5 Haziran'04
Sayı: 2004/22 (14)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalizmi işçi sınıfının örgütlü mücadelesi altedecek!
  İnsanca yaşamaya yeterli ücret!
  Asalaklar 303 milyon asgari ücreti dahi çok buluyorlar...
  Emperyalistlerle açık-gizli tüm antlaşmalar iptal edilsin!
  Devrimci bir DİSK yaratmak için öncü işçiler görev başına!
  Personel rejimi yasası saldırısı gündemde...
  İNSERT işçileri direndi ve kazandı...
  NATO karşıtı faaliyetlerden...
  NATO karşıtı faaliyetlerden...
  Soruşturmalar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz!
  NATO Zirvesi karşıtı kampanyanın sorunları
  Parti ve yeni dönem
  İşkence Ebu Garib zindanıyla sınırlı değil
  "Yönetim devri" emperyalist işgali meşrulaştırmaya yetmeyecek
  Yeniden "savaş" mı?
  ABD, Irak ve Kürtler...
  Çiğli İşçi Kurultayı gerçekleşti...
  Bültenlerden...
  Ekim Gençliği'nden...
  İşkence ve katliamlara sessiz kalmayalım!
  Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmed Arif...
  Demokrasi aldatmacası, F tipleri, işkence ve intihar...
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Yeniden “savaş” mı?

İmralı Partisi içindeki gelişmeleri izleyenlerin önemli birçoğunluğu şaşkınlığını gizlemiyor. Özellikle hala şu veya bu düzeyde bu partinin içinde ve çevresinde yeralanların durumu böyledir. Ancak İmralı süreciyle birlikte bu cephede meydana gelen gelişmeleri devrimci bir sorumluluk ve anlayışla izleyenler için bu gelişmelerin sürpriz hiçbir yanı yok.

İmralı Partisi Kongra-Gel yönetenleri yaptıkları açıklamalarla 1998 Eylül’ünden bu yana sürdürdükleri tek yanlı ateşkese 1 Haziran 2004 tarihinden itibaren son vereceklerini, bundan böyle ancak çift taraflı ateşkesin sözkonusu olabileceğini, operasyonların devam etmesi durumunda misilleme haklarını kullanacaklarını duyurmuşlardır.

Genel ölçülere vurulduğunda bunun bir “savaş ilanı” olduğu söylenebilir. Ama gerçeklik öyle mi?

İmralı ihanetinden bu yana sayıları yüzlerle ifade edilen gerilla yaşamını yitirdi. Devlet her fırsatta gerilla gruplarına karşı imha amaçlı operasyonlar gerçekleştirdi. Buna karşılık hep “barış” vaazları verildi, gerillanın ve halkın savaşma, mücadele etme bilinci budandı, ruhu ve kararlılığı yokedildi. Herşeyden önce “düşman” kavramı ortadan kaldırıldı. Dahası geliştirilen “teorilerle” gerilla anlamsızlaştırıldı, dağa mahkum eli silahlı adamlar-kadınlar derekesine indirgendi. Devlet, Kemalizm, ordu çok iyi davranıyordu kendisine, bütün kötülüklerin kaynağı savaş rantçılarıydı, dün MHP, bugün ise AKP idi. Çağımız demokratik uygarlık çağıydı, iktidar hedefli mücadeleler ve devrim zamanını doldurmuştu, demokratik ve barışçıl mücadele biçimleri esastı ve bununla da demokratik reformlar hedeflenmeliydi.

Kısacası devrime, bağımsızlık ve özgürlük ideallerine, silahlara yıllar önce veda edilmişti. Devletle ve düzenle bütünleşmek için olmadık çaba gösteriliyordu. Ama devlet ve onun ardındaki emperyalist güçler kendilerine pişmanlık yasasını bile çok görüyor, onları ve varlıklarını kendi içi ve dış politikaları için bir alet olarak kullanıyordu.

İmralı Partisi 7. Kongre’de silahlara nihai olarak veda kararını almış, bunu “strateji değişikliği” olarak tanımlamıştı. Silahların yerine “yasal demokratik mücadele yöntemi”ni temel stratejik araç olarak benimsemişlerdi. Ancak bu kararlarının hayata geçmesi için devlet tarafından kabul edilmeleri, başka bir deyişle “yasallaştırılmaları” gerekiyordu. Pişmanlık yasasına da razıydılar, ama devlet bunu da çok görüyordu. (Bu konuda bugüne dek sayısız kez yazdık, belgelerini ortaya koyduk, o nedenle fazla ayrıntıya girmeyi pek anlamlı bulmuyoruz). “Dağdakiler” ideolojik, politik ve stratejik, ruhsal olarak silahsızlandırılmalarına rağmen hala ellerinde silahlar vardı. Ellerdeki bu silahların politik ve stratejik bir değeri kalmamıştı. Gerilla eli silahlı adam ve kadınlara dönüştürülmüştü. “Önderlikleri” onları “sivil yaşama” kabu ettirmek için olmadık kılıklara giriyordu, ama devlet bunu kabul etmediği gibi, tersine öyle kalmasını istiyordu. İç ve dış politikaları için onların bu şekildeki varlığını gerekli görüyordu.

“Dağdakiler” iki nedenle dağa mahkum edilmişlerdi. Biri, kimse onları yasal olarak kabul etmiyordu, bu nedenle gidecek bir yerleri yoktu. İkincisi, Öcalan sisteminin ve varlığının sürdürülmesi için eli silahlı adamlara ve kadınlara ihtiyaç vardı. Burada hedef devlet değil, Kürt halkı ve geleceğidir. Kürt toplumu üzerindeki Öcalan iktidarının sürmesi böyle bir silahlı varlığa bağlıydı. Yoksa bunun dışında, yazılı belgelerinde açıkça dile getirdikleri gibi, hiçbir anlamı bırakılmamıştı.

Dolayısıyla “Yeniden ‘savaş’ mı” sorusunun kendisi bile gerçekliği anlatmaktan çok bir yanılsama ve aldatmacaya hizmet etmektedir. Ama bu konudaki kafa karışıklıklarını ve yanılsamaları bir yönüyle aydınlatmak için bu başlığı seçmek durumunda kaldık. Bu soruya verilecek karşılık, Türk siyasal literatürde sık sık tekrarlanan bir deyimle, “Haydi canım sende!”den başkası olmamalıdır. Konuyu biraz daha açmaya çalışalım.

Hatırlanırsa, geçen yıl da benzer açıklamaları olmuştu. 1 Eylül’e kadar devletin önerilen “Yol haritasına uymaması durumunda” tek yanlı ateşkese son vereceklerini duyurmuşlardı. 1 Eylül geldiğinde altı aylık bir geçiş dönemini öngördüklerini, bunun Aralık ayına kadar süreceğini, ondan sonra devletin adım atmaması durumunda tek yanlı ateşkes kararını pratik olarak da yürürlükten kaldıracaklarını açıklamışlardı. Aslında istedikleri o günlerde çıkarılan Pişmanlık Yasası’ndan yararlanmaktı. Artık hiçbir anlamı, blöf değeri bile kalmamış blöflerinin anlamı buydu.

O dönemde KADEK feshedildi, yerine Kongra-Gel kuruldu ve bu doğrultuda günlerce, aylarca yapılan açıklamalar da unutturulmaya başlandı. Bir daha da kimse, “Ne oldu Yol Haritası’na?”, “Ne oldu tek yanlı ateşkes kararını bozma tutumunuza?” diye sormadı. Kuşkusuz bu bir politika yapma tarzıdır, halkı uyutmaya, aldatmaya, kısa vadeli sözlerle yanıltmaya dayalı bir politika yöntemidir. Bir kez daha aynı yöntem devrededir.

Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra şu andaki tutumlarına biraz daha yakından bakalım.

Açık ki İmralı Partisi bu yıl kendi içinde büyük bir kriz yaşıyor, çözülme, dağılma ve çürüme süreci dönülmez noktalara doğru gidiyor. Osman Öcalan’ın başını çektiği ekip Kongra-Gel’in kuruluş sürecinde ağırlık kazanınca, “Tutucu Kanat” olarak tanımlanan ekip harekete geçti ve hemen hemen bütün alanlarda iktidar iplerini eline geçirdi. Bu, bir bakıma Kongra-Gel’e yüklenen misyonun kesintiye uğratılması tehlikesi anlamına geliyordu. Daha da önemlisi İmralı Partisi’nin parçalanması, Öcalan sisteminin zayıflaması ve kısa süre içinde etkisizleşmesi devletin işine gelmiyordu. İmralı sürecinin başından beri devletin istediği, Öcalan iktidar sisteminin korunması ve tasfiye sürecinin herhangi bir bölünme, parçalanma olmadan bütünlüklü olarak mantıki onucuna götürülmesiydi. Öcalan iktidar sisteminin etkisizleşmesi demek, İmralı eksenli Genelkurmay politikalarının işlemez hale gelmesi anlamına geliyordu. Bu, aynı zamanda, devrimci bir seçeneğin gelişme olanaklarının gelişmesi demekti. Bütün bunların devlet için ne kadar tehlikeli olduğunu, İmralı ile birlikte kazanılan üstünlüklerin yitirilmesi demek olduğunu biliyorlardı ve bundan dolayı zaman yitirmeden İmralı’da gereki müdahale yapıldı.

Yapılan müdahalenin en yumuşak yorumla Genelkurmay’ın bilgisi ve onayı dahilinde olduğu kesindir. Düşünün, devlet, Öcalan’a partisini Bekaa’da yönettiği gibi yönetmesine izin veriyor.

Neden?

En sıradan bir bilince ve düşünme yeteneğine sahip herkes bu sorunun yanıtını vermekte zorlanmaz. Ama beyni uyuşturulmuş “bizim” anlı şanlı kadrolarımız bu basit gerçeği anlamamakta ayak diretiyorlar. Aslında onlar da neyin ne olduğunu biliyorlar, ama kendinden çıktıkları için bilinen tapınmayı gerekli görüyorlar.

Öcalan, örgüt içi krize müdahale etti, Osman Öcalan’ı yeniden örgüte çağırdı ve diğer kanadı da soruşturma sürecine alarak tasfiye sürecini başlattı. Kendisini iktidar sanan, ama bunun çok geçmeden bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını anlayan kadrolar, şimdi kendilerine çizilen kaderlerine boyun eğmekten başka bir şeyi düşünemez durumundadırlar. Bir kez daha Öcalan, onları aşağıladı, geriye kalan itibar kırıntılarını silip süpürdü, durumlarını “komploda komplo” olarak değerlendirdi ve kendisine ihanet edenlere bir kurşun verilerek intihar etmelerini isteyecek kadar kendinden geçti. Bütün bunları da “demokrasi, özgürlük, barış” adına yapıyordu. Ondan daha büyük demokrat yoktu, öyle büyük demokrattı ki kendisinden farklı bir ıslığın çalınmasını bile komplo ve ihaet olarak değerlendirecek ve buna yaşam hakkı tanımayacak kadar büyük bir demokrattı! O kadar barışseverdi ki bugüne kadar bir karıncayı bile incitmemişti ve bunları dile getirdiği anda “Dilek yasası” denilen kendini öldürme fermanını dillendirmekten zevk alacak kadar büyük bir barışseverdi. Kendisini ve konumunu tartışmak mı, bundan daha büyük ihanet olmazdı, bu, onun büyük demokrasi kitabında ve aşkında yazılmazdı. Onun demokrai anlayışı kayıtsız koşulsuz biat ve itaat etmekti. Bunun dışındakiler “Dilek yasası”nı gerektirirdi.

Bu korkunç despotizmin bu dönemde estirilmesi, örgütün, kadroların ve örgüt dışındakilerin bu tarzda korkutularak sindirilmesi boşuna değildir. TC özel savaş rejimi, Kürt halkı ve Kongra-Gel üzerinde Öcalan despotizminin ve bunun yarattığı siyasal ve psikolojik ortamın sürmesini istiyor. Tasfiyenin tam ve kesin bir biçimde başarılı yol alması için en sıradan bir direniş belirtisinin bile bir daha kıpırdamayacak kadar ezilmesi gerekiyor. Aşağılama ve şiddet, Öcalan sisteminin iki temel ayağıdır. Aşağılanan ve kişiliği beş paralık edilen bir insanın bir daha direnme gücü ve cesareti olmaz. Bu bilindiği için Öcalan İmralı’dan tam bir terör ve sindirme, tüm ipleri sıkı bir biçimde ellinde toplama operasyonunu pervasızca yürütmüştür. Bu, çözülme ve dağılmayı önleme, tüm direnme potansiyelleini tasfiye etme, daha bağımsız tartışma zeminlerini ortadan kaldırma ve İmralı tasfiyeciliğini güçlendirme, itirazsız tek karar ve uygulatma merkezi haline getirme operasyonundan başka bir şey değildir.

Bu operasyonun devletten, Genelkurmay’dan bağımsız olduğu, en azından onun bilgisi ve onayı dışında olduğu düşünülebilir mi? Kesinlikle hayır! Dayatılanın Genelkurmay operasyonu olduğundan kuşku duymamak gerekir! Kuşku duyanlar şu soruyu kendilerine sorsunlar ve yanıtını da kendileri versinler: Devlet, neden soluk alış verişini dahi kontrol altında tuttuğu Öcalan’a partisini yönetme, rapor alma, talimat gönderme iznini veriyor? Hem de aynı örgüte dışarıda göz açtırmazken, her tarafta askeri operasyonlar düzenleyip insanları öldürürken!..

Aslında bu operasyonun kendisi daha geniş bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Burada kısaca dokunmakla yetindik. Bir yanda “içe” dönük bir tasfiye hareketi başarıyla yürütülürken, başka bir cephede de operasyonlar düzenleniyor. Bu operasyonlar tam bir imha hareketi biçiminde devam ediyor. Bu iki operasyon, aslında aynı merkezli genel bir stratejinin birbirini tamamlayan iki unsuru niteliğindedir. Bu yılın başından bu yana askeri operasyonlar aralıksız devam etmiştir. Güney Kürdistan’da Kongra-Gel varlığına karşı ortak operasyonlar gerçekleştirmek için ABD ile sürekli bir görüşme trafiği yaşanmıştır. Öte yandan Genelkurmay AKP iktidarını yıpratmak için açık tavır almaktan, açıklamalar yapmaktan kaçınmamıştır. AKP ise ABD’den aldığı destekle, yine AB ile uyum yasaları bağlamında Genelkurmay’ın iktidar içindeki yasal konumnu sınırlandırmaya çalışmıştır. AKP ile Genelkurmay arasındaki çelişki YÖK Yasası nedeniyle iyice tırmanmıştır.

Bu gelişmelerin Öcalan’ın iç operasyonu ile Genelkurmay’ın aralıksız sürdürdüğü askeri operasyonlarla ve İmralı Partisi’nin tek yanlı ateşkes kararını ortadan kaldırma tutumuyla ne ilgisi var?

Kısaca yanıtlamaya çalışalım:

Bir: Türk Genelkurmay’ı içte AKP karşısında üstünlüğünü yeniden kurmak istiyor, iktidar üzerindeki konumunu yeniden güçlendirmek istiyor. Yine bu bağlamda AKP’yi siyasal ve psikolojik olarak yıpratmak ve giderek teslim almak istiyor. Bunun için kullanabileceği en iyi malzeme, “sınırlı savaş”tan başka bir şey değildir. O nedenle ideolojik, politik, stratejik ve moral açıdan silahsızlandırılmış, her türlü imhaya açık hale getirilmiş “gerilla” karşısında sınırlı savaşı sürdürmek, Genelkurmay için çocuk oyuncağı gibi bir şeydir. Şimdiki “gerilla”, artık eski gerilla değildir, tırnak içinde “gerilla”dır. Bu sınırlı savaşla eski gerilladan da intikam alınacak, daha da yıpratılacak, imha edilecek ve orta vadede belli ölçülerde de olsa hala süren gerilla “romantizmi” yokedilecektir Bu da özel savaş rejimi için az kazanç değildir.

İkincisi: TC, Güney’de “savaşan gerilla”ya ihtiyaç duymaktadır. Bunu, hem oradaki askeri varlığı ve askeri faaliyetleri açısından, hem de Güney’deki siyasal gelişmeleri etkileme şansını artırmak açısından gerekli görüyor. ABD ile pazarlıklarında da bu durumu kullanmak istediği bilinen bir olgudur.

Dolayısıyla aylardır sürdürülen operasyonların ve buna karşı son açıklanan tek yanlı ateşkes kararını ortadan kaldırma ve bir bakıma savaş ilan etme tutumunun anlamı ve ardındaki gerçekler de açığa çıkmış oluyor.

Yeniden başlıktaki soruya dönecek olursak: “Yeniden ‘savaş’ mı? Ya da İmralı Partisi tarafından yapılan açıklamayı yeniden bir savaş ilanı olarak mı okumak gerekir?

Kuşkusuz savaş ciddi bir şeydir ve belli bir politik programa, politik ve askeri stratejiye dayanır! Savaş belli bir düşünsel ve ruhsal donanıma dayanır. Peki, İmralı’da dayatılan Genelkurmay patentli tezlerde devrimci savaşla ilgili teorik, politik, stratejik ve moral bir kırıntı bulmak mümkün mü? Söylenenler ve yıllardır tekrarlananlar, teorik olarak devrimci savaşı mahkum eden, onun düşünsel ve ruhsal alt yapısını tasfiye eden söz yığını değilse nedir?

Evet, savaş kararı aldınız, bundan sonra savaşacaksınız. İçinizden biri çıkıp sormaz mı? “Heval, biz niçin savaşıyoruz, hangi amaçlar ve hedefler için?”, “Özgür yurttaş hareketi için mi? Peki o nedir? Af edilmek, topluma kazandırılmak için mi?”, “Meşru savunma nedir, bizim meşru savunmamızla, herhangi bir eşkıyanın meşru savunması arasında ne fark var?” Soruları uzatmak mümkün ama bu kadarı bile gerçekleri kavramak açısından yeterlidir! İmralı Partisi içinde bu soruların bir yanıtı yoktur!

Kısacası her açıdan silahsızlandırılan, gerilla olmaktan çıkarılarak Öcalan’a ve onun devlete verdiği hizmet sözüne mahkum edilen eli silahlı erkek ve kadınlar, imha ve tasfiye politikalarına kurban ediliyor. Bu da halkımıza meşru savunma zırvalarıyla yansıtılmaya ve meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Kürdistan ve ulusal kurutuluş, toplumsal kurtuluş için savaş meşrudur, ulusal kurutuluş programına bağlanmış bir savaş meşru ve devrimcidir. Ama hiçbir ulusal ve toplumsal talebe, programa bağlı olmayan, askeri ve psikolojik açıdan donanımsız her savaş, hatta sıradan bir eylem ise cinayettir! Bu cinayetler dizisi, sayısız oyun için oynanıyorsa tanımı güç bir ihanettir!

Kürt halkı, hala İmralı Partisi’nin etkisinde olan halk, genç ve eski gerillalar bu gerçekleri görmeli, bu cinayete ortak olmamalı, dahası boşa çıkarmanın çabası içinde olmalıdır!

“Her iki düşman ordularının” aynı ve tek karargahtan yönetildiği bir savaşa dünya tarihi tanık olmuş mudur?

Öyleyse artık tam bir traji-komik oyuna dönüşen bu açık ihanet ve tasfiye hareketine seyirci kalmak, ona ortak olmak gelmiş geçmiş suçların en büyüğü değilse nedir?

Yapılması gereken, kendine, değerlerine ve geleceğine karşı sorumlu duruşun gereği bu traji-komik oyuna karşı net, kesin ve ciddi tavır almaktır; bu tavrı da devrimci bir seçenekle birleştirmektir. Bunun dışında söylenecek her sözün içi boş bir laf yığınından başka bir anlamı olmayacaktır!

Mayıs 2004
Sosyalîstên Şoreşgerên Kurdistan
(Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)