24 Kasım '01
Sayı: 36


  Kızıl Bayrak'tan
  Reformizm ve siyasal mücadele
  Asıl hedef işçi-emekçi hareketidir!
  Emperyalizmin askeri ve kölesi olmayacağız!
  Ekonomik yıkımın sosyal faturası ağırlaşıyor
  9 Kasım eyleminin gösterdikleri
  Aymasan: Geleceğe dersler bırakan bir direniş deneyimi
  Yoldaşlarının kaleminden Tülay Korkmaz... Her zaman direngen: Yaşamda, işkencede, hapiste
  Zorla müdahale üzerine... Bedenle savaş olmaz
  İşçi sınıfı ve emekçilerden çalınacak, sermayeye ve emperyalistlere aktarılacak!
  Afganistan'da pay kapma mücadelesi yoğunlaşıyor
  Kuzey İttifakı'nın kirli ve katliamcı sicili
  Emperyalist savaş karşıtı eylemlerinden haberler...
  Hegemonya savaşında Türkiye'nin yeri ve beklentileri...
  Mücadele deneyimi, mücadele çağrısı...
   Esenyurt İşçi Bülteni'nden...
   Mücadele tarihinden...
   ABD tehlikeli sularda yüzüyor
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Sınıf bilinçli bir işçiden sınıf kardeşlerine...

Mücadele deneyimi, mücadele çağrısı...

Çocukken hep büyümeyi isteriz, büyüdükten sonra ise hep çocuk kalmayı yeğleriz. Evet insan hep çocuk olmayı ve çocuk yaşta kalmayı ister. Çünkü çocuk olursan, ne yaşanan katliamların, ne sömürüldüğünün farkında olursun.
Biz işçiler geçmişin çocuklarıyız, ama patron çocuklarından bir farkımız

vardı. Bizler işçi-emekçi çocuklarıydık. Yıllar geçti büyüdük ya da büyüdüğümüzü sandık. Birçoğumuz 10-12 yaşlarında çalışma hayatına atıldık. Önceleri çeşitli işkollarında çırak olarak sermayenin ucuz emeği olduk, sömürüldük.

Ben de bu çocuklardan birisiyim. Benim çocukluğum yarı çoban, yarı çırak olarak geçti. Sonunda metal işçisi oldum. İlk günlerde cazip gelirdi işçilik, arkadaşlarıma yaptığım işleri anlatırdım. Yani bir nevi yaptığım işle gurur duyardım. Gözüm kapalı gider gelirdim işime, unuttuğum bir şeylerin farkına varıncaya dek. Tam altı yıl geçmişti, altı yıl sonra öğrendim sömürüldüğümü, kıt kanaat geçindiğimi. Farklı bilirdim patronumu. Ekmeğini yediğim insan bana iş veriyor, ben de onun sayesinde ekmek yiyorum, çoluğuma çocuğuma bakıyorum, çok şükür derdim.

***

Yanıldığımı anladığımda altı yıl geçmişti aradan. Altı yıl boyunca beni doyuran patronun verdiği üç kuruş maaş değildi aslında, sefalet ve açlığımın sabrıydı. Zamanı geldi sabır bitti. O an açtım kapalı gözlerimi, bana ekmek verenin patron değil kendi ellerim olduğunu gördüm. Ellerim çalışıyor onun makinasında. Her an tehlike altında, kah presinde, kah torna başında benim ellerim ve benim gibi yüzlerce işçinin elleri. Ya çalışma şartları? Benim vücudum üşüyor, kavruluyor, o ise konforlu odasında döner koltuk üzerinde purosunu içiyor, viskisini yudumluyor.

Artık arkadaşlarla işin cazipliğinden değil yaşadığımız sorunlardan bahsetmeye başladık. Birçoğumuzun ilk işyeri olduğundan sosyal haklardan habersizdik. Yani sendika nedir bilmezdik. Bir gün bir bildiri geçti elime, okudum. Üzerinde işçi hakları ile ilgili bir şeyler yazıyordu, bir de örgütlü, yani sendikalı işçi olmaktan bahsediyordu. Bunları işyerinde arkadaşlara anlattım ve bildiriyi çıkarıp başka bir işçi arkadaşa verdim. O yarı sesli halde okudu, sonra da beni kenara çekerek, “aman ha, bunları böyle açıkta gezdirme, senin konumun iyi, sonra işten atarlar seni” dedi. Bir yandan yarım yamalak konuşmalarla ezildiğimizi söylüyor, sonra unutup gidiyorduk. Bu böyle birkaç ay sürdü.

‘96 Ocak ayı geldiğinde, patron keyfi ücret artışını yapmıştı. İşçiler ise buna tepkiliydi. Ücret artışını az bulmuşlardı doğallığında. Her yıl olduğu gibi bu da böyle gider diye düşündüm. Akşam paydosta yine servis yanında işçi arkadaşlarla konuşurken, bildiri aklıma geldi. Arkadaşlara sendikaya gidelim dedim. O gün cumaydı, ertesi günü bazı arkadaşlarla cumartesi mesaisine gittik. Öğlen paydosunda birkaç işçi bir araya gelerek zammın değerlendirmesini yaptık. O anda bana sert çıkışan işçi arkadaş, “Arkadaşlar, iş çıkışında öbür bölümleri de alalım, bir kahvede toplanalım” dedi.

O gün iş çıkışında yaklaşık 50 işçi ile fabrikaya yakın bir kahvede toplantı yaparak sendikaya gitmeye karar verdik. Aramızdan üç kişinin sendikaya gitmesini ve bilgi almasını istedik. Arabası olan bir arkadaş ve diğer üç arkadaş, yaklaşık bir saat sonra sendikadan bir sorumlu ile kahveye geldiler. Sendikacı bize nasıl üye olacağımızı anlattı, biz de koşulsuz kabul ettik. Fakat 50 işçinin üye olması yeterli değildi, en az 70-80 işçiyi üye yapmamız gerekliydi. O gün toplantıda herkese ikişer-üçer üye kayıt formu vererek, herkesin yakınındaki arkadaşını üye yapması gerektiği, en geç ertesi gün sendikaya giderek formların teslim edilmesi gerektiği üzerine konuştuk. Nitekim öyle de oldu. Biz 70-80 işçiyi hedeflemişken, neredeyse fabrikada çalışan işçilerin tümüne yakınını üye yapmıştık. 125 işçi üye kayıt formunudoldurmuş ve gerekenleri yapmışlardı.

Pazartesi günü işbaşı zili çalar çalmaz fabrikada müdür toplantı yapmak için bütün işçileri biraraya topladı. Biz şaşkınlık içinde beklemeye başladık. Halbuki yetki gelinceye dek patronun ve müdürün haberi olmaması lazımdı. Oysa müdür o günden haberdar edilmişti. 6 yıldır bir ya da iki defa yüzünü gördüğümüz patron ve müdür çıkageldiler. Önce müdür konuşmaya başladı: “Arkadaşlar duydum ki sendikaya üye olmuşsunuz. Hayırlı olsun. Tabii ki bu sizin Anayasal hakkınızdır. Ama bu bir tespittir, kimler üye olduysa oldu, olmayanlar şöyle ayrılsın” dedi.

Personel ve birkaç usta ayrıldılar, geri kalan işçiler ise (yaklaşık 150 işçi) yerinde kaldılar. O an müdürün sözleri değişmeye başladı. “Kimsenin kimseden korkmaya hakkı yok, söz veriyorum kimseyi işten çıkarmayacağım” demesi de fayda etmedi, baktı kimse ayrılmıyor tekrar yumuşamaya başladı. “Keşke bana gelseydiniz. Zamlarınızın az olduğunu biliyorum, ama ne yapalım, ülkenin durumu malum” gibi laflar ederek toplantıyı bitirdi.

Günler geçtikçe patron yeni yeni oyunlar oynamaya başladı. Önce taşeron firma kurarak işçi arkadaşları ana firmadan taşerona geçirmeyi düşündü, ama arkadaşlar bu aldatmacaya inanmadılar. Fakat bu firmaya dışardan işçi almaya başladı. Biz de boş durmuyor, her akşam ya sendikada ya da semtte bir kahvehanede toplanıp tartışıyor ve örgütlü hareket etmenin önemini vurguluyorduk. En azından birlikte hareket edersek bizi işten atamayacağını biliyorduk.

Aradan bir hafta geçmişti ki, aramızdan bir arkadaş (bana önceden bildiri yüzünden sert çıkan işçi) işten çıkarıldı. Durumu hemen sendikaya haber verdik ve o akşam sendikaya üye olan tüm arkadaşlarla toplantı yapmayı kararlaştırdık. O akşam sendikada işçi arkadaşlar ve sendikacılarla birlikte, arkadaşımız işe geri alınıncaya kadar mesaiye kalmama, iş yavaşlatma kararı aldık. Bu eylemi kesintisiz uygulamaya başladık. Aradan iki gün geçmeden müdür iş çıkışı yeniden toplantı yaptı. Altı yıldır hiç toplantı yapmayan müdür, henüz iki hafta dolmadan iki toplantı yapıyordu. Bunun nedeni ortadaydı. İşçilerin birlikte hareket ettiğini görünce korkmuştu. Bu sefer söze sert başladı. “Arkadaşlar patron bir kişi, sizse 150 kişisiniz. Patronun çocuğu bile yok. Gerekirse kapıya kilit vurur gider. Ya siz ne yaparsınız işsiz kalırsanız? Evinize nasıl ekmek götürürsünüz?” O anda arkadaşlardan biri “zaten götüremiyoruz” diyerek sözünü kesti. Sonra müdür tekrar, “Bu bizim suçumuz değil, hükümetin suçunu bize yıkıyorsunuz. Bu sizin yaptığınız yediği ekmeği çiğnemektir”, diyerek o klasik lafları söyledikten sonra, siz bilirsiniz dedi ve toplantıyı bitirdi.

Aradan üç ay geçtikten sonra bakanlıktan yetki geldi. Patronların bizleri sömürdüğü yasal süreç başlamış oldu. Patron yetkiye itiraz etti ve mahkeme süreci başladı. Bu arada sendika ve patron arasında iyiniyet sözleşmesi başlatıldı, tabii ki bizim mesai eylemimizin de etkisiyle. Ülkemizde mahkemelerin ne denli hantal çalıştığını hepimiz biliyoruz. Mahkeme uzadıkça uzuyor. Biz de buna son vermenin yollarını arıyoruz.

Bir gün yine iş çıkışı sendikada toplanarak komite oluşturup, sürekli bir araya gelmek yerine işleri bu komitenin yapmasını kararlaştırdık. Sonra komite ile sendika başkanı toplantı yaparak, iş yavaşlatma, fazla mesailere kalmama, yemek yememe gibi eylem takvimi hazırladı. Önce fazla mesaiye kalmama, arkasından iş yavaşlatma eylemi yaptık. Eylem kısa sürede etkisini gösterdi ve patron bu sefer sendikadan, talepler üzerine görüşmek için randevu istemek zorunda kaldı. Bizse kararlı bir şekilde eylemimizi sürdürüyorduk ve sözleşme bitene kadar sürecekti, ki iki arkadaşın daha işten atıldığını öğrendik. O gün yemek boykotunu başlattık. Ve bütün işçi arkadaşları bundan haberdar ettik. Patron yeniden toplantı yaparak bu sefer kendisi direk konuşmaya başladı. “Arkadaşlar sözleşme bitmek üzere. Sizin bu yaptığınız yasal değil. Hepinizi işten atarsam hiçbir hak talep edemezsiniz” gibi bir yığın tehtidkar sözler söylemeye başlayınca, komitenin sözcüsü olarak ben söze girdim. “Bizim haklı olduğumuzu baştan müdür söylemişti. Sonra bu bizim anayasal hakkımız. Sendikaya üye olmak yasa dışı değil ki. Siz arkadaşlarımızı işten çıkartıyorsunuz”, dedim. Patron; arkadaşlarınızı işten atmamın sebebi sendikaya üye olmaları değil, onlar işyerinin kurallarına karşı geldiler şeklinde cevap verdi. Bu kez başka bir arkadaş söze girdi; biz de işyeri kararına karşı geliyoruz, ya hepimizi de işten çıkarırsınız, ya da arkadaşlarımızı geri işe alırsınız, dedi. Bunun üzerine patron, “derdinizi sendikaya anlatın o zaman” diyerek toplantıyı bitirdi.

Aradan tam beş ay geçmişti. Kışın soğuğundan kurtulmuştuk.‘96 1 Mayıs’ına fabrikadan 50 kişiyle katılmıştık. Bu bizim ilk 1 Mayıs’a gidişimizdi. 100 bin işçi-emekçi arasında artık biz de vardık, birlikte taleplerimizi haykırıyorduk. Örgütlü mücadelenin ne denli önemli olduğunu öğrenmiştik. Artık patron bizden korkuyordu, biz patrondan değil. Onun içindir ki, ‘96 1 Mayıs’ını provoke ederek sınıf hareketini kırmak, sömürü çarklarını büyütmek istemişler ve başarmışlardı. Kolluk kuvvetlerini işçi-emekçilerin üzerine saldırtarak bizleri “terörist” ilan etmişler ve içimizden üç kişiyi katletmişlerdi.

Mayıs boyunca bir yandan iyiniyet sözleşmesi sürüyordu, bir yandan da bizim eylemlerimiz. Yaklaşık bir buçuk ay boyunca fabrikada yemek yemiyor, yemek gelinceye dek de yemekhaneden çıkmıyorduk. 30 Mayıs ‘96 günü fabrika önüne gittiğimizde, kapı önünde 26 işçinin işten çıkarıldığına dair liste gördük. Aralarında ben de vardım. Bu sebepsiz değildi; çünkü ben ve listedeki diğer 25 kişi, komiteyi oluşturan arkadaşlardık. Durumu servislerden inen arkadaşlara anlattık. Fabrika içine girilecek, fakat şalterler inecekti. Nitekim öyle de oldu.

İçeri giren arkadaşlar şalterleri indirdiler, bizse fabrika önünde beklemeye başladık. Aradan on dakika geçmeden müdür geldi, hırsla içeri girerek bağırmaya başladı. “Ne hakkınız var üretimi durdurmaya!” İşçi arkadaşlardan birisi, “Sizin ne hakkınız var arkadaşların ekmeğiyle oynamaya” dedi. Başka bir işçi arkadaş; “Hani baştan söylemiştiniz patronun kapıya kilidi vuracağını? Bu fabrikayı biz bu hale getirdik. Daha 10 yıl önce ufacık bir atölyeydi, şimdiyse 5 kıtaya mal satan bir firma haline geldi. Patron yalnız mı yaptı bütün bunları? Hayır! O zaman ya arkadaşları içeri alırsınız ya da bu kapıya kilidi biz vururuz.”

Bunun üzerine müdür bir şey söylemeden sinirli sinirli odasına çıktı ve aradan bir saat geçtikten sonra sendikadan avukat ve şube başkanı geldiler. Bize ne oldu diye sorduklarında olanları anlattık. Onlar da direk müdürün odasına çıktılar. Aradan 5 dakika geçtikten sonra işten çıkanlardan birisi gelsin dediler. Arkadaşlar beni seçtiler. Müdürün odasına çıktığımda, o eski müdür gitmiş yerine kuzu gibi bir adam gelmişti. Hemen bana yer göstererek otur diyen o az önce bağırıp çağıran müdür müydü diye kendi kendime tereddüt ettim. “Hayır oturmam, aşağıda arkadaşlar ayakta dururken ben oturmam” diye yanıtlayınca, güya espiriyle karışık, bu işçileri anlamak mümkün değil arkadaş, ne dostlukları ne de düşmanlıkları belli oluyor, daha düne kadar birbirlerini yerlerdi, şimdiyse biri ayakta diye öbürü de ayakta bekliyor, dedi. Ben, “Bunu size borçluyuz, siz olmasaydınız bizler bu dostluğu kuramazdık, ama bizler bütün insanlığa dostuz” deyince, müdür suratıma sert bir bakış fırlattı ve otur canım sen de diye tekrarladı.

Araya sendikacının girmesiyle bu karşılıklı söz düellosu kendiliğinden bitti. Sendikacı müdüre dönerek, sizin yaptığınız yasal değil, bu arkadaşların hepsinin komiteden olduğu açıkça ortada, bunları bu şekilde çıkaramazsın dedi. Müdür; bu benim kararım değil, bana bıraksalar kimseye dokunmam, ama patron kesinlikle bu arkadaşları istemiyor diyerek suçu üstünden atmaya çalıştı. Tam o sırada içeriye fabrikanın avukatı girdi. Ve girer girmez; ne oluyor, sizin bu yaptığınız işgaldir, işi nasıl durdurursunuz, bu kadar insanın ekmeğiyle oynamaya kimsenin hakkı yok, diye bağırıp çağırmaya başladı. Sonra fabrika içindeki arkadaşlardan bir sözcü istendi müdürün odasına. Gelen arkadaş da benim yanımda durdu. Müdür ona da espiri yapar şekilde, arkadaşın protesto edip oturmuyor, istersen sen otur dedi. İşçi arkadaş ban dönerek, sen otur, senin bacağın ağrır, ben alışığım tek ayakla ayakta durmaya, sen boşver dedi. Sonra sendikanın avukatı söz aldı. Bu işe bir çözüm yolu bulmalıyız dedi.

Sözleşme metni çıkarıldı. Maddelerin birçoğu üzerine zaten anlaşılmış, sadece ücret ve ikramiye konusunda anlaşılmamıştı. Sonra içerden iki arkadaş daha çağrıldı. Konu üzerine tartışma başlamadan ben çıkıyorum dedim, ve bu sözleşmenin bu şekilde (yani bizlerin tekrar işe alınmadığı koşullarda) kabul edilmeyeceğini beyan ederek, dışarı çıktım. Bunun üzerine müdür ve sendikacı şalter başında bekleyen işçilerin yanına inmişler, işçileri türlü yalanlarla kandırıp sözleşmeyi imzalamaları için oylama yapmışlar. Sonuçta sözleşme kabul gördü.

Sonuçta, zorlu altı aylık mücadele, biraz buruk da olsa, kazanımla sonuçlanmıştı. Fabrikaya sendika girmişti. Girmişti diyorum, çünkü 2 yıl sonra, hem patronun oyunu ve bu oyuna gelen temsilci ve sendikal bürokrasisinin hantal yapısı nedeniyle, yetki alınamadı ve sendika iki yıllık sözleşme bittikten 6 ay sonra feshedildi. Ama anılarımıza bir mücadele olarak kazındı. Birlikte mücadele etmenin ve dostu düşmanı tanımanın anlamlı bir örneğiydi. Kapalı gözler açıldı, sömürü çarkının bir dişlisi kırılmış oldu.

***

Haklılığımız, onurunu korumak ve evimize bir parça ekmek götürmek için birlik-beraberliğe olan ihtiyacımız ortadadır. Yasa koyanların kendi yasalarına uymadıkları da açıkça ortadadır. Birçok fabrikada sendikasızlaştırma devam etmektedir. Eğer haklarımızı korumaz, sınıf sendikacılığını geliştirmezsek, kazanılmış sendikal haklarımız da kalmayacak, bir bir yok edilecektir.

Bugün bu olup bitenlerin nedenlerini anlamamak mümkün değil. Afgan halkına bomba yağdıran emperyalist güçlerin amaçlarının ne olduğunu çocuklar bile anlıyor artık. Ulucanlar’da katledilen devrimcilerin niçin katledildiğini herkesin anlaması lazım. 19 Aralık’ta “hayata dönüş operasyonu” adı altında Ölüm Orucu’ndaki devrimci tutsaklara saldırarak katledilmelerinin nedenleri ile aynıdır çünkü.

Çürümeye yüz tutan ve kokuşan kapitalist sistem insanlığa hiçbir şey sunamıyor, alternatif olanları ise katletme yolunu seçiyor. Zindanlardaki devrimcileri F tipi hücrelere atarak aslında biz işçi ve emekçilerin hayatını hücreleştiriyorlar. Devrimciler ise hücrelere girmemek için ölümüne direniyorlar. Ya biz işçi ve emekçiler, geleceğimizin hücreleştirildiğinin farkında bile değiliz.

Belki bir kısmımız yüksek maaş alabiliriz, ama her an işten atılma korkusu işkence değil de nedir? Asgari ücrete tabi milyonlarca işçi hücre hayatı yaşamıyor mu? Kamuda çalışanlar için bugün devletin ekonomik tedbirler alma bahanesiyle 100 bin işçiyi işten çıkarma söylentileri işkence değil de nedir? Kimin çıkacağı ortada olmadan bütün kamu işçisine hücre tipi hayat yaratılmıyor mu? 11 Eylül saldırısıyla çöken emperyalist ulaşım şirketleri çareyi işçi kıyımında bulmuyorlar mı? Ve mazlum Afgan halkının üzerine tonlarca bomba dökme nedeni Usame bin Ladin mi, yoksa bir paylaşım savaşı mı? Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, şimdi de işçi-emekçi çocuklarını Afgan çukuruna gömmek için Amerika’nın komutası altında asker göndermeye çalışıyorlar.

Evet işte biz, bütün bunlara dur demek ve onların sömürü çarkını kırmak için, tüm fabrikalarda hem kendi haklarımız, hem de dünyada sömürülen halkların hakları için birliktelik sağlamalıyız.

Ya barbar kapitalizm altında ezilip yok olmak, ya sosyalizm!

Esenyurt’tan bir metal işçisi



Bülent Durgaç ve Nail Çavuş’un anısına...

İki yaşam militanı, iki ölüm fedaisi

Bekir Balyemez
(ÖO 6. Ekip Direşçisi)

Seneca, “Yaşamak savaşmaktır!” der. Şehitlerimiz henüz yaşarken bile ölen, yürüyen meta, ya da ‘kokuşmuş ceset’ yaratan bir düzene karşı, gerçek yaşamın ne anlama geldiğini ve nasıl örselenebileceğini öyle güzel göstermişlerdir ki. Tarihsel özne olmanın onurunu, öyle anlamlı taçlandırmışlardır ki.

Hele moda olduğu üzere, sivil toplumculuğun, Avrupa/AB solculuğunun körüklendiği bir siyasal iklimde ve “devrimci kahramanlık çağının bittiği” palavraları ortalığı sarmalamışken! Gerçekte kimdir biten, kimdir direnişte dirilen? İşte şehitlerimizin her biri bu soruya verilen tokat gibi bir yanıt.

Gerek ‘96 ÖO, gerek Ulucanlar, gerek 19 Aralık, gerekse 2000 ÖO şehitleri sözkonusu olduğunda, içimde tarifsiz bir sızlama hissederim. Derin halk ve insan sevgisinin, bağlılığın yanısıra, yoğun paylaşımların ve etkileşimlerin olduğu yoldaşlar, siperdaşlar, dostlar, daha bir farklı sarsıyor insanı. Taptaze anıları insanın gözünün önünden gitmiyor. Bülent Durgaç ve Nail Çavuş’un güneşe yolculuğunu işittiğimde de, böylesine sarsıldığım, anların çok ender olduğunu farkettim. Ve tüm dostlarla bunu paylaşmam gerektiğine inandım. Gerçi Nail’e de söz vermiştim, yazacaktım! Altından kalkılamazsa bunun borcu, insanın ruhunu kamburlaştıracak cinstendir.

Her ikisi de devrimci kültürleriyle ve üzerimdeki etkileriyle “yoldaş” olarak içimde duyumsadığım dostlarımdı. Bu boyutuyla iki yoldaşı anlatmanın, diğer şehitlere haksızlık olacağını düşünmüyorum, tersine, onları da temsil edeceğine inanıyorum.

Bülent ve Nail, ‘93 yılından beri, Malatya Cezaevi’nden kadim dostlarım. Her ikisi de Akdeniz faaliyetinden gelen doğallıklarıyla, samimiyetleriyle, tutukevinde hemen farkedilen ve bir daha zor unutulabilecek yoldaşlar. Bülent’i Bursa’da ‘96 ÖO sonrası (gaziydi) gördüğümde, daha bir arınmış, saflaşmış, ......... Köroğlu’nun devrimcileşmiş haliyle karşılaştığımı anladım özcesi. Emekçi, direnişçi özellikleriyle sivrilen, özlü ilişkiler geliştiren bir siperdaştı. Sadelik ve açık sözlülük, samimiyet ve çalışkanlık, devrime ve sosyalizme bağlılıkla birleşince, ortaya ‘yeni insan’ denen bir karakter çıkmıştı. Çocuksu gülüşü, mütevaziliği, ‘96 anıları, söylediği gibi yaşaması sayesinde, onu tanımanın en büyük şans olduğunu, bir kez daha farkettim. Gazi direnişinden çok etkilenmişti, oradaki barikat savaşını anlatırdı. Ve Küçükarmutlu’da barikat başında şehit düştüğünü duyduğumda, onun bu devrimci tutarlılığını, bir kez daha gıpta ile andım. ...

İki yoldaşla da tekil anılarımı anlatarak yazıtımı kesmek değil niyetim. Ama kalem bu, yazdıkça dökülüyor. Ben 6. ekipte başlayacağım gece, Nail’le gökten yıldız tutuşumuzu nasıl unutabilirim. Ya da Bülent’in (o haliyle) barikatlardaki girişkenliğini, çay ikramlarını, çalışkanlığını. Hesapsızca koşarak hasmının üzerine yürüyen devrimci cüretini. Nail’in top oynama ‘eylemini’ unutabilir miyim? Düşünsel, yaşamsal üretkenliği, öğretici yaklaşımı, ‘villaları’ fabrikaya çevirişi. (...)

Günlük yaşamdaki en küçük faaliyetten, siyasal faaliyetteki küçük notlaşmalara kadar nasıl bir şeyler öğrenmek ve öğretmek idiyse, tüm yaklaşımının özü, şehitliğinde de o oranda öğretici oldun. Özelliklerin saymakla bitmez; şu kadar net ki, özellikle genç devrimcilerden seninle tanışmayan varsa, çok ama çok şey yitirmişler demektir. (...)

Siperdaşlarına güven, moral, destek ve özen gösteren bitmez tükenmez bir devrimci enerjinin, saygılılığın ve saygınlığın, soylu örnekleriydi iki devrimci de. Elbette tüm bunlar tarihsel ve toplumsal bir birikimden güç alıyor. (...)

Bülent ve Nail, bir kez daha gösterdiler ki, en değerlilerimiz, en yiğitlerimiz yine hep en önde yürüyor. (...)

Yolu yok, budanan ağaç gürleşir, devirmeyen darbe güçlendirir. Bu tohumlar bu topraklarda yeşerecek. Er ya da geç, burçlarda dalgalanan bayraklar olacaklar. Ne ki, devrimcilikte büyüyemeyenler de kendi kabuğunda küçülecek.

Bir tutam canımız, bir damla kanımız kalana dek yaşatacağız anılarını....

Tekirdağ hücreleri