Ekim Gencligi ARSIVKIZIL BAYRAK
 
Şubat '02
Kamu Emekçileri Özel Sayısı: 03 (51)
 İçindekiler
  Ekim Gençliği'nden...
  Her düzeyde parasız eğitim!
  İşte kapitalizmin adaleti!
  Kemal Gürüz'ün paralı eğitim yasasına ilişkin söyledikleri...
  Sermaye için "YÖK demokrasisi"!
  Kampanya çalışması, sorunlar ve sorumluluklar....
  Kampanyaya ilişkin gözlem ve düşünceler
  Yüzü gençliğe dönük ciddi bir çalışma...
  Üniversite-sermaye işbirliği üzerine
  Kürtçe eğitim kampanyası üzerine
  Soruşturma kurulları dağıtılsın!
  Çöken eğitim sistemine çeki düzen verme adı altında saldırılar
  Yaşayan şiir...
  Öğrenci hareketi içinde MGK solculuğu
  Ölümün kıyısında gezinen diriler ya da Oblomovluk...
  Öğretmen sürgününe öğrenci protestosu.
  Okur mektupları



 
 
İşçi sınıfının ve komünizmin büyük devrimci şairi
Nazım Hikmet 100. doğum yılı anısına...

Yaşayan şiir...

H. Çınar

“Bu, bir salı akşamı vukua geldi. Belediye bahçesinde kalabalık dondurma yiyip gazoz içerek, ajans haberlerini dinliyordu.” Çaycının 13 yaşındaki genç çırağı Mehmet “küçük, bizim çaylar ne oldu?” diye seslenen “büyüklere” çay dağıtmakla ve boşları toplamakla meşguldü. Yorgunluk akıyordu gözlerinden fakat çalışmalıydı, daha fazla çalışmalıydı. Aklından annesi geçti. Aslında aklından hiç çıkmıyordu ki. Onun tedavi masraflarını çay ocağından aldığı parayla asla karşılayamayacağını biliyordu. Biliyordu ya ne yapsındı? Annesini ölüme mi terk etsindi? Çaresizliğine ve çayların soğukluğundan şikayet eden müşterilere lanet okudu.

Okulu bu yıl bırakmıştı. Nedeni annesinin durumunun iyice ağırlaşması ve çalışamaz hale gelmesiydi. Annesi eskiden evlere temizliğe gider, Mehmet’in okul masraflarını karşılardı. Ama şimdi yataktan bile kalkamıyordu. Mehmet bazen annesinin ölmesini ister, sonra da pişman olur, böyle düşündüğü için allahın kendisini cezalandıracağından korkardı.

Arka masalardan birinde oturan bir adamın parayı ödemeden kalktığını gördü Mehmet. Hızla -ve de hınçla- koştu arkasından fakat yetişemedi. Adam bir anda gözden kayboldu. Çaresiz geri geldi. Patron çok sinirlenecek, canına okuyacaktı. Adamın kalktığı masaya yaklaşınca masanın üzerinde paralar olduğunu gördü; adam içtiği çayın parasını bırakmıştı. Bir de kağıt iliştirilmişti paraların arasına. Bir şiire benziyordu bu:

“Benim oğlan
benim yaşıma bastığı zaman,
ben bu dünyada olmıyacağım,
ama harikulâde bir beşik olacak dünya,
siyah,
beyaz,
sarı
bütün çocukları
sallıyan
mavi atlas döşekli bir beşik.”

Şaşırmıştı. Ne güzel diyordu şiir. “Acaba” diye geçirdi içinden. “Laf bunlar” dedi sonra. Annem, dedi; patron, dedi; çaylar soğudu, dedi... Şiiri gömleğinin cebine koydu, işine koyuldu. Tepsisindeki son çayı köşedeki güzel yüzlü kadına verdi. Kadın ona gülümsedi, o utandı. Ne güzel bir kadın diye geçirdi içinden.

20 yaşlarındaydı genç kadın. Ne sevimli bir çocuk diye geçirdi içinden. Çayından bir yudum aldı. Masanın üzerinde bir mektup vardı. Kadının tereddütlü elleri gitmedi önce mektuba, ama sonunda dayanamayarak aldı. Gözlerine hüzün çöktü bir anda.

“Saçları altın
dudakları nar
koyu kehribar
gözlü sevgilim!
Çıkacağımdan
emin değilim.”
Titreyen ellerinde bir beyaz güvercin gibiydi, beyaz mektup kağıdı. Hızlıca okuyordu yazılanları; kimi vakit gülerek, kimi vakit hüzünlenerek.
“Sen ki güzelsin
cesursun
iyi ve akıllısın;
artık kayboldu ‘dün’,
geri dönmez bir daha.
Ve ey kalbimin sahibi;
‘yarın’ içindedir ‘bugün’ün
koza tırtılındaki altın kelebek gibi
Sen ki güzelsin
cesursun
iyi ve akıllısın;
bahçeyi görebilmektir bahtiyarlık
durmadan kuruyup
durmadan
yeşeren
bahçeyi.
Ve ey kalbimin sahibi
Bugünkü bedbaht dünyadaki insanlar gibi sevişmesini
bildiğimiz ka
-dar biliyoruz
sevişmesini de
yarınki dünyadakiler gibi.”

Kadın mektupları aldı. Çay bahçesinin yeşile boyalı kapısına doğru ilerlerken karşıdan uzun boylu, iri cüsseli genç bir adam geliyordu. Kadının hızla gelmekte olan adamı görmesine kalmadan, adam kadına okkalı bir biçimde çarptı. Kadın sendeledi, elinden çantası ve mektupları düştü. Hazinesini kaybetmiş gibi hızla mektupları toplamaya koyuldu. Delikanlı da onun eşyalarını toplamasına yardım ediyor, bir yandan da özürler yağdırıyordu. Kadın hiçbir şey söylemedi, arkasını döndü ve uzaklaştı. Genç adam arkasından bakakaldı. Tam o da ilerleyecekti ki, ayağının altına düşmüş olan bir kağıt gördü. Kadıncağız mektuplarından birini görmemiş olmalıydı. Arkasından koşmak için arandı, ama o çoktan sokağı dönmüş uzaklaşmıştı.

Kağıdı cebine koydu, ortalardaki masalardan birine oturdu. Son birkaç günüydü artık bu şehirde. Kendisiyle gurur duyuyordu, Afganistan’a gidecek olan askeri birliğe seçilmişti. Tüm dünya için savaştığını düşünüyordu. Barbar teröristlere karşı savaşmak ne de “onurlu” bir şeydi! Tüm bu düşüncelerine rağmen korkuyordu; ama öldürmekten değil, ölmekten korkuyordu. Güzel gözlü sevgilisini bir daha görememekten, bu şehre bir daha dönememekten... Sigarasını yakmak için çakmağını aradı, elini cebine götürdüğünde kağıdın orda olduğunu hatırladı. Kadının gözleri geldi bir an gözlerinin önüne. Mektubu okuyup okumamak arasında bocaladı, kısa bir süre ama merakını yenemedi.

İki adam boyundaydı tahta heykel.
Şeytan saklanmıştı arkasına
-kaşları çekik, sakalı sivri,
Mefistofeles olması pek muhtemel,-
Ve alim bir tebessümle dinliyordu muhterem pederi.
-Avrupa’nın bekası,
(okuyordu beyannameyi muhterem peder)
Avrupa’nın bekası için harbediyoruz.
Dinliyordu Şeytan
sivri sakalında keder
ve asi ve selim aklına
dayanılmaz bir ağrı vermekteydi bu yalan.
Okuyordu rahip: -Avrupa milletleri el ele verip
harbediyoruz,
ve mutlak imha edeceğiz
medeniyet için tahripçi bir unsuru.
Şeytan bir parça yana itti Meryem’in heykelini
Ve havada sihirle efsun alametleri daireler çevirip
Kaldırdı elini
Rahibe doğru
-etsizdi, uzundu bu el
hakikat gibi kemikli ve kuru.-
Ve ne olduysa o anda oldu işte.
Renkli camın altındaki kadın
Çırılçıplak göründü işte güneşte.”
Genç adam şaşkınlıkla okuyordu kağıtta yazılanları. Bunun bir mektup olduğunu sanmıştı, ama kim sevdiği kadına böyle bir mektup yazardı ki!
Memeleri ağırdı
Ve sarı ipek gibi parlıyordu karnının altında tüyler.
Düşürdü kağıdı muhterem peder
Ve şeytanın iğvasıyla hakikati bağırdı:
- karşı koymak günü geldi en büyük tehlikeye.
Harbediyoruz,
Fuhuşun bekası için,
Kerhane kapıları kapanmasın diye.
Ve sen orda, arkada
İçinde beyaz entarisinin bir erkek çocuğu gibi duran,
Sen orospu olacaksın kızım.
Sana frengi ve belsoğukluğu verecekler
Büyük şehirlerimizden birinde.

....

-Harbediyoruz:
Pazar ve mal nizamının bekası için.
Kömür, lastik ve kereste,
Ve kendi değerinden fazla yaratan iş kuvveti
Satılmalıdır.

Ve böylece devam ediyordu şiir. Ne anlama geliyordu bütün bunlar?.. Savaş olmalıydı, teröristler durdurulmalıydı! Asıl o zaman mutluluk gelecek, insanlar huzur içinde uyuyacaklardı geceleri evlerinde... Yoksa, değil miydi? Hayır bu mümkün olamaz. Bu bölücülerin uydurması! Demek o güzel kadın da teröristti; böyle şeyler okuduğuna göre. Yazık oysa ne kadar da “normal bir insan”a benziyordu! Sinirle kağıdı yırttı, yere attı.
Bir anda hafif bir rüzgar esmeye başladı. Yere saçılmış kağıtlar, birer kuş gibi havalandılar. Süzülüp gökyüzünde üzerlerinden geçtiler tüm şehrin. Sonra aniden biri bıraktı kendini boşluğa; bir hücrenin demir parmaklıklarından geçip bembeyaz bir karanfil oldu ve anlattı: “kararmamasını sol memesinin altındaki cevahirin” diyordu direnen bir yoldaşa. Ve diğerleri savrulup dağıldılar kentin dört bir yanına. Kimisi bir grev çadırına, kimisi kan ter içinde çalışan bir emekçiye, ve umut dağıttılar düştükleri her yere.
En sonuncusu Gülhane Parkı’ndaydı... Dallarında kuşlar cıvıldaşan bir ceviz ağacının en üst dalına düştü. Artık kuşlar daha bir coşkuyla ötüyorlardı ve ağacın gölgesinde oynayan çocuklar daha bir mutluydular...