19 Şubat 2005
Sayı: 2005/07 (07)


  Kızıl Bayrak'tan
  ABD Ortadoğu'da yeni fırsatlar yaratma peşinde!
  İMF anlaşmasının kaderi sokakta belirlenecek!
  Amerikancı işbirlikçiler suç ortaklığını
pekiştiriyor
  Sermaye, savaş çetesiyle “eşgüdüm
mekanizması” oluşturacak
  16 Şubat sınıf hareketinde bir ayrışma ve saflaşma döneminin yaşanmakta olduğunu
ortaya koydu
  İstanbul 16 Şubat eylemi
  Çeşitli illerde 16 Şubat EP eylemi
  SEKA’den TEKEL’e, Kocaeli’den Diyarbakır’a  SEKA gibi direnmek
  Devrimci inisiyatif ve irade ile sınıfın birleşik direnişini öreceğiz!
  Haramidere’nin haramisinden hesap
soracağız!
  Ravelli işçileri, işverenin şiddeti ve
ludizm üzerine/Yüksel Akkaya
   8 Mart üzerinden yaşanan ayrışma üzerine
  BDSP tarafından sempozyuma
sunulan tebliğ
  Sempozyum sonuç bildirgesi: Devrimci bir siyasal sınıf hareketi yaratmak için!
  Kampanya ve sempozyum üzerine
  OSB-İMES Derneği’nin
sempozyum tebliği
  Haluk Gerger’le “Kan tadı” üzerine
 Emek Platformu Adana
bölge toplantısı
Emperyalist-siyonist zorbaların kanlı eli
Lübnan’ı yeniden karıştırmaya başladı
 Lübnan, BM ve işgaller!
Fransa’da liseli gençlik ve eğitim emekçileri ayakta!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 

Haluk Gerger'le ‘Kan tadı' üzerine konuştuk...

Kapitalizm ne hep vardı, ne de hep varolacak!

ABD emperyalizminin yükselişi ve saldırganlığının kökenleri

‘Kan Tadı' adlı kitabınızı elimize alıp arka kapaktaki yazıyı okuduğumuzda, ‘dünyanın imparatorluğuna soyunan bir devletin suç tarihiyle karşılaşacağımız' vaadi ile karşılaşıyoruz. Bugün rakipsizmiş gibi duran ve gittikçe saldırganlaşan bir güç ABD. Peki bu güç, bu kan imparatorluğu nasıl oluştu' Amerika nasıl Avrupa'nın yükselen sömürgecileri ile rekabet eder hale geldi' Amerikan İç Savaşı'nın özellikle kapitalist ilk birikim için önemli imkanlar sunduğunu düşünürsek, bu dönem Amerika içte ve dışta nasıl bir tavır sergiledi' Yine önsözünüzde dile getirdiğiniz ‘bugün tanık olduğumuz saldırganlığın kökenleri çok daha eskilerde ve çok daha derinlerde' tezini biraz açar mısınız?
ABD'nin daha baştan pek çok avantajı vardı bu anlamda. Uçsuz bucaksız topraklardan köle emeğine, daha kuruluşunda ‘şanslı' bir ülkeydi ABD. Daha sonra, özellikle ‘bedava toprak kapatma' olanağı ortadan kaldırıldığında, köle gibi çalışmak zorunda kalan çaresiz göçmen emeğini de unutmamak gerek. Tabii yarışa her yeni giren gibi ABD'nin yeni teknolojiye ‘eskimiş' rakiplerine göre hemen geçebilmesi de önemli bir etkendi. Ayrıca, Amerika'ya sömürgelerden gelen sermaye de birikim sorunu açısından bir avantajdı. Avrupa'nın gelişmiş ekonomileri, Amerika'nın pek çok ürettiği şey için hazır ve zengin bir alıcı pazarını da oluşturmaktaydı. Teknolojik gelişmelere, örneğin çırçırın bulunmasına paralel konjonktürel imkanlar da (örneğin pamuk ihtiyacının artması, fiyatlarda göreli yükselmeler) sermaye birikimine önemli katkılarda bulunabiliyordu. Bu dönem ABD'nin hammadde satan, deniz ticareti yapan ve sermaye ithal eden bir dönemiydi.
İç Savaş'tan sonra önemli bir sıçrama gerçekleşti. Demiryollarının da gelişimine koşut olarak büyük tekeller ortaya çıktı, sanayinin dinamikleri kırsal Güneyi de masederek ekonomiye büyük bir ivme kazandırdı. Köle emeği gerçi ortadan kalkmıştı, ama siyahlar yine de neredeyse köle gibi ucuza çalışmaya mecbur bir emek ordusu oluşturmuştu hem Kuzey'de, hem de Güney'de. Zaten önemli ölçüde yoğunlaşmış, merkezileşmiş sermaye yapısı böylece dev tekellerin ortaya çıkmasına yolaçtı. Daha başından özel girişime göre uyarlanmış politik/idari yapı, devlet görülmemiş biçimde bu sermaye birkiminin önünü açtı. Zora dayalı ekonomi dışı birikimden vahşi birikime uzanan bu süreç, dünyanın kapitalist cangılında bu taze güce yeterince kanlı pençeler, dişler ve kurbanlar hazırlamış oldu. ABD artık sanayileşmiş ve sermaye ihraç eden bir ülkeydi ve emperyalist rekabette yerini almıştı.
Bu noktada, Monroe Doktrini'yle birlikte Güney Yarımküresi'nin ABD sermayesi ve onun devletince kapatıldığına işaret etmek gerekir. Bu, Amerikan türü bir sömürgecilikle sonuçlandı ve elbette sözkonusu yağmadan büyük birikim sağlandı.
Yine de, birinci emperyalist kapışmaya giden yolda ABD en önde gelen emperyalist ülke değildi. Avrupalı emperyalistlerin dünyayı talan hırsıyla giriştikleri yıkıcı rekabet ve nihayet büyük savaşlardır ki, onların önemli ölçüde yıkımlarına ve ABD'nin yükselmesine yol açtı. Bu büyük emperyalist paylaşım savaşlarında Avrupalı güçlerin üretici güçlerinde büyük tahribatlar ortaya çıkarken, ABD palazlandı, onların ekonomik çöküntülerine paralel olarak borç veren, yani sermaye ihraç eden bir ülkeye dönüştü. Bu savaşlar her iki seferinde de hem ABD'nin ekonomik bunalımlarına çare oldu, hem de rakip ekonomilerin Amerikan sermayesine, devletlerin de Amerikan devletine ve silahlı gücüne muhtaç hale gelmesine neden oldu. İki dünya savaşında, Avrupa yanıp yıkılır ve yüz milyona yakın insan kaybedip üretici güçlerinin tahribatını yaşarken, ABD topraklarında tek kurşun patlamadı, savaş sanayii ile birlikte ekonomi canlandı, üretim devasa boyutlara ulaştı, yeniden inşaya muhtaç müflis Avrupa'ya mal ve sermaye ihraç edildi. Verilen borçlar her seferinde Amerikan mallarına yatırılarak yeniden geri döndü. İkinci Savaş'tan sonraysa, Avrupa artık ABD'nin neredeyse bir sömürgesi olmuştu bile.
‘Saldırganlığın kökenleri' konusunda şu söylenmeli: Amerikan kapitalizmi, önce Amerika kıtasında soykırımla birlikte büyük bir sömürgecilik türü yayılma gerçekleştirdi; sonra çevresini, giderek Güney Yarımküresini ağır sömürü ve baskı koşullarında kendi imparatorluğuna bağladı; ardından emperyalist savaşlarla rakiplerinin tasfiyesini sağladı, kesin hegemonyasını ilan etti ve kurumsallaştırılmış azgelişmişlikle de mazlum ulusları kendi çıkarlarına eklemleyen bir uluslararası yapı kurdu; Sovyetler'in ortadan kalkmasıyla da bugünkü rakipsiz görünen saldırganlığına ve cihan imparatorluğu sevdasına ulaştı. Bu uzun süreç birbirinden kopuk evreleri değil, aksine, birbirine sıkısıkıya bağlı ve birbirinden beslenen aşamalardan oluşan tek bir süreci kapsamaktadır.
Sömürgen, baskıcı ve yıkıcı güdülerin temelini de öncelikle kapitalizmin iç dinamikleri oluşturur. Sermayenin pazar arayışı ve dünyayı tek bir pazara dönüştürme güdüsüyle talan ve hakimiyet kurma yönelişi emperyalizmden önce de mevcuttu ve ABD'nin de yönünü belirlemekteydi. Emperyalizmle birlikte, yani tekelci kapitalizmin ve finans kapitalin egemenliğiyle bu dürtüler yeni mekanizma, aktör ve dinamiklerle devam etti, bugüne kadar geldi.

Emperyalist ideolojinin işlevi

- Kitabınızın ara başlıklarından birisi ‘Emperyalizm ve ideoloji'. Biz emperyalizm-kapitalizm gibi terimleri iktisadi koşullar ve buna eşlik eden kültürel/sosyal yapılanma için kullanıyoruz. Amerika için ise ideolojik argümanların ‘kapitalizm ve klasik sömürgecilik/emperyalizm' öncesine dayandığını söylüyor ve bu haliyle ‘ABD, ideolojik kökenlerin ortaya çıkış dinamikleri açısından, klasik örneklerden ayrılmaktadır' diyorsunuz. Neyi kastediyorsunuz?
ABD'de gördüğümüz kültürel/ideolojik ‘değerler', yapılar, süreçler, kalıplar da, bir hayat tarzı, meşrulaştırma ve saldırganlık araçları olarak Amerikan kapitalizminin oluşum/gelişim sürecine eşlik ediyor, o struktürün yansımasına tekabül ediyor. ABD'yi ötekilerden ayıran iki temel özellik var bana göre. Birincisi, Amerikan resmi ideolojisinin, sermaye devletinin davranışlarına doğrudan etkileri ve kitlelere mal olmasıyla maddi güce dönüşmesi. Bu, her devirde ve global çapta, kurbanlar da dahil olmak üzere, ideolojik dürtülerin, görülmemiş ölçülerde meşrulaştırma işlevine sahip kılınabilmesi ve dayatılmasında büyük başarı olarak karşımıza çıkıyor. İkinci olarak, bu ideolojik saldırı ABD'yi ‘devrimci', yani dönüştürücü, statükoyu yıkan bir güç olarak yapılandırıyor. Hegemon ülke, doğası gereği, varolan düzenin, yani kendisine işleyen statükonun devamından yana olur ve klasik bir emperyalist ülke, elinde bulundurduğu ülke ya da toplumu, esas olarak, dönüştürmekten ziyade statik bir çerçevede tutarak sömürmek ister. Sömürgeci, sömürgede hayatı durdurur bir anlamda. Oysa, ABD, işgalci ile işgal eden arasındaki kaçınılmaz etkileşimden çok daha öte boyutlarda, etkisi altındakilere tam bir değerler hegemonyasını da uygulayan bir yapı olageldi hep. Yani, ABD, ideolojisini sadece bir meşrulaştırma/uyutma aracı olarak değil, aynı zamanda, bir dönüştürme, yeniden yaratma aracı olarak da kullanageldi. Klasik hegemonya araç ve yöntemlerine kültürel bir hegemonyayı da eklemeye çabaladı hep. Bir başka ifadeyle, ABD, kendi hayat tarzından insanlığı yeniden yaratmaya yönelik bir iç dinamiği içselleştirmiş bir güçtür ve bu da doğrudan ideolojik kökenlere dayalı ideolojik bir işlev olarak ortaya çıkmaktadır. Bu, kapitalizmin ya da sermayenin girdiği yerlerdeki hayat tarzını, sosyal ve ekonomik yapıyı, giderek hayatı dönüştürmesine, yani varolan sosyal formasyonları hoyratça eriterek teslim alma, yok etme güdüsüne benziyor. Önceki emperyalist davranış kalıplarından burada ayrılıyor ABD.

Emperyalizm ve savaş dinamiği

- ABD'nin gelişiminde diğer önemli uğraklar 1. ve 2. emperyalist paylaşım savaşları oluyor. Bir imparatorluğun savaşlara bağlı olarak yükselmesini nasıl değerlendiriyorsunuz' Günümüzde çokça tartışılan bir şeydir, ABD'nin sermaye gücünün asıl olarak silah sanayiinde olduğu. O dönem için de aynı şey söylenebilir mi' Dönemin Pax-Britanica olarak değerlendirilmesini sağlayan İngiltere, nasıl oldu da hegemonya mücadelesinde yerini Pax-Americana'ya, ABD'ye bıraktı?
Tekelci devlet kapitalizminde devletin en önemli ve hatta ayırdedici işlevi, toplumsal olanakları tekelci sermayenin emrine vererek onu palazlandırmak olarak ortaya çıkar. ABD'de de devletin bu işi en kapsamlı biçimde yerine getirdiği alan silah sanayii sektörüdür. Bu alanın en kârlı sektör olduğu, toplumun imkanlarını sunmaya en kolay ikna edildiği, teknolojiyi geliştirmede ve sivil kullanıma aktarmada (elbette sermayenin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda) çok elverişli bulunduğu, istihdam gibi makro, kredi gibi mikro ekonomik alanlarda ekonomiye ve şirketlere büyük olanaklar sağladığı biliniyor. Doğası gereği krizlere (dönemsel bunalımlara) ve özellikle de durgunluğa, kâr oranının düşmesine eğilimli kapitalizmde, savaşlar ile silahlanma harcamalarını arttıran çatışmalara, gerginliklere büyük gereksinim vardır. Bütün bunlar, her iki dünya savaşında da ABD deneyimiyle doğrulanmış, kanıtlanmıştır. Kitapta ayrıntıları var. En güzel örnek de Roosevelt'in Keynesçi ‘New Deal' serüveninde görülür. Sanılır ki, Roosevelt'in reçeteleri ve uygulamaları, 1929 borsa çöküşüyle doruğa ulaşan ‘Büyük Bunalım'dan çıkartılmıştır. Oysa, veriler hiç de bunu doğrulamamaktadır. ABD o zaman yeni bir resesyon dalgasından İkinci Dünya Savaşı ile kurtulabilmiştir ve ardından da savaş sonrası yeniden inşa ile, Soğuk Savaş'ın kurumsallaşmış çatışma ve silahlanma yarışı ile dinamizmini koruyabilmiştir. Sadece belki 1960'ların beyaz eşya ve otomotiv canlanması bir istisnadır ve özellikle de ‘70'lerin ikinci yarısından bu yana kurumsallaşmış bunalımında silah harcamaları Amerikan kapitalizminin can yeleğini oluşturagelmiştir.
Elbette, son çözümlemede, bu harcamaların ve savaşların bir maliyeti vardır ve sistemik bedelleri de sözkonusudur, o ayrı bir konu. İşte İngiltere gibi bir dünya hegemonyasını, ‘üzerinde güneş batmayan imparatorluk'u korumanın bedelini İngiltere'nin, paylaşım mücadelesinin getirdiği savaşların ölümcül maliyetlerini öteki emperyalist devletlerin nasıl ödediklerini biliyoruz. Aynı şey özellikle Vietnam savaşının etkileriyle ABD'nin de başına geldi ‘70'lerde.
- Savaşlara bağlı olarak ekonomisinin büyümesi ABD'ye özgü bir gelişme çizgisi mi' Yoksa kapitalizm yapısal olarak savaşlara gebe bir sistem mi?
Yukarıda da değindiğim gibi, savaşa ve silahlanma harcamalarına bağlı olarak ekonominin gelişmesi ya da bunalımların ötelenmesi kapitalizme özgü. Emperyalizm ise, kendi dinamikleriyle savaşı ve silahlanma harcamalarını kaçınılmaz kılıyor ve itici gücü tekellerle finans kurumlarına büyük kârlar sağlıyor. ABD'nin ayırdedici bir özelliği varsa, o da, bu çarkın en sistematik ve kapsamlı biçimde pratikleşmesidir.

‘Önce Amerikan halkının ödünü patlatmalısın!'

- Amerikan toplumunda soğuk savaş nasıl yaşandı' McCharty dönemi ile birlikte cadı avlarının vs. yaşandığını biliyoruz. Bu dönemde içerde ve dışarda neler yaşandı' Sıkça dile getirildiği gibi, Sovyetler Birliği'nin varlığı ABD saldırganlığını dengeleyici bir güç müydü?
Bu gözüdönmüş anti-komünizmin pek çok kaynağı var, ama öncelikle belirtilmesi gereken iki şey var. Birincisi, bunun 1950'lere özgü bir sapma olmadığıdır. 1920-30'lardeki cadı avları çok da farklı değildir örneğin. İkincisi, ‘50'lerdeki süreç de sadece bir kişiye özgü değildir, aksine, devlet kaynaklıdır, sistamatik ve topyekundur. Senatör McCarthy sadece kaba bir günah keçisi olmaya yatkın davranışlarıyla önplana çıkmış bir şarlatandır.
1950'lere gelirsek, ABD'deki anti-komünizmin iki kaynağı vardır esas olarak. Birincisi, ABD'deki büyük korkudur. Bu korku, ‘Sovyet saldırganlığı'ndan değildir, iki ayrı nedene bağlıdır. Bir tanesi içe yönelik korkudur. İçerdeki ekonomik sorunlardan ve yığınlardaki huzursuzluktan, sosyalizme duyulan ilgiden, 1930'ların deneyimlerinden duyulan korkudur. Kitapta var; 1951 yılında Sovyetler Birliği'nin Sibirya gibi geri kalmış bölgelerindeki sanayi atılımı dolayısıyla sadece vasıflı insanlara (mühendis, teknisyen, tekniker, ustabaşı gibi) açık olan 6 bin iş için New York'ta 100 bin Amerikalı'nın başvuruda bulunması az gösterge değildir. Herhalde vasıfsız işçiler de aranıyor olsaydı, başvuru sayısının milyonu bulması şaşırtıcı olmazdı. Bu işin ekonomik yönü. Bir de elbette moral tarafı var. O dönemde sosyalizmin ABD'de de büyük saygınlığı sözkonusuydu ve bu elbette egemenlerde korku yaratıyordu. Hele Amerikan işçi sınıfının militan gelenekleri düşünüldüğünde bu korkunun boyutları da daha iyi anlaşılabilir.
ABD, ayrıca, Avrupa halklarının kendi özgür iradelerine bırakıldığında sosyalizme yöneleceklerini çok iyi biliyordu. İkinci Savaş'tan sonra Avrupa'nın doğusunda ve batısında, Çekoslovakya, Fransa, Macaristan, İtalya, Polonya, Hollanda, Bulgaristan, Belçika ve daha pek çok ülkede komünist partileri koalisyon ortakları olarak iktidardaydılar. Kızılordu ise kurtarıcı bir güç olarak Avrupa'nın ortasında, Berlin'deydi.
O dönemde mazlum halklar da ayaktaydılar. Çin'de sosyalizme yürüyüş başlamışken sömürgeciliğin tasfiyesi ve ulusal kurtuluşcu bağımsız devletlerin ortaya çıkma süreci gündemdeydi. Bu devrim de Amerikalı egemenleri dehşetli ürkütmekteydi.
Bu tür korkuların yanısıra, ABD önce kapitalizmin Avrupa'daki, en azından ordusunun işgali altındaki Batı Avrupa ülkelerindeki restorasyonunu sağlamayı, ardından da Sovyetler'i kuşatarak yeni gücünü dünyaya dayatmayı, sömürü ve yağmadan payını almayı hesaplıyordu. Gözüdönmüş anti-komünizm ve anti-Sovyetizm bu bakımdan da iyi bir saldırı bahanesi olarak kullanılıyordu. Soğuk savaş hazırlıkları ve buna bağlı yeni silahlanma harcamalarının Amerikan halkına ve Kongre'ye pazarlanması için bu bahaneye ihtiyaç vardı. Ünlü bir senatörün Truman'a bu konuda verdiği öğüt şuydu: ‘Önce Amerikan halkının ödünü patlatmalısın!'
Soğuk savaş yıllarında birçok oluşuma tanık oldu dünya (NATO, SEATO...). Soğuk savaşın varlığının ve demokrasinin tehlikede olduğunun bahane edildiği bu oluşumların varlığı hala devam ediyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz' Bu oluşumların varlığını halihazırda bir tehlike olmasa da, halkların patlak verecek ayaklanmalarını her an bastırmaya hazır güçler olarak değerlendirebilir miyiz'
Hiç kuşku yok böyledir. Bu kurumlar zamanında Sovyetler Birliği'ni ve Ortadoğu'dan Uzakasya'ya olan stratejik bölgeyi kuşatmak için kurulmuşlardı, yani ikili işlevleri vardı. Birincisi, Sovyetler'i kuşatarak sosyalist devrimi, büyük Asya'yı kuşatarak da bağımsızlıkçı ulusal devrimleri yıkmak. Aynı hedef elbette bugün de devam ediyor. Zaten bu nedenledir ki, bu militer yapılanmalar varlıklarını sürdürüyorlar. Bunlar halkların düşmanı güçlerin kılıcı olarak hazır bekletiliyorlar. Bu gerçek teröristlerin sadece bahaneleri değişti, artık sözde ‘terör tehdidi'nden sözederek insanları korkutuyorlar ve bütün demokratik toplumsal muhalefetle bağımsızlıkçı güçleri ‘terörist' olarak nitelendiriyorlar.

Lenin'in emperyalizm teorisinin doğrulanması...

‘‘80'lere insanlık, gözü dönmüş bir Amerikan militarizmiyle, nükleer savaşta yokoluş riskiyle, emeğe ve yoksul uluslara karşı ekonomik liberalizmle politik gericiliğin uğursuz ittifakının saldırısıyla girecekti' diyorsunuz. Ve ‘90'lı yılların küreselleşme kavramına tanıklık ettiğini ifade ediyorsunuz. Nedir küreselleşme' Dünya siyasetinde yeni bir evreyi mi işaret ediyor, yoksa sadece halkların zihninde kirlenmiş olan emperyalizm/kapitalizm gibi terimlerin yerine mi kullanılıyor'
Küreselleşme en fazla emperyalizmin bir yeni evresi, ya da olgunlaşmış bir hali olarak tanımlanabilir. Elbette emperyalizmin yerine konulacak bir kavram olarak asla tanımlanamaz. Elbette bazı yenilikleri ifade etmesi açısından yararlı olarak kullanılabilir. Bugün tarihte ilk kez üretim-dağıtım-kâr transferi sürecinin tamamı bunu gerçekleştiren şirketlerin mensup oldukları politik sınırların dışında, küresel bir boyutta gerçekleştiriliyor. Bu önemli bir özellik, kapitalist üretim süreçlerinde ve sermayenin hareketi ve uluslararasılaşmasında. Ayrıca, Lenin'in sözünü ettiği ‘kupon kesme' ile ifade edilen rantiyeciliğin, finans kapitalizminin sıçrayışı ve devasa küresel spekülasyon, küreselleşme denilen yapının emperyalist gelişmenin organik, fakat bir üst düzeydeki görünümü olduğunu gösteriyor. Bugün devasa bir sermaye fazlası; emeğin sömürülmesi dolayımıyla insan ihtiyaçları için mal ve hizmet üretiminden bütünüyle kopuk biçimde, spekülasyon yolu ile paradan, imajdan ve sanal aktivitelerden yine devasa servetler kazanıyor, dünyayı talan ediyor. Bunun karşılığı olarak da, yeryüzünde yaşayan herkese aş, iş, barınak, insani sağlık ve eğitim hizmetlerinin verilmesi mümkünken, milyarlarca insan akıl almaz yoksulluk, yoksunluk ve sefalet koşullarında yaşamaya mecbur bırakılıyor, çok az sayıdaki ellerde de tarihin görmediği zenginlikler yoğunlaşıyor.
Bütün bunlar, Marx'ın sermaye analizi ve Lenin'in emperyalizm teorisi ile öngörülmüş, söylenmiş, işleyiş yasaları ortaya çıkarılmış gerçekler elbette. Bu anlamda yeni değil, ama hayatın değişimine uygun biçimde sermayenin uluslararası işleyişinde ‘yeni ‘bir aşamaya da tekabül ediyor. Aslolan, küreselleşme ya da yeni dünya düzeninden söz ederken emperyalizmden ve kapitalist hegemonya süreçlerinden bahsettiğimiz gerçeğini unutmamak.

ABD Irak'ta askeri, politik ve moral bakımdan yenilmiştir

-Bugün ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik planları tartışılıyor. Karşısında Sovyetler gibi bir rakip de kalmayınca dilediği herşeyi yapabilen ABD'nin gözünü diktiği ilk yer Ortadoğu ve tabii ki Irak oldu. Aslında son 30-35 yıllık tablosu incelendiğinde, ufak tefek dalgalanmalar olsa bile, ABD ekonomisinin gerileme ve bunalım içerisinde olduğunu görüyoruz. Ortadoğu projesi onun içine girdiği durgunluğun sonu olur mu?
Ortadoğu, kısaca söylemek gerekirse, ABD açısından hem ekonomik, hem politik, hem de stratejik önemde bir bölge. Ortadoğu petrolüne Amerikan ekonomisinin gereksinimleri; pazarının ve petro-dolarlarının spekülatif küreselleşme süreçlerine eklemlenmesinin önemi; oradaki hakimiyetin emperyalistler arasındaki rekabetteki avantajları; halkların yeni sömürgeci yönelişlere muhalefetinin ezilmesinin ve emperyalist değerler hegemonyasının tesisinin önemi; Siyonist devletin, İsrail'in çıkarlarının derinleştirilerek korunmasının stratejik anlamı açılarından Ortadoğu'nun bastırılması ve bölgenin tam denetim altına alınması elbette hayati bir stratejik planın parçası. Ne var ki, hesaplar her zaman tutmuyor. Irak direnişi başta olmak üzere, bölgede ve dünyanın dörtbir yanında ortaya çıkan aktif karşı duruş, askeri, ekonomik, politik ve moral açılardan ABD hesaplarının ve beklentilerinin tam tersi sonuçlar doğurdu. Vietnam batağı gibi, Irak batağı da artık bunalımdan çıkışın bir reçetesi değil, aksine, yeni bunalımların tetikçisi, başlangıcı olmakta. Doların devalüasyonu, ABD'de faizlerin artması ve enflasyon, Vietnam batağındaki Amerikan ekonomisinin halim görüntüsünü oluşturmaktaydı. Bugün de ayda 60 milyar dolara ulaşan cari açık, 500 milyar doları bulmuş bütçe açığı ve doların durumu, yeni ekonomik bunalımların habercisidir. Bunu, zaten başlamış bulunan politik ve sosyal yeni krizlerin takip edeceğini göreceğiz. Bir işgalci, kendi çıkışının imkanlarını berhava ederek bir ülkeyi işgal etmiş duruma düşerse işte batak budur ve tam da ABD'nin Irak'taki halini anlatmaktadır. ABD Irak'ta askeri, politik ve moral bakımdan yenilmiştir. Gerisi artık gelecektir. Bu durum, insan iradesinin, insanın ve halkların adalet ve özgürlük taleplerinin, örgütlü direnişin; teknolojiden, kâr dürtüsünden, silahlardan ve para ile zalimin gücünden çok daha kuvvetli olduğunun hayattaki binlerce kanıtından bir tanesidir, görmek isteyen gözler, anlamak, kavramak isteyen akıllar için.

Kapitalist barbarlıktan kurtuluş için sosyalist devrim!

-Dünyada yaşanan her türlü hak gaspının, gözyaşının, kanın ve vahşetin ardında bir şekilde ABD bulunuyor. Bu tabii ki dünya halklarının da tepkisini çekiyor. ABD'ye öfke dolan halklara alternatif olarak ya Japonya'nın güçlenmesi, ya AB'nin genişlemesi, ya da Şanghay Beşlisi sunuluyor yönetici sınıflar tarafından. Gerçekten bunlar ABD'nin dizginlenemeyen saldırganlığının önüne geçebilir mi' Şu ana dek ‘kan imparatorluğu'nun nasıl kurulduğunu konuştuk. Peki nasıl yokedilir ABD'nin bu hegemonyası' Bu noktada yine sizin kitabınızın önsözünde bulunan bir cümleyi alıntılamamıza izin verirseniz, ‘burjuva miliyetçiliğiyle değil, antikapitalist sosyalist yurtseverlikle emperyalizme gerçekten karşı çıkılabilir, bu da aynı zamanda Türkiye kapitalizmine, düzene bütünlüklü, topyekûn devrimci bir karşı çıkıştır elbette' diyorsunuz. ABD'nin saldırganlığından, Irak'ta veya dünyanın herhangi bir yerinde dökülen kanlardan ve gözyaşından şikayetçi insanlara; işçilere, emekçilere neyi gösterirsiniz kurtuluş olarak?
Sorunların kökeninde Bush, ABD ya da hatta emperyalizm yatmıyor. Sorunların temel kaynağı kapitalizmdir. İnsanın insanı sömürmesinin ve dolayısıyla da yıkıcı manevi, fiziki, politik, hukuki, ekonomik baskı altında tutmasının adı olan bu insana düşman ve yabancı sistemin ortadan kalkmasından başka gerçekçi, kalıcı bir insani kurtuluş sözkonusu olamaz. Unutmamamız gereken şey, kapitalizmin sadece 600 yaşında olduğudur. Ne hep vardı, ne de hep varolacak. Bir geçici serüvendir insanlığın yaşamında. Kapitalizmi ortadan kaldırabilecek tek güç işçi sınıfıdır. Bu bir yorum değil, nesnel bilimsel bir tespittir. Yol da, sosyalist devrimden geçer, sınıfsız topluma, özgürlükler dünyasına, insanlaşmaya uzanır gider. Her ‘antikapitalist' reçete değil sözünü ettiğim, daha doğrusu, kapitalizmin yıpranmışlığından kaynaklanan her sözde ‘antikapitalist' şarlatanlık değil, sosyalizm benim vurgulamak istediğim. Aslında, sosyalizmin insan belleği ve vicdanındaki saygınlıktan kaynaklanan her sözde ‘sosyalizm' şarlatanlığı da değil vurgulamak istediğim. Ben, devrimci sosyalizmden, gerçek marksist-leninist manadaki sosyalizmden sözediyorum elbette.

--------------------------------------------------------------------------------

Kan Tadı'na Önsöz'den...

Anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist mücadeleden ayrılamaz!

(...)
Amerika Birleşik Devletleri'nin, bu kitapta olduğu gibi, tarihiyle, nesnel dinamikleri ve toplumsal yönleriyle, ya da, en azından, onların bu kitaptaki ele alış biçimiyle, kavranmasının, bizim için, yani Türkiye'de yaşayan insanlar açısından elbette başka bir anlamı da var. Bu, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bir başka ifadeyle, Amerika'yı anlamak, aynı zamanda, Türkiye'deki toplumsal sorunlarla da yakından bağlantılı. Kitap yazılırken, kuşkusuz, işin bu boyutu da aklımdaydı hep.
Türkiye, ABD'nin ‘stratejik müttefik'i. Bu ilişkiyi kuranlar, sürdürenler ve ondan yararlananlar böyle ifade ediyorlar. Bunun gerçeğin üzerini örten, ilişkilerin gerçek karakterinin niteliğini saklayan fiyakalı bir kavram olarak uydurulduğu ortada. Dünya'da ve Türkiye'de, bu iki ülke arasındaki ilişkiyi farklı sözcük ve kavramlarla tanımlayanlar da var elbette. ABD'de de, ‘stratejik müttefik' lafının ciddiye alındığı söylenemez. Yine de, ilişkinin niteliğini daha iyi ifade eden bir sözcük-kavram bulmaktansa, bir gerçeği saptamak daha önemli şimdi.
Herşeyden önce, Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye açısından, dışsal bir dinamiği ifade etmiyor; aksine, her anlamda, hayatın bütün boyut ve alanlarında, içsel bir unsur olarak varoluyor. Bir başka ifadeyle, ABD, Türkiye Düzeni'nin içkin, yerleşik, organik bir yaşamsal öğesidir.
Öte yandan, iki birim arasındaki bir ilişki olarak ele alındığında, bir hiyeraraşik etkileşim sözkonusudur kurulmuş yapıda.
Bu açıdan bakıldığında, Amerikan emperyalizmi, dışımızdaki bir olgu değil, içimizdeki bir süreçtir, yapıdır, kurumlar ve kişilikler bütündür. Türkiye kapitalizminin ta kendisidir. İsterseniz, dışımızdaki bir saldırganlık değil, içimizdeki bir işgalcidir de diyebiliriz. Ne var ki, onu salt bir işgalci olarak görmek, içsel mekanizmalarla organik bütünlüğünü gözden kaçırmak yanıltıcı olabilir. Amerikan emperyalizmi, hükmünü, bütün boyutlarıyla Türkiye kapitalizmi aracılığıyla, onunla bütünleşmiş bir biçimde icra ediyor. İşbirlikçileri ne kadar dışsalsa, ABD de o kadar dışsaldır, ya da ABD ne kadar içselse işbirlikçileri de o kadar içseldir.
Türkiye ABD ilişkilerinin bir boyutuna daha değinmek gerekiyor. O da, ülkedeki ABD varlığıyla halkın ilişkisidir, karşılıklı etkileşimidir, daha doğrusu bunların halka yansımasıdır. Uzun bir analiz yapmadan sonuç olarak bu konuda denebilir ki, uzun bir süre içinde, çok yönlü ekonomik, politik, ideolojik, kültürel mekanizmalarla dayatılmış bu ilişki, halk açısından artık kendi dinamiklerine kavuşmuştur, yani sürdürülebilir bir nitelik kazanmıştır. İlişkinin sorunları, arkaplanındaki nesnel çelişkilere, öznel uyumsuzluklara, için için varlığını sürdüren rahatsızlıklara karşın, ancak kriz dönemlerinde geçici tepkilerle su yüzüne çıkıyor ve düzenin güçlerince nispeten kolaylıkla kontrol altında tutulabiliyor. Herkesin kendine göre bir nedeni olabiliyor ama sonuçta halk, bu ilişkinin vurguladığımız anlamıyla ve biçimiyle sürmesine pasif ortaklık ediyor. Varolan ilişki yapısından beklentilerin tükenmemiş olması kadar, o ilişki kalıbındaki değişikliklerden duyulan korku da bunda rol oynuyor.
Bu böyle, çünkü insanlar ABD ile düzen arasındaki organik bağların ayırdındalar.
Dolayısıyla, bir gerçek apaçık ortaya çıkıyor: ABD, bu düzen, bu düzen içimizdeki ABD'dir.
Buradan bir başka gerçeğe de ulaşmak mümkün: Kapitalizmle emperyalizm arasındaki bağ, ikisine birlikte bağlılığı kaçınılmaz kılıyor, ya da, aynı anlama gelmek üzere, birinden kurtulmak, ikisine karşı birlikte mücadele etmeyi gerektiriyor. Kapitalizm çerçevesinde, hele de onun en temel kurumlarına dayanarak Amerikan emperyalizmine karşı çıkmak, olsa olsa, bir aldatmacadır.
Burjuva milliyetçiliğiyle değil, antikapitalist sosyalist yurtseverlikle emperyalizme gerçekten karşı çıkılabilir; bu da aynı zamanda Türkiye kapitalizmine, düzene bütünlüklü, topyekun, devrimci bir karşı çıkıştır elbette.
Demek ki, ilişkilerde sözünü ettiğimiz organik bütünlük, karşıtında da, yani bu ilişkiye karşı mücadelenin yapısında da mevcuttur.
Bütün bunlar, bu kitabın yazılış amacını da ortaya koyuyor aslında.
(...)

Haluk Gerger, Kan Tadı, Ceylan Yay., s. 5-8
(Başlık tarafımızdan konulmuştur -Kızıl Bayrak)