkarılmaktaydı. 5. Madde şöyleydi: "Bağıtlı taraflar, kendi ülkeleri içinde diğer bağıtlı tarafın kamu güvenliği ve düzenini bozmak veya hükümeti devirmek amacını güden kuruluş ve örgütlerin oluşturulmasını veya yerleşmesini… kabul etmemeği yükümlenirler." 6.maddede de şöyle denmekteydi: “Bağıtlı taraflar... sınıra yakın kesimlerde bulunan aşiretlerin iki ülkenin güvenliğini bozucu biçimde yaratageldikleri suç niteliğindeki eylem ve hazırlıklara son vermek için gerekli tüm önlemleri alacaklardır”[2] İran’la daha sonra da aynı amaç doğrultusunda çeşitli anlaşmalar yapıldı. Türkiye, kendi Kürtlerini daha kolay kontrol etmek için, bir sınır ötesi takip operasyonunda işgal ettiği, Ağrı Dağı eteklerindeki İran’a ait toprak parçasını ilhak etti, karşılığında İran’a Van’ın Kotur bölgesinden arazi verdi. 

Nihayet, Kürt Sorunu’na ilişkin diplomatik çabalar, 8 Temmuz 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalanan Sadabad Paktı’yla doruğa ulaştı. Bu Pakt’ta da temel amaç, Kürt Sorunu’nu egemen devletler arası bir tür ”istikrar”a kavuşturmak idi. O “istikrar”ın ifadesiyse, 7. maddede açıklanmaktaydı: “Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir.”[3] Bu arada, Paktı imzalayan Irak’ın İngiltere’nin mandası olduğu anımsanırsa, anlaşmadaki “İngiltere bağlantısı” da kolayca anlaşılabilir. Böylece bölgedeki hegemon Batı “istikrarı” da korunuyor, iki “istikrar” konusu arasındaki bünyesel ilişki Türkiye’nin Ortadoğu politikasında Sadabad Paktı ile billurlaşıyordu.

Artık bundan sonra, Ortadoğu, Türk dış politikasında yoktur. Türkiye’nin yeniden Ortadoğu’ya “sürülmesi” için İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ve ABD önderliğinde Batı’nın Soğuk Savaş saldırısının başlaması beklenecektir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, iki yükselen güç, bütün birikimsizliğiyle artık uygun iç ve dış koşullarda politik iktidarı da ele geçirmeye yönelen ve dış hamiye ihtiyaç duyan Türk burjuvazisiyle, bir elinde silah, ötekinde dolar, tetikçi arayışındaki ABD, Soğuk Savaş’ın istikrarsızlık, çatışma, tedhiş piyasasında buluştular.

Biri müflis tüccardı ve elinde pazarlayabileceği şey çocuklarının kanıydı. Bunun piyasadaki adı, “stratejik önem”di. Ürünün kodu, “jeopolitik” olarak saptanmıştı. Karşılığında talep ettikleriyse, yani para (kredi, hibe, yardım, vs.) ve silah, sonradan görme tüccarda fazlasıyla mevcuttu. Bu durumda, Soğuk Savaş Türkiye için “ekmek kapısı”ydı. Soğuk Savaş’ta Batı Bloku’nun militan üyeliği, sadece politik/ideolojik bir tercih, rejimi korumanın bir yöntemi ya da uluslararası saflaşmadaki konumlanış değildi; bu, aynı zamanda, ekonomik çarkları döndürebilme ve kalkınma-gelişme programının da başlıca aracıydı, bir ekonomik-mali enstrüman, bir tür ihraç metasıydı. Ortadoğu, bu ticaretin, iş ilişkisinin, alanı, pazarı, piyasasıydı. Türk burjuvazisinin, pazarda arza sunduğu tetikçiliği talep eden ABD ile kurduğu ilişkide, ilk dönemde olduğu gibi, yaşayan bir organizma olarak halkların Ortadoğu’su yoktu; sanki, emperyalizmce ele geçirilmesi gerekli  bir stratejik tepe, jeopolitiğin  arz-talep yasasının işletildiği insansız bir çorak araziydi sözkonusu olan.

Türkiye’yi yönetenler, “Kemalist meşruiyet”in gereği olarak, Batı Bloku’nun resmen üyesi olmak istiyorlar ve bunun için de NATO üyeliğini talep ediyorlardı. İngiltere ise, Batı’ya doğru koşmakta olan Türkiye’yi, gerisingeri Ortadoğu’ya sürmekten yanaydı. Hakim görüşe göre, “Türkiye Ortadoğuluydu, orada görev almalıydı.” Ortadoğu, Türkiye’nin peşini bırakmıyordu. Ondan kurtuluşun aracı olarak da düşünülen Batı bağlantısı şimdi ona Ortadoğu’ya sevk kağıdı çıkartıyordu.

Sonunda karşılıklı sözler verildi, anlaşma sağlandı. 18 Temmuz 1951’de İngiliz Dışişleri Bakanı konuştu: “Türkiye’yle temel güçlük, NATO’ya katılma isteğiyle Ortadoğu’nun genel savunmasındaki yerini uzlaştırmak olmuştur...Türkiye’nin Ortadoğu’nun savunmasında kendine düşen rolü oynaması üzerinde hassasiyetle duruyoruz. Türk Hükümeti de bu görüşü paylaşmaktadır.”[4] İki gün sonra sıra Türk Dışişleri Bakanı’ndadır: “Ortaşark müdafaasın gerek stratejik, gerek ekonomik bakımlardan Avrupa’nın korunması için zaruri bulunduğuna kaniiz. Bu itibarla, Türkiye Atlantik Paktı'na iltihak edince, Ortaşark’ta bize düşen rolü müessir bir surette ifa ve gerekli tedbirleri müştereken ittihaz için ilgililerle derhal müzakereye girmeğe amade olacaktır.”

Türkiye, batılılaşma serüvenindeki altın vuruşunu, yani Batı’nın has örgütü NATO’da üyeliğini, “Ortadoğu bağlantısı” sayesinde gerçekleştirmişti. Oysa, Cumhuriyet’in genel gidişi tersine kurgulanmıştı; “Batı bağlantısı” Türkiye’yi Ortadoğu’dan kopartacak, oradan koptukça ülke batılılaşacaktı...Ne var ki, şimdi, “Batı bağlantısı” Türkiye’yi Ortadoğu’ya ilişkin dış politika oluşturmaya ve uygulamaya itmekteydi. Türkiye Ortadoğu’yla yeniden Batı ile bağları çerçevesinde ilişki kuracaktı. Buradaki hizmetleri ölçüsünde de Batılılarca benimsenecekti. Türkiye-Ortadoğu-Batıcılık üçgeninin diyalektiği böyle işliyordu...

O dönemde, Arap dünyası ise, sömürgeci boyunduruktan kurtulma arayışı içindeydi. Arap ülkeleri, kağıt üstünde bağımsızdılar. Sömürgeci güçlerce paramparça edilmiş, yoktan varedilmiş devletçiklere, hanedanlara bölünmüştü. Araplar, herşeyden önce, gerçek bağımsızlık istiyorlardı. Feodalizmi tasfiye edip “milli kapitalizm”i inşa etmek, sanayileşme ve ekonomik kalkınma hamlesi başlatmak arzusundaydılar. Bütün politik akımlar açısından, modernleşme, kalkınma, demokratikleşme temel programatik hedeflerdi. Nihayet, Filistin halkına yönelik adalet genel bir talep olarak Arap dünyasında yankılanmaktaydı. Uluslararası ilişkilerde de, Soğuk Savaş blokları dışında kalmak isteniyordu.

Batı ise, Araplara, demokratikleşme yerine, işbirlikçi despotik feodal hanedanları ya da askeri yönetimleri uygun görmekteydi. Modernleşme ve ekonomik kalkınma çabalarında, Dünya Bankası ve IMF reçetelerine göre programlanmış bir rota dayatılıyordu. Yabancı askeri üslerin tasfiyesi, birliklerin geri çekilmesi, bürokrasideki sömürgeci kalıntıların yok edilmesi taleplerine ise, “Ortadoğu NATO’su” çerçevesinde her ülkeye daha fazla üs ve asker yerleştirmeyi, Soğuk Savaş’ta tarafsızlığın aksine Batı Bloku’nun öncü karakolu olmayı önererek karşılık veriyordu. Nihayet, Batı, Siyonist Devlet’in tanınmasını, yurtlarından edilen Filistinlilerin de Arap ülkelerine mülteci olarak kabülünü, orada adalet taleplerinin unutulmasını istiyordu.

Araplar’ın itirazlarına karşı, Batı’nın örnek olarak karşılarına çıkardıkları model ülke ise, Türkiye idi. Türkiye, İsrail’i tanıyan ve oraya Büyükelçi gönderen ilk (ve tek) Muslüman ülkeydi. Türkiye, kalkınmasını, Dünya Bankası’na. IMF’ye ve Amerikan kredilerine emanet etmişti. Türkiye, BM’deki oylamalarda, Cezayir’in Fransa’nın içişlerine girdiği tezini savunmuştu. Türkiye, topraklarını Amerikan üs ve askerlerine açmıştı, Batı askeri itiifakının en militan üyesi olmuştu. Soğuk Savaş’ta tarafsızlığı, “iyi ile kötü arasında tarafsız kalmanın ahlaksızlığı” olarak nitelemişti. Antikomünizmi bir dine dönüştürmüş, seçkinler arası bir yarışmaya indirgenmiş Soğuk Savaş demokrasisini kurmuş, halkını örgütsüz, sessiz ve nefessiz tutmayı başarmıştı. Ve Türkiye, Müslüman bir bölge ülkesiydi...

Türkiye, Arap dünyasındaki özlem ve taleplerin tam manasıyla anti-tezini oluşturmaktaydı ve şimdi, emperyalizmin direktifleri doğrultusunda, bölgenin yeniden dizayn edilmesini, kendisine benzetilmesini, aksine bütün eğilim ve odakların tasfiye edilmesini, halkların bastırılmasını gerçekleştirme operasyonunun tetikçiliğine soyunuyordu. İlk görevi, bir “Ortadoğu NATO’su”nun kurulmasıydı.

Bu plana karşı, Arap dünyasında büyük bir tepki ortaya çıktı. 1952’de Mısır’da Nasır önderliğindeki genç subaylar  iktidara el koydular ve modernleşmeci-kalkınmacı-bağımsızlıkçı radikal hareket dalga dalga bölgenin dörtbir yanına yayıldı, bu devasa toplumsal sarsıntının titreşimleri bütün işbirlikçi iktidarları ve sınıfları felç etti, emperyalist Batılı güçlerin dengesini bozdu. Ortadoğu’da fellahların, bedevilerin, baldırıçıplak lanetlilerin, sadece tek tek ülkeleri ya da bölgeyi değil, uluslararası siyaseti belirlediği, biçimlendirdiği bir dönem açılmaktaydı. Ayaktakımının “fiili katılım” eylemliliği emperyalistlerin, işbirlikçi egemenlerin ve Türkiye gibi tetikçilerin kabusuna dönüşmekteydi. Hedefleri, bereketsizliğinden ortaklaşa beslendikleri yüzyılların “ölü toprağı”nı kadim halkların üzerine betonlamak idi.

Ve büyük Soğuk Savaş saldırısı olanca hışmıyla Ortadoğu’nun ilerici bağımsızlıkçı odaklara, onları destekleyen halk güçlerine yöneltildi. Nasırı öldürmek, Mısır’ı ve Suriye’yi işgal etmek, darbeler düzenlemek, Suudi Arabistan gibi feodal despotizmin önderliğinde İslami değerleri emperyalistlerin silahına dönüştürmek, İran’da darbe yapıp Şah diktatörlüğünü güçlendirmek, hepsi denendi.

İlk hedef Nasır Mısır’ıydı. ABD ve Türkiye’nin Nasır’ı ve Mısır’ı değiştirme çabaları başarısız olunca ve Nasır da Süveyş kanalı’nı millileştirince, kendi dar çıkarlarının olupbittisini dayatmak isteyen İngiliz ve Fransız maceracılar yanlarına İsrail’i alarak Mısır’a saldırdılar, Kanal bölgesini işgal ettiler.

Bu bunalımda, Türkiye, Süveyş’in millileştirilmesine karşı çıktı, Batı’nın yanında yer aldı. Kendi su yolu Boğazlara ilişkin bazı Sovyetlerin önerilerini egemenlik hakkına karşı büyük bir tecavüz olarak kabul eden, bu “Sovyet tehdidi”ni Soğuk Savaş’ın kışkırtılması ve ülkenin Batı Bloku’nun militanlığına soyunmasının gerekçesi yapan, NATO üyeliğini bile bu noktaya bağlayan Türkiye, inanması güçtür ama, bir “kardeş ülke”nin kendi su yolu üzerinde hükümranlık iddia etmesini kabul edilemez suç saydı.[5]

Daha 1953 yılında ABD Dışişleri Bakanı J.F. Dulles’la biraraya geldiklerinde Türkiye Başbakanı Adnan Menderes’in söyledikleri, Amerikalıların tuttuğu resmi görüşme tutanağına şöyle geçiyordu:

“Başbakana göre, Türkiye, Kanal [Süveyş] sorununu sadece Mısır ile İngiltere arasında bir sorun olarak görmemektedir. Bir çözüm, örneğin, Türkiye açısından yaşamsal önemdedir ve sorun genel olarak NATO stratejisiyle ilgilidir. Bugün Mısırlılar Kanal Bölgesindeki İngiliz konuşlanmasının niteliğini bir emperyalizm sorunu ya da sadece İngiliz çıkarlarının korunması olarak nitelendiremezler. Türkiye, İngiltere’nin hür dünyanın kilit alanlarından birindeki ileri karakolun koruyucusu olarak orada bulunduğuna emindir...

“Başbakana göre, Türkiye’nin görüşü, Mısır’ın meseleyi bir bağımsızlık ve özgürlük sorunu olarak gösterme çabaları, kesinlikle, Kanal Bölgesinin bütün hür dünya için stratejik bir nokta olmasının önemi karşısında ikincil kalması gerektiği yönündedir...Türk Hükümeti, Kanal savunmasının güçlü kalmasının hayati önemde olduğuna ve alternatif uygun düzenlemeler yapılana kadar [İngiliz askerlerince] boşaltılmaması gerektiğine inanmaktadır...Sonuç olarak Başbakan, Ortadoğu’nun savunulmasının belkemiğini Türkiye’nin oluşturması gerektiğini söyledi. Türkiye’nin sosyal ve politik istikrarı, Sovyet tehlikesi karşısındaki kararlı tutumu ve zaten güçlü olan ordusunu daha da güçlendirmek için gösterdiği çok ciddi çabalar göz önüne alındığında, bölgenin güvenliğinde ana sorumluluğun Türkiye’de olması doğaldır...”

Dulles’la 26 Mayıs 1953’te görüşen Celal Bayar da Arapları Amerikalılar'a şikayet etmiş, onların “bölgeyi savunmaktansa, İsrail ve Süveyş üsleri üzerinden kavga etmeyi” yeğlediklerini belirtmiştir. Bayar, Avrupa’daki “rahatlığı NATO için tehlikeli” bulduğunu söyleyerek, “Arap ülkelerinin milliyetçilik konusunda birbirleriyle yarıştıkları”ndan, “Rusya’nın temsil ettiği büyük tehlikenin ayırdında olmadıkları”ndan yakınmış, Süveyş gibi önemli bir stratejik alanın “politik tutumları belirgin olmayan” Arapların “eline bırakılamayacağı”nı belirtmiş, Türkiye’nin İsrail’i tanımaktan “memnun olduğunu” söylemiştir. Bayar, Türkiye’nin “Hür Dünya” için savaşacağını söylerken Arapların “savaşmayacağı”nı belirtmiş, “ölüm riskini alamayanlar asla savaşamazlar” demiştir. Bayar, “Mısır’da NATO amaçlarına yakınlık duyan bir hükümet yokken NATO nasıl olur da oradaki İngiliz askerlerinin çekilmesine onay verebilir” demiştir.

Süveyş’in millileştirilmesi üzerine de, Türkiye Başbakanı Adnan Menderes,   Amerikalı yetkililere, Nasır “küçük düşürülmelidir” diye akıl veriyordu.

Hükümet’in yarıresmi sözcüsü Zafer gazetesi ise, yapılan saldırıyı, “Mısır ile Suriye, Sovyet emperyalizmini Ortadoğu’ya sokarken, suçüstü yakalanmışlardır. Bütün Sina-Süveyş hadisesi, beynelmilel siyasi gümrük idaresinin bu kaçakçılığı yakalayıp tasfiye etmesinden ibaret” sayıyordu. Benzer görüşler, Soğuk Savaş’ın “partilerüstü dış politika” oydaşması sonucu, hükümetin muhaliflerince de dillendirilmekteydi.

Süveyş saldırısı istenilen sonucu vermedi, aksine Nasır’ı ve Arap anti-emperyalistlerini daha da güçlendirdi. Bölgedeki direnişi doğrudan Amerikan askeri müdahalesiyle bastırmaktan başka çare kalmayabieceğini hesaplayan Eisenhower hemen Kongre’den bir yasa çıkarttı: Bölgeye bir saldırı gerçekleşirse, ABD gerekirse silahlı kuvvetlerini de kullanarak karşı çıkacaktı. Doğrudan bir Sovyet askeri müdahalesi sözkonusu olmadığından, bölgeye asker göndermek için bu bahaneyi kullanamayacağını bilen Amerikan Yönetimi, “dolaylı saldırı" kavramını icat etti. Buna göre, herhangi bir bölge ülkesindeki anti-emperyalist direniş, bir ilerici-demokratik toplumsal muhalefetin yükselişi veya başarısı, ideolojik konumundan ve Sovyetlerle ilişkisinden bağımsız olarak, "beynelmilel komünizm"in, Sovyetler Birliği'nin ya da "onun tarafından kontrol edilen" bir yerel gücün "dolaylı saldırı"sı olarak kabul edilecek ve buraya Amerikan askeri müdahalesinin meşrulaştırıcı gerekçesi yapılabilecekti.

Türkiye, Dışişleri Bakanı’nın ağzından, “Eisenhower Doktrini”ni “şükranla karşıladı”ğını açıkladı. Başbakan Menderes, Eisenhower’ın mesajını Kongre’ye sunduğu gün, “... istikrar ve milletin istiklali gayesini güden garb devletlerinin siyaseti bakımından, Türkiye, bu bölgede büyük ehemmiyet arzetmekte ve bu bakımdan gereken vasıfları haiz bulunmaktadır” diyerek hizmete talip oldu.[6] İktidarın sözcüsü konumundaki Zafer gazetesi ise, işi Türkiye’ye yontmakta daha da ustaydı: “Eisenhower Doktrini’nin doğruluğu ile sakatlığını tarih huzurunda... Amerika’nın bu planda ve bu hesapta, Türkiye Cumhuriyeti’ne vereceği yer, mevki ve ehemmiyet tayin edecektir.”[7]

Süveyş fiyaskosundan sonra Ortadoğu NATO’sunu kurma saldırısının ikinci hedefi Irak ve Suriye idi. Sonunda, Irak’taki işbirlikçi rejim ikna edildi ve 1955 yılında Bağdat Paktı kuruldu. Bu Pakt’ta Irak, Türkiye, Iran, Pakistan ve Ingiltere üyeydiler. ABD, fazla tepki olması diye dışarıda perde gerisinde kalmayı yeğlemişti. Kamuoylarının yoğun tepkisi nedeniyle Ürdün ile Lübnan hükümetleri Pakt’a girmeye cesaret edememişlerdi.

Irak’ın düşürülmesinden sonra sıra kilit ülke konumundaki Suriye’ye gelmişti. Bu saldırıda Türkiye, ABD ve İngiltere’nin azmettiriciliğinde tetikçilik görevini üstlenmiş, Suriye’de Batı planlarına direnen rejim üzerinde psikolojik baskı kurmak üzere sınırda askeri yığınak yapmış, tehditler savurmuştur. Suriye direnince de, rejimi devirmek üzere İngiliz gizli servisi ile CIA önderliğinde darbe girişimlerinde bulunulmuş, bunlar da başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Bunun üzerine, ABD ile İngiltere, Amerikan Dışişleri Bakanı Dulles’ın deyişiyle, “içten düzeltme” imkanlarının artık tüketildiği sonucuna varmışlar, dışardan bir askeri müdahale ile Suriye’nin işgaline ve rejimin bu yolla değiştirilmesine karar vermişlerdir. Türkiye de baştan beri askeri müdahaleyi savunmaktaydı. Menderes, Amerikan Büyükelçisi’ne şöyle diyordu: “Tehlike o kadar büyüktür ki, Suriye, ABD’nin bölgedeki prestijini yok etme amacıyla ABD’ye tehlikeli ve açık bir şekilde meydan okumak için tereddüt etmemektedir. ABD çağrımıza cevap vermediği sürece hiçbir şekilde harekete geçemeyiz. Sonuç olarak ilk işimiz ABD’yi durumu nasıl değerlendirdiğimiz konusunda bilgilendirmektir. Uygun önlemleri alabilmek için ‘kati’ karar bekliyoruz.”[8]

Bunun üzerine, işgal gerekçesi oluşturmak için Suriye’yi kışkırtmak üzere sınır provokasyonlarının başlatılması, içerdeki sabotajların planlanması, muhalif unsurların hazırlanması ve saldırının koordinasyonuyla ilgili konuları görüşmek üzere Amerikan hükümeti bir temsilciyi bölgeye gönderdi.

Amerikan tarafınca tutulan görüşme tutanağında Menderes’in söyledikleri şöyle özetlenmiştir: “Başbakan, askeri durumu gözden geçirdikten sonra, Irak askeri güçlerinin bugünkü Suriye rejimini yok etme görevini tek başlarına yerine getiremeyeceklerinin iyice anlaşıldığını söyledi. Bu rejime karşı Kral Hüseyin’in kendi güçlerini kullanması konusunda da ciddi şüpheler vardır. Suriye’deki bu rejimin herhangi bir süre daha devamının, Suriye’nin bir Sovyet uydusu olarak bütün Ortadoğu güvenliğine tehdit oluşturacağı anlamına geldiği konusunda Türkiye ile ABD’nin aynı kanıda oldukları görülüyor. Dolayısıyla da şu sorulara olası yanıtları bilmek istiyor: ‘Şayet Türkiye Arap ülkelerinin harekete geçmeye hazır olmadıklarını görürse ve bugünkü Suriye rejimini kendi başına ortadan kaldırmaya kalkarsa, ABD kendisini destekleyecek midir?’ Ayrıca şunu da öğrenmek ister: ‘ABD’ye göre, Türkiye ne yapmalıdır?’ ve ‘ABD, ne yapmaya hazırdır?..’ Lütfen bizi engellemeyin...”[9]

Sonuçta, ABD ile İngiltere, Türkiye’nin tek başına harekete geçmesine icazet verdiler. İşbirlikçi Arap hükümetleri bile Türkiye ile birlikte hareket etmek istemiyorlardı. Türkiye, sınıra onbinlerce asker yığdı, kışkırtmalara, bombalama eylemlerine, sınırdaki köylerden adam kaçırmaya başladı. ABD de düğmeye basmıştı; Suriye içinde yıkıcı faaliyetler düzenleniyor, Amerikan savaş gemileri Akdeniz’e, uçaklar da İncirlik’e intikal ettiriliyordu.

Ne var ki, bu sırada, bir yandan Arap kamuyoyu ayağa kalkmış, Mısır Suriye’yi savunacağını açıklamış, işbirlikçi Arap rejimleri devrilme korkusuyla iyice geri adım atmışlar, öte yandan da, Sovyetler Birliği devreye girmişti. Pabuç pahalıydı ve ABD ile İngiltere geri çekilmek zorunda kaldılar ama Türkiye’yi ikna etmek kolay değildi. Sonunda, Türkiye’nin bu işleri para sızdırmak için yaptığını bildiklerinden, “Batı için savaşarak yardım elde etme beklenitisi” karşısında, bir miktar “mali yardım” önerisiyle ülkenin ateşini düşürme yolunu seçtiler.

Bu sırada, Lübnan’da da, ülkenin Arap karakterini reddeden, Filistin Davası’na duyarsız, Fransız sömürgecilerin kurduğu mezheplere dayalı düzeni savunan Batı yanlısı zengin Hıristiyanlar ile, Arap Direnişi’nden yana, çağdaş politik/idari reformlar yapılmasını ve ekonomik adaletin sağlanmasını talep eden solcularla yoksul müslümanlar arasında bir iç savaş yaşanmaktaydı. Maruni Cumhurbaşkanı Kamil Şamun, uzun süredir Amerikan yönetimini Lübnan’a askeri müdahalede bulunmaya çağırıyordu. Ürdün’de de, Kral Hüseyin’in Nasır yanlısı bağımsızlıkçı muhalefet karşısında iktidarını sürdürme gücü kalmamıştı. O da aynı biçimde ABD ve İngiltere’den askeri müdahaleyle rejimini kurtarmalarını talep etmekteydi.

Bağdat Paktı’na üye olan tek Arap ülkesi Irak’ta 14 Temmuz 1957 günü bağımsızlık yanlısı askerler yönetime el koydu. Böylece, emperyalizmin bölgedeki bir kalesi daha düşmüş oldu. Lübnan ve Ürdün’de paniğe kapılan işbirlikçiler hemen Amerika’ya müraccat ettiler ve asker gönderilmesini istediler. Bu arada, başta Türkiye, Bağdat Paktı’nın öteki üyeleri İran ve Pakistan da Amerikan yönetimi’ni bölgeye asker göndermeye davet ettiler. 15 Temmuz’da Amerikan deniz piyadeleri Beyrut’a çıkmaya başladılar. Ertesi gün de, İngiliz paraşütçüleri Amman’a indiler.

Türkiye, her iki işgali de coşkuyla destekledi. Operasyonda İncirlik Üssü de kullanıldı. Dışişleri Bakanı Zorlu, Lübnan çıkartmasına Türk Hava Kuvvetleri’nin de katılmasını önerdi ama ABD Büyükelçisi tarafından “bu bir NATO operasyonu değil” denerek terslendi. Bu arada Türkiye bir yandan da Irak’a asker göndermenin hesaplarını yapmaktaydı. Kürtlerce de desteklenen yeni Irak rejimi bu bakımdan da Türkiye’nin hedefiydi. Bu planları haber alan İngiltere ile ABD ise, o sırada, para karşılığı dünyayı ateşe atmaya hazır “çılgın Türkler”i durdurma peşindeydiler. Lübnan ve Ürdün sonrasında bu kez Türkiye sözkonusu işgal harekatının Irak’ı da kapsayacak biçimde genişletilmesini istedi ama bu da, Sovyet tepkisi bakımından, riskli görülerek Batılılarca kabul görmedi. Türkiye böylece bütün bu kargaşada, para almayı hakkedecek bir iş yapma imkanı bulamadan, devre dışı bırakılarak boşlukta kalmıştı. Menderes, kızgınlıkla bir şantaj mesajı gönderdi Eisenhower ile Dulles’a:

“Ağır askeri harcamalar, dört yıllık kuraklık ve ihraç ürünlerinin fiyatlarındaki düşüş yüzünden Türkiye öyle bir noktaya yaklaşmaktadır ki, bundan böyle kendi payına düşen Özgür Dünya’nın sorumluluklarını yerine getirip getiremeyeceğinden şüpheli olduğunu müttefiklerine bildirmesi gerekebilir.”

Bu olaylar vesilesiyle Türkiye’nin Ortadoğu’ya ilişkin çarpık bakış açısını da, işgal sonrasında ABD yönetimi adına Lübnan’da incelemeler yapmaya giden Murphy’nin, merkeze gönderdiği gizli telgrafta anlattıkları göstermektedir. Murphy’nin bildirdiğine göre, Beyrut’taki Türk Büyükelçi Cevat Dülger şöyle demiştir: “Araplar iki düşünceyle (motivation) hareket ederler; korku ve para. Lübnan’da, bütün filonuzla çok daha masraflısını yaptığınız işi iki milyon dolara yapabilirdiniz.” Murphy, Türk Büyükelçinin, bu düşüncesinin bütün Arap ülkelerini kapsadığını söylediğini de belirterek, Dülger’in Irak’ta da bir kamuoyunun bulunmadığına, aynı formülün, yani “korku ve para”nın, bu ülkede de geçerli olduğuna inandığını belirtiyor.[10]

Türkiye, Siyonist Devlet’le de karanlık ilişkiler kurdu. Hükümet üyelerinin, Dışişleri bürokratlarının, istihbarat elemanlarının ve Silahlı Kuvvetler mensuplarının ülke içinde ve dışında gizli temasları sonucu İsrail ile, “Hayalet pakt” diye adlandırılan bir ittifak yapıldı.

1960’lara gelindiğinde, Türkiye’nin bölgede iş yapma imkanı kalmamıştı. Kötüye kullanılan coğrafi konumu, çarpıtılan tarihi, hoyratça örselenmiş kültürel mirasıyla içeriye sızmış bir “Truva atı” olarak kullanılan Türkiye bölgede tam anlamıyla dışlanmıştı.

Bu dönemde, önce, Türkiye’de, düzeni, bu arada da emperyalizme bağımlılığı, NATO üyeliğini, Amerikan üslerinin varlığını sorgulayan bir “sol” akım oluştu. Daha önce dışlanmış dinamik kesimlerin, öğrencilerin, aydınların, en önemlisi de işçi sınıfının, üstelik örgütlü olarak, politikaya katılmalarıyla başlayan süreç, Ortadoğu’ya olan bakışı da değiştirdi, özellikle Filistin mucadelesine ilgi ve desteği ortaya çıkardı. Egemen çevreler, buna karşılık olarak, ABD’nin “yeşil kuşak” projesi ile işbirlikçi milliyetçiliğin suni ilhakıyla oluşturulan hilkat garibesi Türk-İslam Sentezi’ni palazlandırmaya girişti ama artık işler eskisi kadar kolay değildi ve başka gelişmeler de dengeleri değiştirmekteydi.

Türkiye’nin Kıbrıs Sorunu’nda uluslararası destek ihtiyacı da yakıcı bir biçimde ortaya çıkınca, Arap dünyasına daha ılımlı yaklaşmanın bir başka gereği daha ortaya çıkmış oldu. Sonraki yıllarda, petrol gelirleriyle güçlenen Arap dünyası, ekonomisi hep iflasta Türkiye üzerinde ek bir güç kazandı. Bu sırada Vietnam batağındaki ABD’nin büyük bunalıma düşen ekonomisi ve Sovyetlerle ortaya çıkan “nükleer denklik,” ABD’nin gücünü olumsuz etkilemişti. 1967 Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Arap radikalizmi de gerilemiş, bölgede inisyatif İsrail’e, Batı’ya, işbirlikçilere geçmiş, Kürtler de her parçada etkin denetim altına alınmıştı. Artık pek de esen gürleyen TC yoktu. O kadar ki, 1970’lerin sonlarına kadar, Filistin Kurtuluş Mücadelesi’ni “terörizm” olarak gören Ankara, sonunda kerhen de olsa, Kaddafi’den mali beklentilerle, FKÖ’ye bir büro açma izni vermek durumunda bile kaldı. 1964 anlaşmasıyla da Türkiye, önemini yitiren pazar olarak gördüğü Ortadoğu’ya yeniden sırtını döndü ve Avrupa’ya doğru bir dönüş hamlesi gerçekleştirme yoluna girdi.

Türkiye’nin yeniden Ortadoğu’ya dönmesi için bu kez 12 Eylül Darbesi gerekecektir.

Beynelmilel sermayenin uluslararası kapitalizmin bunalımını aşmaya giriştiği 1980’lerde, ABD’nin Ortadoğu’ya, özellikle de stratejik petrol bölgesi Körfez’e ilişkin yeni planları da uygulamaya konulmaya başlandı. İran’da Humeyni Devrimi’yle birlikte, ABD’ açısından bölgede bir de “tetikçi” boşluğu ortaya çıkmıştı. Akla ilk gelen bölge ülkesi, kuşkusuz, toplumsal muhalefetin hoyratça bastırıldığı ve dolayısıyla egemenlerin elinin bir ölçüde rahatladığı Türkiye idi.

Türkiye için düşünülen rol, Körfez’e müdahale için oluşturulan Acil Müdahale Gücü’ne askeri üs, komuta-kontrol-iletişim tesisleri, hava sahasının kullanımı ve benzeri lojistik/taktik destek imkanları vermesiydi. İkinci olarak da, Iran’ın üzerine emperyalistlerce donatılmış ordusuyla sürülen Saddam Hüseyin lehine hayırhah bir tutum takınmasıydı. Ne var ki, Türkiye’nin bu kadar pasif ve dolayısıyla da mali getirisi sınırlı bir role razı olması beklenemezdi. Batman ve Muş’ta yeni havaalanlarının inşası gerçekleştirildi, mevcut üslerde modernizasyon çalışmaları başlatıldı, İran’a karşı düşmanca bir iklim yaratıldı ama bunlar birer peşrev niteliğindeydi yeni rolüne soyunmaya ısınan Türkiye yönetimi bakımından.

Daha büyük görevlerin daha büyük getirisi için de, ABD’nin daha büyük saldırıları gerekmekteydi. Baba Bush’u kışkırtma görevini üstlenen Turgut Özal’ın, 12 Eylül’ün artık kurumsallaştığı ve süreklilik kazandığı koşullarda hedefi, yeni Soğuk Savaş saldırısında “bir koyup üç almak”tı. Bu kumar, bir başka açıdan da, gerekliydi. Sovyetler Birliği’nin önce fiilen devreden çıkması, ardından da yıkılması sonucunda, Türkiye için “altın yumurtlayan tavuk”  ölmüştü. Türkiye’nin ana ihraç metaı olan “jeopolitiği”nin pazarlanacağı yeni istikrarsızlık ve çatışma alanlarının bulunması milli bir ihtiyaç olarak sistemin önündeydi.

Yeniden atağa kalkan ABD ile 12 Eylül ile yeniden palazlanan Türk burjuvazisi bir kez daha Ortadoğu’da buluşacaklardı.

Hemen, bu tür durumlarda hep olduğu gibi, merkezi düğmeye basılarak, medya devreye sokuldu. Irak’ın “cehennem topu”ndan İran’ın ölümcül füzelerine, Suriye’nin terör tehdidinden “Su Sorunu”na, komşulara yönelik sistematik bir kışkırtma kampanyası başlatıldı, ABD gölgesinde bölgeye müdahalenin psikolojik ortamı yaratılmaya çalışıldı.

İran’a ve Körfez’e ilişkin Amerika kışkırtması ilk planlardan farklı ve çelişkili bir süreç sonunda ancak 1991 Körfez Savaşı ile yeni bir aşamaya ulaştı. Türkiye, Özal’a rağmen, pek çok iç ve dış nedenden dolayı, bu savaşa tam katılımı göze alamadı ve kimi pasif yardımları karşılığında, bir miktar “zarar tazminatı”yla yetinmek zorunda kaldı. Heveslerin tatmini bir başka bahara kalmıştı.

Hazırlıklara “içerisinin düzenlenmesi”yle başlandı. Ortadoğu’ya yeni yöneliş, iç politikada yeni düzenlemeleri gerektirmekteydi. Özal sonrası konjonktür Ortadoğu’da “yeni tetikçilik” rolüne daha uygun hale getirilmeliydi.

Bir Amerikalı yazar ”24 Şubat” sonrasını şöyle değerlendirmekteydi: “Kudüs gününü kutladığı için fiilen işgal edilen bir kasaba...İsrail aleyhine konuştuğu için tutklanıp görevden alınan bir belediye başkanı...Bir elçinin anti-siyonist beyanlarıı yüzünden patlak veren diplomatik kriz...1997 yılında bütün bunlar ancak Türkiye’de, çok güçlü bir kurumun İsrail’in kötülenmesine tamamen karşı çıktığı ve kuvvetle İsrail’den yana tavır aldığı tek İslam ülkesinde yer alabilirdi. Sincan olayları, çok önemli bir stratejik gelişmenin işaretini de veriyordu: Ortadoğu’nun stratejik haritasını değiştirmeye, ABD’nin ittifaklarını yeniden biçimlendirmeye ve Israil’in bölgedeki yalnızlığını azaltmaya aday, Türkiye-İsrail ittifakı...”[11]

Ne var ki, bu sefer, çok yaman bir çelişkinin ilk izleri oluşmaya başlamıştı. ABD’nin ‘değneksiz köy”e dönüşmüş dünyada Ortadoğu saldırganlığına Irak üzerinden başlayacağı belli olmuştu 1991 Körfez Savaşı’yla. “Batı bağlantısı” bu kez, “Kürt Sorunu” ile bağdaşmayan bir yöne doğru ilerleme potansiyeli taşımaktaydı. Batı peşinde Ortadoğu saldırganlığında yer almak, bir başka yanıyla da, Irak’taki statükoyu bozmak anlamına geliyordu ve bu da Kürt hassasiyetiyle Batı bağlantısı arasında yapısal bir çelişkiye işaret ediyordu. Türkiye buna hazır değildi; Batı’ya “evet” demek “üç almak” için şarttı, bağımlılığın gereğiydi ama bu, aynı zamanda, şişeden “Kürt cini”nin çıkmasını da beraberinde getirebilirdi. Egemenlerin korkusu, bu süreçte, “evdeki bulgurdan olmak”tı. Üstüne üstlük, “eve gelen kuma” misali, ABD ile ittifaka Kürdün de ortak olması olasılığı,  cinnet geçirten bir kabus gibiydi.

ABD’nin Irak işgaliyle başlayan süreçte tam da bu korkulan başa geldi.

Türkiye’de karar alma mekanizmalarının bütün temel aktörleri, ABD’nin Irak’ı işgalinde Türkiye’nin de yer almasından yanaydılar. Bu bağlamda en etkin kurum olan Genelkurmay, çeşitli vesilelerle, ABD’nin istediği ataklıkta olmasa da, işgale katılmaktan yana olduğunu belirtti. Hükümet, ünlü Tezkere’yi Parlamento’ya gönderdi. Parlamento’da da çoğunluk Tezkere’ye onay verdi.

Türkiye’nin iki talebi vardı. Birincisi, elbette, para idi. Pazarlık, 100 milyar dolardan açılmıştı! İkincisi, Türkiye, işgale, ABD ile İngiltere’nin yanında üçüncü ana partner olarak, mümkünse, 60-80 bin arası askerle katılmak istiyordu. Onun Bagdat’ta işi yoktu: olası “Oluşum”u “ot bitmez” oluşmazlığa dönüştürmek için Kuzey Irak’ta kalması yeterliydi! İki talep de, Washington’da tepkiyle karşılandı.

Bu panik ve kargaşa ortamında, öngörülemeyen bir sayım hatası sonucu, üç oy eksiğiyle, Tezkere reddedilmiş sayıldı. Daha o gece, nasıl olsa “kabul” çıkacak rahatlığıyla, karşı oy verenlerin nedamet duygusu içinde oylarının rengini değiştirecekleri açıklandı. AKP yetkililerinden biri, “böyle olacağı bilinseydi, CHP’den iki-üç üye oylamaya katılmaz, Anayasa’nın “üçte iki” şartı gerçekleştirilirdi” dedi. Meclis Başkanı, “hemen bir yeni tezkere hazırlansın, onu geçirelim” dedi. Hükümet, Amerikan Yönetimi’ne başvurdu: Daha fazlasını da içeren yeni tezkere gelecek ve geçecekti. Şartlardan da vazgeçilmişti.

Özgüveni doruğunda ABD’li şahinler, “hava sahasının açılması” talebiyle bütün önerileri ellerinin tersiyle ittiler ve Türkiye bir kez daha boşlukta kaldı. Elindeki ihraç fazlası mallar şişen müflis tüccar misali, Türkiye’nin jeopolitiği para etmez olmuştu. Üstelik, “sadık eşe kuma” da gelmişti; ABD-Kürt işbirliği, Türkiye’nın kabusuydu ve gercekleşmişti. Başa geçirilen “çuval,” 60 yıllık denklemin değiştiğinin çarpıcı göstergesiydi...

Şimdi, “Batı bağlantısı” ile “Kürt Sorunu” arasında sıkışıp kalmış Türkiye’nin dış politikasında Ortadoğu yine sadece bir araç.

Türkiye’nin “Batı bağlantısı şöyle işliyor:

*  Türkiye, bölgedeki Direniş’i büyük ölçüde “terör” olarak kabul ediyor;

*  Türkiye, ABD’nin bölgeye ilişkin bütün stratejik hedeflerini paylaşıyor;

* Türkiye, İsrail’le fiili müttefik durumundadır;

* Türkiye’nin Batı ile işbirliği, Lübnan’a asker göndermekten olası bir İran saldırısında yer  almaya kadar uzanan bir çizgiyi bünyesinde barındırmaktadır;

* Türkiye’nin “Batı bağlantısı”nın doğal sonuçlarına toplumda, çok farklı ve çelişkili nedenlerden kaynaklanan, muhalefet vardır.

“Kürt Sorunu,” “Batı bağlantısı’nı bir yandan zorlamakta, öte yandan onu yeniden güçlendirmenin aracı yapılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’de iktidar mücadelesi yapanlar, kendi yönetimlerinde, ABD’nin taleplerini, yani “Batı bağlantısı”nın gereklerini, yerine getirebilmek için içerdeki toplumsal muhalefetin “yumuşatılması”nı gerekli görmektedirler. Toplumsal muhalefetin şiddetle bastırılması yollardan biridir. Daha kolayı, hizmetler karşılığında, “Kürt Sorunu”nda taviz kopartmaktır. Kuzey Irak’taki “Oluşum”un denetiminden PKK’nin tasfiyesine uzanan bu “taviz” talebi, kimilerinin “bir taşla iki kuş” vurma kurnazlığını da beslemekte. Bu “Rus ruleti’ne göre, punduna getirilebilirse, hem ABD’nin yeni saldırısında saf tutup “üç almak,” hem de bu kargaşada Musul-Kerkük macerasıyla, “Kürt Sorunu”nda “nihai çözüm”ü gerçekleştirmek mümkün olabilecektir.

Musul-Kerkük ve Bölgede nüfuz oltasına takılmış Amerika’ya hizmet senaryosu, önce Turgut Özal'ın peşine düşen eski solcu yeni Amerikancı liberaller tarafından sahneye konuldu. Bu "neo Osmanlıcılık" düşü, daha sonra, Devlet içinde veya çeperinde yuvalanmış ulusalcıların fantezisi haline geldi. Bu yönelimler, aynı zamanda, doğrudan Kürtlerin denetimiyle ilgiliydi ve baştan itibaren Türk-İslam sentezcilerince de paylaşıldı. Mesele ABD’yi iknaya bırakılmış, sonrası tufan bir bekleyişte...

Bugün, yine, tarihi, insani, sosyal, kültürel boyutları, öz çıkar, özlem ve talepleriyle, haklarıyla Ortadoğu halkları yok TC'nin gündeminde. Yine, Batı çıkarlarına uyarlanmış, Batı'yla ilişkilere kurban edilmiş ve Kürt Sorunu etrafında dönen Türk dış politikası var. Kısır döngü kapanmış bir kere, sadece girdabında çırpınış var. Türkiye’nin geleceğini, bu iki eksene oturtulmuş “Ortadoğu Sorunu” belirleyecek gibi görünüyor...

 

Dipnotlar:

[1] 25 yıl boyunca gelirden yüzde on pay. Türkiye daha sonra bu haktan 500,000 İngiliz sterlini karşılığında vazgeçmiştir.

[2] Baskın Oran (Der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, c.1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 361.

[3] Age., s. 368.

[4] Aktaran Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası: 1945-1970, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 340, Ankara, 1972, s. 45.

[5] Aşağıdaki alıntılar ve bu konuda daha ayrıntılı  bilgi için bkz. Haluk Gerger, Age., s. 136-154.

[6] Ayın Tarihi, Ocak 1957.

[7] Aktaran Ömer Kürkçüoğlu, Age., s. 120.

[8] Büyükelçi’nin Merkez’e gönderdiği telgraftan aktaran Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu: 1945-1958, Boyut Kitapları, İstanbul, 1997, s. 185-186.

[9] Bkz. Haluk Gerger, Age., s. 182-185.

[10] Bkz. Age., s. 236-239.

[11] Daniel Pipes, “A New Axis: The Emerging Turkish-İsraeli Entente”, The National Interest, No. 50, Kış 1997-1998’den aktaran Şahin Alpay, Milliyet, 30 Nisan 1998; ayrıntılar için ayrıca bkz. Haluk Gerger, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği” Soğuk Savaş’tan Yeni Dünya Düzeni’ne, Belge yayınları, İstanbul, s. 181-191.

(Doğudan Dergisi, Sayı: 1, Eylül-Ekim '07)