10 Aralık 2005 Sayı: 2005/48 (48)

  Kızıl Bayrak'tan
  17 Aralık Ankara eylemi üzerine
  BDSP'nin açıklaması; 17 Aralık'ta Ankara'ya, mücadele alanlarına!
  İnsanca yaşanacak ücret talebi ve sermayenin vergi politikaları
  Şemdinli protestoları sürüyor
Sendikalar Yasası değişiyor; Sendikal örgütlenme önündeki tüm engeller kaldırılsın!
Kadın ve çocuğa yönelik şiddete karşı genelge ve devletin ikiyüzlülüğü
  Kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin çıkmazı ve gerçek çözüm
  "Türk aydınları"ndan Türk milletine bildiri ve ötesi...
  Türk Metal 12. Genel Kurulu; Faşist-ırkçı güruh yeniden yönetimde
  Sigorta hakkının kullanımı, ihlaller ve ihlale karşı mücadele
  İşçi kurultayı hazırlık çalışmaarından
  Eski çöplük mahallesi halkı barınma hakkı için mücadeleyi sürdürüyor
  Ümraniye işçi kurultayı hazırlık komitesi; "Sınıfın devrimci temellerde birliğini hedefliyoruz"
  Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerine/3 İran ve Suriye konusunda Amerikancı politika
  Burjuvazisin ideolojik saldırısı ve sınıf devrimcilerinin görevleri / Haluk Gerger
  İşkence uçakları skandalının üstü örtülemiyor
  Felluce'de işgal ordusuna ağır darbe
  ABD emperyalizmi bir yalan imparatorluğudur
  General Motors iflasın eşiğinde; Fatura yine işçilere kesilecek
  Bu dünyada "siyah" olmak!
  "Üst-kimlik", "alt-kimlik" ve ötesi... /Sosyalist-Şoreşger
  Picasso ve burjuva ikiyüzlülüğü!
  Gençlik mücadelesi ve etkinliklerinden
  Suriye abluka altında
  2006'ya doğru / E. Yıldızoğlu
  19 Aralık katliamını unutmadık, unutturmayacağız!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Bu dünyada “siyah” olmak!

Christoph Colomb Haiti adasına ayak bastığı gün yaşadıklarını söyle dile getirmişti: “Onlara kırmızı başlıklar ve cam boncuklar ve daha bir sürü değersiz ıvır-zıvır verdim, boncukları hemen boyunlarına taktılar; öylesine sevinmişlerdi ki, gözlerimize inanamadık. Her şeyi alıyorlardı ve her şeylerini vermeye hazırdılar... Gözlerimi dört açıp altınları olup olmadığına baktım ve bazılarının burunlarında küçük halkalar gördüm...”

Yerli halk, kendilerine parlak hediyeler sunan tuhaf giysili beyaz tenli konuklarını sevinçle karşıladı. Zengin madenleri, verimli toprakları, el değmemiş doğası ile yeryüzü cennetinde yaşayan bu insanlar, cennetlerini kısa sürede cehenneme çevirecek olan beyaz adamları, başka türlüsüne yabancı olduklarından, dostluk ve güler yüzle karşıladılar. Bundan yüzyıllar sonra bile sürecek olan lanetin boyunlarına asıldığından habersizdiler.

“... Meksika’nın fethi sırasında öldürülenleri, Avrupalılar’ın getirdiği basit bulaşıcı hastalıklarla ölüp gidenler izledi... Salgınlardan sonra savaş sırasında tarım yapılamadığı, ekilen tarlaları sömürgeciler yaktığı için büyük bir açlık baş gösterdi. Ayrıca acımasız çalıştırma ve baskı yöntemleri de başka felaketlerin yaratıcısı oldu. Örneğin Peru’daki gümüş madenlerinde üç aydan fazla yaşayabilen olmamıştır. Bunlara yeni yönetimin yerlilerden aldığı vergiler ve istediği zorunlu hizmetler de eklenince parası kalmayanlar önce köle olarak çocuklarını, sonra da kendilerini sundular, çalışamayacak duruma düşünce de işkence altında ya da hapishanelerde öldüler...” Bu koşullar sadece Meksika’da değil, sömürgecilerin bayraklarını diktikleri her yerde aynıydı. Colomb’un ilk olarak ayak bastığı Haiti adasında 300 bin olan yerli nüfus dört yıl içinde (1494–98) üçte birine indi. 1548’e gelindiğinde ise yerli nüfustan sadece 500 kişi kalmıştı. Kurulan dev plantasyonlarda çalıştırılmak üzere Afrika’dan gemilerle köleler getirilmeye başlandı.

Beyaz adam Avrupa’ya altın, gümüş, ipek ve türlü çeşitli baharat taşıyıp küpünü doldururken arkasında korkunç bir yıkım bırakıyordu. İnsanlık tarihinin Yahudi soykırımından bile karanlık günleri şöyle meşrulaştırılıyordu; “Toprakta bulabildikleri bütün yılanları, kertenkeleleri, örümcekleri ve solucanları yiyorlar; bence dünyadaki bütün hayvanlardan daha aşağılık yaratıklar… Silahsız bir halk için büyük zararlara yol açabilecekleri kesin.” 16. yüzyılın Katolik din adamları yerlilerin bir ruha sahip olup olmadıklarına, “insan” olmadıklarına dair açıklamalar yapıyor, kilisenin köleliğe karşı olmadığını ilan ediyorlardı. 

Sömürgeci efendiler arkalarına dini de aldılar ve toprakları yağmalamakla kalmadılar, insanları da köleleştirdiler. Özgürlüğünü savunanlar katledildiler. Binlercesi zincire vurularak gemilerle “uygar” dünyaya taşındılar ve pazarlandılar. Yurtlarından zorla koparılıp getirildikleri dünyada da onları korkunç günler bekliyordu. 1800 yılına kadar Amerika kıtasında 10-15 milyon Afrikalı köle bulunuyordu. Gemilerdeki insanlık dışı koşullardan, ağır çalışma koşullarından, açlık ve hastalıklardan dolayı ölen köle sayısının ise 50 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.

Colomb’dan Katrina’ya!

Sömürgecilerin siyahlarla ilgili karanlık geçmişleri günümüzün “modern”, “demokratik”, “uygar” ülkelerinde hala hüküm sürüyor. Sömürgecilik döneminde siyahlara dönük olarak uygulanan imha politikası dünyanın doğusunda ya da batısında, kuzeyinde ya da güneyinde farklı biçimler altında hala devam ediyor. Bugün siyah olmak dünyanın gelişmiş kıyılarında da, az gelişmişliğin hüküm sürdüğü coğrafyalarda da hep “kara” bir laneti çağrıştırıyor.

Dünyanın en zengin kaynaklarına sahip ülkelerde halk yığınlar halinde açlıkla yüzyüze. Afrika’da milyonlar açlıktan, çatışmalarda, ya da AIDS’in pençesinde ölüyor. Geçmişin sömürgecileri ise onları ilkellikle ve beceriksizlikle suçluyorlar ve ikiyüzlülükle “Afrika’daki açlara “yardım ellerini” uzatıyorlar. Onlar yardım konserlerinde gülüp eğlenirken, Afrika ölümle pençeleşiyor. Silahın ekmekten kolay bulunduğu Afrika’da çatışmalar ve katliamlar bitmiyor; çünkü eskinin sömürgeci efendileri, bugünün G8 ülkeleri öyle istiyor. Afrika’da milyonlar AIDS’ten ölüyor; çünkü ilaç tekelleri patent hakkını bahane ederek ilaç üretilmesine izin vermiyor. Afrika’da açlık ve yoksulluk bir türlü son bulmuyor; çünkü onlar yüzyıllardır sömürülüyorlar. Korkunç kaderlerinden kaçmak için insan tacirlerinin köhne gemilerinde çoluk-çocuk ölüm yolculuklarına çıkıyorlar. Başarılı olanları, yani Batı’ya ulaşabilenleri ise yine açlık ve yoksulluk bekliyor. En istenmeyen işlerde, en düşük ücretlere çalışıyorlar. Avrupa’nın, Amerika’nın gösterişli şehirlerinin gösterişsiz kenar mahallelerinde yaşıyorlar. O kentlerin ihtişamını, zenginliğini yaratıyorlar ve yarattıkları zenginliğe uzaktan bakıyorlar.

Köleliği çıkardıkları yasalarla yasaklayanlar, azad ettikleri kölelerini bu kez ücret karşılığında fabrikalarına çağırıp onları özgür iradeleriyle köleleştiriyorlar. Bugün emeklerini satarak yaşama mücadelesi verenler, yüzyıllar önce yaşamış olan dedelerinden kendilerine kalan mirasın çilesini dolduruyorlar. Varolan zenginliği onlar yaratıyor. Oysa onlar bu zenginlik tablosunun hiçbir köşesine yakışmıyorlar. Çünkü onlar, tıpkı yüzyıllar önceki sömürgecilerin söylediği gibi; “bütün hayvanlardan daha aşağılık yaratıklar”.  İnsandan sayılmıyorlar. Onlar; fahişe, uyuşturucu satıcısı, yağmacı, serseri, işe yaramaz, ayak takımı. Katrina kasırgasının ardından siyahları “yağmacı”, benzer şekilde görüntülenen beyazları ise “eşyalarını kurtarmaya çalışan mağdurlar” olarak vermekte bir sakınca görmüyorlar. Hayatları tıpkı 17. yüzyıl Amerika’sındaki kölelerin hayatları kadar değersiz. Ve Katrina kasırgasının bize gösterdiği gibi, felaket anında kurtarılacaklar sırasında en sonda bile değiller.

Dünyanın siyahları

Paris’in olaylı banliyölerinden birinde kendisine uzatılan mikrofona konuşan genç çocuk “Biz de insan sayılmak istiyoruz” diyordu. Adam yerine konmak istenen, ama görmezden gelinen, yok sayılan gençler yıllardır maruz kaldıkları ayrımcılıklara karşı biriktirdikleri öfkeyi haftalardır devam eden olaylarla açığa vurdular. Binlerce aracın yakıldığı eylemlerle tepkilerini gösteren gençlerin öfkeleri yaşadıkları ayrımcılığın ve aşağılanmanın ne düzeyde olduğu konusunda iyi bir fikir veriyor.

Fransa bu gençlerin eylemlerini sert önlemlerle karşıladı. Cezayir savaşından bu yana uygulanmayan sıkıyönetim önlemleri uygulamaya konuldu. Olayların bu denli tırmanmasına neden olarak gösterilen içişleri bakanı Sarkozy’nin “işe yaramaz ayak takımı” sözleri, Fransa’nın sömürgeci geçmişini hatırlatıyor. Yasalar ayrımcılığı yasaklıyor, hatta onlara Fransız kimliği de veriyor, ama yasalar da, Fransa kimliği de yaşadıkları ayrımcılığı engellemiyor. Bayrağındaki üç renk; eşitlik, özgürlük ve kardeşliği simgeleyen Fransa bu insanlara düşmanlık ve ayrımcılık dışında bir seçenek sunmuyor. Öfkeleri emeklerini sömüren ama yarattıkları zenginliğin posası gibi kuytu köşelere atılan hayatları için. Oysa tıkıştırıldıkları gettolardan çıkmak isteyen, adam yerine konmak isteyen gençlere Fransa’nın yanıtı ise zor ve baskıdan başka bir şey değil.

Sadece Fransa’da değil dünyanın her köşesinde bu dünyanın siyahları, yani sömürülenler çektikleri acıların, aşağılanmaların ve ayrımcılıkların öfkesini biriktiriyorlar. Yüzyıllardır kanlarını emen sömürgeciler, Fransa’da patlayan öfke seline korkuyla bakıyorlar. Çünkü onlar cennet bir dünyayı savaşlarla, katliamlarla acılara boğulan, tüm zenginliklere rağmen açlığa mahkum edilen, doğası yokedilen bir cehenneme çeviriyorlar. Adam yerine koymadıkları, aşağı gördükleri milyonlar ayağa kalktığında neler olacağını söylüyor Fransa’da yaşananlar onlara.

Bu dünyanın siyahları, -ama sadece teni kahverengi olanlar değil- yüzyıllardır akıtılan kanın ve gözyaşının, talan edilen dünyamızın bedelini ödetecekleri günü bekliyorlar.

Yararlanılan kaynaklar:

* Howard Zinn, Öteki Amerika 1, Aykırı yay. , İstanbul, 2000

* Sibel Özbudun, Kültür Halleri, Ütopya yay., Ankara, 2000